Türk edebiyatında mizah denilince Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin ile beraber akıllara ilk gelen isim Muzaffer İzgi, 29 Ekim 1933 tarihinde üçüncü evliliğini yapan bir annenin beşinci çocuğu olarak Adana'da dünyaya geldi.
İzgü, doğumunu kendine has üslubuyla 'Zıkkımın Kökü' isimli eserinde şu sözlerle tasvir eder:
Yıl 1933, aylardan ekim, günlerden 29, yani 'Onuncu Yıl'… İşte o gece annem tutturmuş da tutturmuş 'Fener Alayını izleyeceğim' diye.
Babam, 'Yahu avrat ayın günün, sancın mancın tutar, hem bu karınla' demiş. Ama annem hiç böyle coşkulu bir günde evde oturmak ister mi?.. Annemle komşu kadın insanların arasına sokulmuşlar.
Ama nasıl kalabalık, iğne atsan yere düşmez. Az sonra bando öteden gözükmüş. 'Pıstattararaa!..' demeye başlayınca, 'Uy anam', annemdeki sancı…
Polisler yol vermişler anneme, annemi eve dar yetiştirmişler. Tastamam eve geldikten on iki dakika sonra beni doğurmuş.
Onun eserlerindeki yoksulluk bir güldürü unsuru olarak karşımıza çıksa da aslında İzgü'nün hayatının büyük bir kısmını fukaralık içerisinde geçirmesinin yansımadır.
Öyle ki İzgü'nün babası Ahmet, Adana'da ilk gecekonduyu inşa eden kişi olarak tanınır.
Yaşadıkları gecekondu muhiti ve ev; İzgü tarafından 'Zıkkımın Kökü' isimli eserinde şu sözlerle tasvir edilir:
Babamın ev dediği şey, kocaman bir avlu, avluda bir nar ağacı, bir okaliptüs, bir de küçücük oda. Odanın üstü çinkolarla kaplı, yanları bozulmuş ambalaj sandıkları ve çamur (…)
Bir yatak, bir çul, iki tencere, altı sahan, üç sepet, bir tava, iki tepsi, bir maltız; yastık ve yorganları saymazsak evimize ev dedirten şeyler bunlardı.
Yaşadığı çocukluk tam bir dram olsa da İzgü'nün mizah anlayışının kökleri şu sözlerde gizlidir;
Babamsa düşler insanıydı. Bize sanal pirzola yedirdiğini çok iyi anımsıyorum. Bir tiyatro aktörü gibi oynardı. Kapıdan bir girerdi, sanki kolunun altında et paketi varmış gibi.
(Muzaffer İzgü Ben Bando Mızıkayla Doğdum.
Gülümseyen Usta Muzaffer İzgü.
-Haz. Enver Ercan-. Tüyap,187 s, İstanbul.)
İzgü'nün fakirliğindeki kırılma noktası kitaplarla kurduğu ünsiyetti. Adana'daki Halk Kütüphanesiyle tanışmasını İzdergisi'ndeki röportajında şu sözlerle aktaracaktı:
"Okuldan eve dönerken üstüm başım ıslanırdı. Ceketim bile yoktu. Elbisem yok, paltom yok. Ceket, babamın ceketi; uzun, omuzları düşük, kolları sarkık. Bununla gider gelirdim okula, o da ıslanırdı.
Kim kurutacak bunu? Durumu iyi olan bir arkadaşım götürürdü beni evlerine... O günlerden birinde, 'Bugün seni eve götüremeyeceğim, ablamın nişanı var. Bir yer söyleyeceğim oraya git' dedi.
Adana Halkevi Kütüphanesi... 'Orada soba var mı?' dedim. 'Var.' 'Kızarlar mı bana ısındım diye?' , 'Hayır.' O gün Adana'da nasıl yağmur yağıyor, sicim gibi! Koşa koşa arkadaşımın sözünü ettiği binaya gittim. Binayı bulunca öyle bir sevinç ki çenem tıkır tıkır ediyor, burnumun ucundan, kulaklarımdan yağmur suları damlıyor.
Sıcağa kavuşmanın sevinci... Çikolata, elma istemeyen, yalnızca ısınmak isteyen bir çocuk... İkinci kata çıktım bir tabela: Kütüphane. O gün orada yaşadıklarımı 'Zıkkımın Kökü'nde yazdım.
O günden sonra orası benim ikinci yuvam, evim oldu. Öyle sevdim Adana Halkevi Kütüphanesini... Bir boşluk buldum mu hemen oradaydım. Cumartesi öğleden sonraları ve pazarları kütüphanedeydim. Annem beni aradı mıydı orada bulurdu.
Orada, o dört yıl içersinde herhalde 250-300 kitap okudum. Anladım mı? Çocuk kitabı yok ki nesini anlayacağız. Klasikler de 1942'de başladı çevrilmeye, Hasan Âli Yücel zamanında...
O klasikleri sonradan okumaya başladım. Bu durum bende büyük bir okuma alışkanlığı yarattı. Şu anda da -iki elim kanda olsa- her gün en az 150 sayfa kitap okurum.
Şuna inanıyorum ki sevgili Atatürkümüz 3997 kitap okumuş. Ben ya daha az ya daha çok... Bilmiyorum sayısını ama... Her gün okuyan insanım. Bırakmam. Bugün işim var, okumasam demem."
İnşaat işçiliği, seyyar satıcılık başta olmak üzere her işi yapan İzgü; öğretmenlerinin tavsiyesi ile Diyarbakır'da öğretmen okuluna başlaması hayatındaki en önemli gelişmelerden birisiydi.
O, bu durumu kendine has üslubuyla şöyle özetleyecekti:
Yatılı, oh devlet babadan. Ulan giysi de veriyorlar, ayakkabı da veriyorlar.
Diyarbakır'da tanıştığı Günsel Hanım'la evlenen Muzaffer İzgü, bir köyden ötekine öğretmenlik yaparak geçimini sağlamaya çalıştı.
İzgü için yazarlık hayatındaki ilk önemli yazısı "Kanunda Yeri Var" idi.
Çoğu yerel gazetelerde yayımlanan yazıları bir hayli ilgi görünce Milliyet gazetesinin hafta sonu kültür ekinde yazmaya başladı.
Nihayet 'Akbabda' dergisinde yazmaya başlamasıyla İzgü, iyiden iyiye tanınmaya başladı.
Bugün birçok kişi onu çocuk edebiyatı ile tanısa da özellikle 1960 sonrası toplumsal ve siyasi konularla ilgili yazdığı ironi yüklü yazılarının tamamı birer şaheser niteliğindeydi.
Süleyman Demirel'in memur atamasından 12 Mart muhtırasına kadar birçok siyasi mesele eserlerinde yer buluyor ve okuyanı güldürürken ciddi şekilde düşünmeye sevk ediyordu.
Yine İzdergisi'ndeki geniş röportajında güldürürken düşündürmek hususunda İzgü, şunları söyleyecekti:
İnsan okuduğu bir gülmece öyküsünden sonra niye güldüm, kime güldüm, niçin güldüm diye düşünemiyorsa bu gülmece görevini yapmıyor demektir.
Bir, gülmece güldürmeli ama daha çok da düşündürmeli. İki, halkın gülmecesi olmalı.
Ben bilmediğim bir konuyu yazamam. Bana sosyeteyi yaz deseler dünyada yazamam. Ama bir öğretmeni yaz deseler... Yaşadığımız şeyleri yazarım.
İzgü'nün mizahındaki belki de en önemli detay ölçüdür. İzgü açısından öykünün sonuna kadar güldürme amacı söz konusu değildir; ama en acıklı noktada dahi güldürmeyi başarması ile okuyanı ciddi bir düşünme sürecine teşvik eder.
Bu yöntemi de ahaport.com'a verdiği bir röportajda şu sözlerle tespit edecekti:
Gerçek gülmece düşündüren, soru sorduran, çünkü bende, Rıfat Ilgaz'da, Aziz Nesin'de gülmece amaç değil, araçtır.
Levent Kırca'da, da Müjdat Gezen'de de aynıdır. Yani biz bir şey söyleyeceğimiz zaman üstüne gülmece tozu ekeriz.
Ama o tozu da kararında ekeriz. Yani yemeğe fazla tuz ekin yiyemezsiniz. Yani o gülmece tozunun ekilmesi, o kişinin gülmececiliğini ortaya çıkarır.
Eğer onun dozunu iyi ayarlayamazsanız halk sizin yazdığınıza gülmez. Size güler. Ve ben bunların kalıcılığına inanmıyorum.
Elbette meselelere bu denli cesaretle girmenin her dönemde sakıncaları vardı.
İzgü de bundan nasibini alacaktı; ama bir hâkimin kendisine neden sürekli fakirleri yazıyorsun sorusuna verdiği cevap manidardı:
Ben ciddi bir yazarım. Zenginleri bilsem onları yazardım. Fakirleri bildiğim için fakirleri yazıyorum.
İzgü ilk romanı olan 'Gecekondu'yu tamamladığında Türk edebiyatının önemli ismi Tarık Dursun K. okuyuculara eseri şu sözlerle tanıtacaktı:
Kara mizah diye mi anmalı şimdi Muzaffer İzgü'nün kitabını, Gecekondu'ya daha başka bir gözle mi bakmalı yoksa?
Gerçekte, örneği milyonlarca olan bir gecekondu yaşantısı anlatılıyor; bütün çarpıklıkları, bütün acıları ve bütün mutsuzluklarıyla.
Köyden büyük şehre göçün doğurduğu bu şaşırtıcı, bu yüz karası yaşama serüveni, Türkiye'nin her büyük şehrinde sürüp gidiyor.
Bütün büyük şehirler gecekondularla bir çeşit kuşatılma halindedir.
Bunlar, içleri Selahattinlerle, Medihalarla, onların çocukları Ayhanlarla, Asaflarla, Sevimlerle doludur, sadece isimler değişir.
Kendilerine özgü bir dünya kurmuşlardır, o dünyalarında yaşarlar.
Muzaffer İzgü'yü daha yakından tanımak için okunması gereken eserlerinin başında şüphesiz 'Zıkkımın Kökü' isimli romanı gelir.
Muzo, karaketeri esasen Muzaffer İzgü'nün otobiyografik çalışmasıdır.
Nitekim anafilya.org'a verdiği röportajda şu değerlendirmeyi yapar:
"Otobiyografimi üç bölüm olarak düşünmüştüm. Birinci bölümü çocukluğum ve gençliğim olacaktı.
İkinci bölümde okuduğum öğretmen okulunu, eşim Günsel'le nasıl tanıştığımı, evlendiğimizi, köylerdeki öğretmenliğimizi anlatacaktım.
Üçüncü bölümde de sanatımı anlatacaktım, sanatımın içindeki anılarım olacaktı bunlar.
Yani on sekiz yaşına dek birinci bölüm, otuz beş yaşına dek ikinci bölüm, otuz beşten sonrası da üçüncü bölüm olacaktı.Ama ancak birinci bölümü yazabildim, yani Zıkkımın Kökü'nü.
İkinci bölüm ve üçüncü bölüm için zaman bulabilecek miyim bilmiyorum. Benim yazdıklarımın hemen hemen hepsini önce eşim okur.
Otobiyografimin adını koymamıştık. Okudu, bitirdi. Günsel: 'Zehir zıkkım bir yaşam' dedi.
Öyleydi ama ailenin içinde büyük bir sevgi vardı. O anda adını koymuştuk. Yaşamımın adı 'Zıkkımın Kökü' olacaktı.
Roman sahasında Zıkkımın Kökü, Sıpa ve İlyas Efendi gibi başyapıtlar meydana getiren İzgü, öykü alanında da Deliye Her Gün Bayram, Bizim Ayılar Amerikalıları Çok Sever ve Bir Namussuz Aranıyor gibi öykü kitaplarının müellifidir.
Ayrıca çocuk edebiyatında da sayısız eser meydana getiren İzgü, ömrünün sonuna kadar üretkenliğini sürdürmüştür.
Mizah makinesi Muzaffer İzgü, 26 Ağustos 2017 tarihinde hayata gözlerini yumdu.
Bugün de birçok çocuğun kitaplarını keyifle okuduğu Muzaffer İzgü; tabletlerin ve telefonların eline esir düşmeden gençliğini yaşayan birçok neslin dudağındaki acı bir gülümsemenin öteki adıdır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish