İnsanoğlu yaşama, beslenme ve üreme içgüdüsü ile yüklü bir varlıktır. Bu güdülerini üç ihtiyaç biçimiyle tatmin eder.
Bunlar;
- Doğal ve zorunlu;
- Doğal ama zorunlu olmayan;
- Ne doğal ne de zorunlu olan ihtiyaçlardır.
Sözgelimi beslenme hem doğaldır hem de zorunlu bir ihtiyaçtır. Zorunludur çünkü insan yiyip içmezse açlıktan ölür. Ama cinsellik doğaldır fakat zorunlu değildir.
Çünkü insan cinsel ilişkide bulunmasa ölmez. Kültür yaratımı ise (ki bu insanı hayvandan ayıran en belirgin yan budur) doğal olmadığı gibi zorunlu da değildir.
Bu nevi etkinlikler sonradan yapma, yaratma edimidir. Bahse konu bu unsurlar akıl, duygu ve ikisinin iç içe geçtiği vücutla ile temsil olunur.
Peki, insanı tanımlamak için bunlar yeterlimi?
Bence değil. Bir de vicdan var. Bunlara ayrıca vicdan sahibi olmayı da eklemek gerek. Belki de insan da olup da hayvanda olmayan tek şey budur. O yüzden bir insan, ancak vicdanı kadar insandır.
İnsanın güdüleri arasında en belirgin ve en temel olanı ise üreme güdüsüdür. Alain de Botton, boşuna insanın yaşamı boyunca içinde yaşadığı sadece iki büyük hikaye vardır, dememiş.
Bunlardan biri cinselliğin peşinde koşuşturmaların oluşturduğu hikayedir, diğeri ise statü arayışıdır.
Cinsellik ve ona bağlı aşk da dahil tüm oyunların gelip dayandığı kapı ise üremedir. Üremenin derecesini belirleyen ise libidonun şiddetidir.
Libido
Yaratıcı hayatı teşvik edebilen, bastırılmış duyguları insan benliğinde ateşleyen libido, insana yaşama gücünü veren enerji veya içgüdüsel enerji olarak tanımlanır.
Erkekte testosteron, kadında östrojen hormonunun üretiminin azalmasına bağlanan libido azalması, bir çeşit seksüel fonksiyon kaybı olarak görülmektedir.
Bu durum tıbbi bir problem olarak literatürde yer almaktadır. Çünkü insan cinsel (eşeysel, seksüel) bir varlıktır. Cinsellik (yani sevişme duygusu) onun doğasında vardır ve doğal olarak cinsel ilişkide bulunmak ister.
Bunun da nedeni insana neşe veren, mutlu eden, hoşça vakit geçirten bir eylem olmasıdır.
Cinsel ilişki; insan soyunu sürdüren üremenin temeli olmakla birlikte insanlar arasında hoşlanma, beğeni, sevgi ve inanç gibi güçlü hislerle kurulan görünmez, sağlam, yoğun bir gönül bağı oluşturur. Bu gönül bağılarının en güçlüsüne aşk demiştir insanoğlu.
Aşk mı üreme mi?
Aşk, tutku öncesi bir geçiş sürecidir. Kişi birine tutulduğunda bütün eylem, söz ve davranışları ona hoş gelir. Bu yanı ile aşk denilen şey, bir çeşit, âşık olduğu kişinin kusurlarını görmeme hastalığıdır.
Peki, bu kadar yüceltilen, çeşitli vasıflar yüklenen aşk denilen şey gerçekte nedir?
Bir görüşe göre, aşkta insan eylemlerini üstün ideallerin değil de zevklerin yönlendirdiği ileri sürülmüştür.
Bu görüş sahipleri, cinsel zevki, zevklerin en üstün noktası olarak görmüş ve aşkı insan davranışlarının temelini oluşturan cinsel içgüdüye yani "libido"ya bağlayarak "Aşk yoktur, libido vardır" demiştir.
Sözgelimi aşkı doğanın gizli amaçlarına ulaşmak için insanlara oynadığı bir oyun olarak gören Schopenhauer, söz konusu gizli amacın neslin devamını sağlamak olduğunu ileri sürer.
Bu oyunun, bu hilenin tuzağına düşen insan doğanın isteğine boyun eğmekte, çocuk yapmaktadır. Üstelik bunu kendi istediği için yaptığını sanmaktadır.
Gerçekte ise bunu isteyen doğadır. Bu durumda âşık olup çocuk yapan insan, aslında çocuk yapmak için âşık olmakta, fakat aşık olduğu için çocuk yaptığını sanmaktadır.
Oysa hiçbir ağaç çiçek açmak için meyve vermez, meyve vermek için çiçek açar. Çünkü doğa insana sonlu bir yaşam biçmiş, son işi onun haleti ruhiyesini fena halde etkilemiştir.
Bu da onu sonsuzluk arayışına sürüklemiştir. Ve büyük oyununu sonsuzca sürdürebilmesi için, insanın da yaşamı sona ermeden önce doğaya yeni oyuncular armağan etmesi gerekmektedir.
İnsanoğlunun trajedisi: Sonsuzluk arayışı
Bu oyunda, tuzağın adı "aşk", iksirin adı ise "sonsuzluk"tur. Sonlu bir yaşama mahkum olan, sonsuzluğu arayan insan bu tuzağa çok kolay düşmektedir.
Ne var ki, sonsuzluk iksiri kendisinin değil, ancak neslinin devamını sürdürmesine yardımcı olmaktadır.
Zorunlu sondan, (yani ölüm yazgısından) kurtulamayacağını bilen insanoğlu, var kalmak, sonsuz olmak isteğini hiç olmazsa neslin devamlılığıyla gerçekleştirme yoluna gider.
Ölümlü yapı bu mantıkla hareket eder, kendi varlığını mümkün olduğunca ölümsüz kılmaya çalışır. Yaşlananın yerine genç olanın gelişi ve bunun da eski olana benzemesi bundandır.
Ölümlülerin ölümsüz olma çabaları işte bu şekilde işler. Bu yüzden canlıların yavrularına duyduğu ilgi karşısında şaşırmamak gerekir, bu aslında son tahlilde, onların ölümsüzlüğe ulaşma çabasından başka bir şey değildir.
Fakat bu yol da sanıldığı kadar sorunsuz ve kolay bir yol değildir. Çünkü neslinin devamlılığını tek bir insanın kendi kendine gerçekleştirmesi mümkün değil. Bunun için karşı cinsine ihtiyaç duyar.
İşte bu noktada, aşk, arzulanan varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değil aslında. Üstelik bu işin bilgece ahlaklı, terbiyeli bir şekli de yoktur.
Ama biz onu süsler, bu hale sokarız. Heveslileri de onu böyleymiş gibi anlarlar. Oysa gerçekte böyle değildir!
Arzunun gücü
Sonuçta arzu cinsellik yüklüdür, cinsel ilişki de sadece insana değil biçimleri farklı olsa da diğer tüm varlıklara bahşedilmiş bir hünerdir.
Onda da pürü pak, erdemli ve üstün hiçbir yan yoktur. Öyle olması da gerekmez zaten; kaldı ki öyle olsa üreme olmaz.
Ancak insan arzularını süsleyerek dile getiren, onu şekilden şekle, biçimden biçime sokan bir varlık olduğu için diğerlerinden ayrılır. Yanı işin doğasını hayvana göre yapay unsurlarla değiştirir.
Mesela yaşadığımız için arzuladığımızı söylemek kadar, arzuladıkça yaşamaya devam edebileceğimizi söylemek de aynı ölçüde felsefi açıdan doğrudur. İnsan sonsuzluk arayışını, kendine benzer bir canlıyı arkasında bırakma isteği ile gidermeye çalıştığı gibi, kültür yaratarak, eser bırakarak da gidermeye çalışılır.
Özünde gene ne maddi ne de maddi olmayan biçimleriyle geride bıraktığı kendisi değil kendi yaratımlarıdır, o kadar.
Fakat maddi olan üreme, maddi olmayan kültürden daha hoyratça işler.
Diğer bir deyişle, tüm canlılar kaba, hoyrat ve gülünç olarak nitelenen üreme yoluyla kendilerine benzer bireyler dünyaya getirirler ve bu yolla nesillerinin sürmesini, türlerinin devamını sağlarlar.
Tür, birbirlerine benzeyen, ortak özellikleri olan, sadece kendi aralarında verimli gen alışverişi yapabilen (üreyebilen) bireylerin oluşturduğu canlı grubudur.
Üreme ise, canlıların nesillerini sürdürebilmeleri için kendilerine benzer bireyler oluşturmaları çabasıdır. Türün devamı için üreme içinse birleşme şarttır.
Akıllı bir varlık olan insan bu mekanik işi sıkıcı olmaktan kurtarmak için aşk diye bir şey icat etmiştir. Onu her çağda farklı kılıklara sokarak süslemiş, daha cazibeli hale sokmuş ve en cazibelisine de aşk demiştir.
Gücün cazibesi
O halde sonuç olarak şunu söylemek mümkün: Hepimiz eş bulmak ve çocuk yapmak için tasarlandık. Genlerimizin metamorfozu var kalmak, neslin devamını sürdürmek için üreme yüklüdür.
Bunu; kendimize benzer bireyler oluşturarak sürdürürüz. İşte burada burada sevgiyi anmanın tam zamanı.
İnsanın temel duygularından biri olan sevgi sadece cinsellikle ilgili bir şey değil, insan olmakla ilgilidir ve "insanlaşma" sürecinin temel motivasyon kaynağıdır.
Çünkü bu süreç olamadan insanla hayvan arasında bir çizgi çekmek zorlu hale gelir.
O yüzden bu babda sevgi anahtar sözcüktür. Sevgi olmadan birçok şey olmaz. Sevgi eksikliği en başta çeşitli sosyal ve tıbbi patolojilere yol açabilir.
İnsanların çokça yeme, içme arzusunu; göbek bağlamasını, sevgi eksikliğinde bulan kimi psikologlar, aşırı cinsel isteği de sevgi eksikliğiyle açıklamaya çalışırlar.
Asıl mesele: Eril ve dişil karşıtlığı
Asıl meseleye dönecek olursak, eril ve dişil olanın çekim araçları farklı da olsa sonuçta aynı kapıya çıkarlar.
Örneğin, kadın birleşmek için genellikle karşı cinste "güç(lü) olanı" isterken erkek kaç yaşında olursa olsun dişi de "genç olmayı" arar.
Peki, nedeni nedir bunun?
"Güç" ve "gençlik" unsurları farklı formlara sahip olsalar da temel yönlendirici gene üreme güdüsüne götürür bizi. Sözgelimi kadının güç dediği şey sağlık, para, yakışıklılık vb. olabilir.
Çünkü güçlü olan yener, neslin devamını sağlar. Erkek aslanın dişi ile çiftleşmesi için diğerlerini yenmesi ve saf dışı etmesi bundandır.
Bu diğer tüm canlılar için de böyledir. Doğal seleksiyon gereği güçlü olan yaşar, zayıf olan yok olur gider. Kadın bilsin ya da bilmesin (veya başka nedenlerle düşünmüş olsun) aslında bu yüzden güçlü olanı ister.
Bu türün geleceğe sağlıklı akması için gerekli olan bir şeydir.
Aynı şeyler erkek için de geçerlidir. Erkeğin bilinç altında saklı olan karşı cinsteki "genç olma arayışı" de buna tekabül eder.
Neden illaki genç? Çünkü genç hem yaş olarak genç olmak hem de "dişil olmak" demektir, yani doğurgan olmaktır.
Söz gelimi genç kadının ince belli, iri göğüslü, dolgun kalçalı olması (moda deyimle 60-90-60 ölçüleri) sadece bir güzellik ya da estetik emaresi ve arayışı değildir.
Sağlıklı doğurganlığın emaresidir. Çünkü ideal doğurgan kadının genç, ince belli, geniş kalçalara sahip olması, bebeği yaşatacak süte sahip olması doğanın devamlılık için bahşıdır.
Döllenme, doğurma ve emzirme geniş kalça, normal göğüs ve genç olmakla yakından ilişkilidir. Erkek bunları sanki estetik ve güzellik duygusuyla istediğine inanır ama işin aslı böyle değildir, işin aslı milyon yıl önce içimize sokulan üreme güdüsüdür.
Yani bu özelliklere sahip dişinin daha doğurgan olması ve neslin devamını sağlıklı sürdürmesi meselesidir.
Sonuç: Cazibenin iktidarı nereye kadar?
Aslında tarihte erkekler çokça iktidar peşinde koşmuş, birçok iktidara boyun eğmiştir. Bunlardan biri de kadının iktidarıdır.
Kadının iktidarının ayakları cinsellik ve güzelliğinin yarattığı cazibenin iktidardır. Bu iktidar zaman olmuş şahları, padişahları, sultanları, kralları, imparatorları dize getirmiştir.
Zaman olmuş bunları birbirine düşürmüştür. Orduları dize getirenler cazibe karşısında diz çökmüştür.
Tabi şunu da eklemek lazım; cinselliğin iktidar sağlaması için başka kişilik özellikleri de gerekiyor, aksi takdirde dünyayı sadece cazibe sahibi kadınlar yönetirdi.
Bir diğer husus da şudur: Kadın doğurgan özelliğinden ötürü daha naif, diğerkam ve fedakardır. Buna karşın erkek de biyolojik özelliğinden ötürü daha ben merkezci ve bencildir.
Doğa sonunda bu özellikleri sentezleyerek dengeler ve hem kendini hem üstünde yaşayan türlerin devamlılığını dengede tutar.
Aristoteles’in sözü ile bitirelim:
Denge 'mesotes'dır; mesotes ise erdemdir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish