Şüphesiz Afrika edebiyatını tek karede sunmak imkânsız; Kara Kıta'nın her bölgesinden yükselen farklı kültürlerin dominant erke karşı konumlanışını resmeden postkolonyal edebiyata J. M. Coetzee başta olmak üzere Nadine Gordimer, Andre Brink, Breyten Breytenbach ve Dorris Lessing gibi beyaz yazarların katkısı da azımsanamaz.
Özellikle de Güney Afrika'da Apartheid rejiminin 1990'lara kadar sürmesi, beyazların ve siyahların ürettiği edebiyatın çok aktivist, mücadeleci yapısını ortaya koyBarbarları Beklerkenmuştur.
Coetzee, Güney Afrika'da Apartheid döneminde yaşamış, ırkçı rejime karşı mücadele vermiş bir romancı ve akademisyendir.
Dönemin toplumcu gerçekçilerinden ayrılan Coetzee, daha alegorik ve parodi biçimlerinde yazdığı metinlerde iktidar meselesini, baskı ve totaliter rejimleri sorgular.
Sözgelimi, postkolonyal edebiyatın hedefi haline gelen Daniel Defoe'nun Robinson Crouse romanının güçlü bir parodisi, Coetzee tarafından yapılır.
Coetzee, Foe adlı romanında efendi-köle ilişkisini, imgesel dilin/kültürün egemenliğini bir dilbilim sorunsalı olarak ortaya koyar.
Güney Afrikalı Nobel Edebiyat Ödüllü yazar J. M. Coetzee, Elizabeth Costello romanında Afrika romanı hakkında görüşlerini şöyle belirtir:
İngiliz romanı ilk elde İngiliz tarafından İngiliz için, Rus romanı Rus tarafından Rus için yazılır. Ancak Afrika romanı Afrikalı tarafından Afrika için yazılmaz; Afrikalı romancılar Afrika'yı, Afrika deneyimlerini aktarabilirler, ancak daha çok omuzlarının üzerinden şöyle bir göz ucuyla bakıp yabancılara yazarlar. İster beğenin ister beğenmeyin, üçüncü bir kişinin yorumunu hesaba katarlar Afrika'yı dünyaya tanıtırken.
Coetzee'nin son yargısının doğruluğu tartışılır; Afrika'da edebiyatın "üçüncü kişiyi" dikkate alması, bir gereksinimden ziyade tepkisel bir tavır olarak okunmalıdır.
Bunun yanı sıra Coetzee kendisi de anadilinde yazmaz, aynı eleştiri kendisi için de geçerlidir. Bu yargıyı elbette ki olumlu bir gözle de değerlendirebiliriz.
Coetzee başından beri siyasi mağduriyeti konu edinmiş ve Apartheid rejimini açıkça eleştirmiştir. 1989 yılında yayımladığı White Writing: On the Culture of Letters in South Africa [Beyaz Yazın: Güney Afrika Edebiyat Kültürü Üzerine] adlı eleştirel çalışmasında "Beyaz edebiyatın", beyazların yerli toprakları işgal etmenin meşruiyetini göstermek için kendi (beyaz) mitolojisini ürettiğini söyler.
Coetzee, Güney Afrika yerlilerini "tembel" ve "primitif" gösterirken ya da doğayı pürüzsüz bir biçimde sunarken, beyazların çiftliklerini de örnek model olarak sunan beyaz yazınını sert biçimde eleştirir.
Coetzee'nin "çiftlik romanları" olarak kategorize ettiği bu tarzın en bariz örneklerini Olive Schreiner ve Pauline Smith vermiştir.
Coetzee'nin temel amacı, Avrupa'nın bir doğa parçası ve mülkiyet olarak icat ettiği Güney Afrika fikrini sorunsallaştırarak gerçeğin karmaşıklığını göstermektir.
Bu bağlamda Coetzee'nin Barbarları Beklerken romanı (Dost Körpe'nin Türkçesiyle Can Yayınları) tam anlamıyla Güney Afrika Apartheid rejiminin alegorisi olarak okunabilir.
Zira romanda geçen kurgusal imparatorluğun işleyişiyle Apartheid rejiminin uygulamaları neredeyse özdeştir.
2019 yılında filme uyarlanan roman, şiddet rejimlerinin evham ve korku üreten insandışı mekanizmalarına dönük eleştiri olarak okunabilir.
Hikâye imparatorluğun sınırında bir kasabada geçer. Yaşlı bir yargıcın bakış açısından anlatılır. Sınırdaki kalenin yanı başında kendi halinde yaşayan yerli insanlarla ilgili söylentiler dolaşmaktadır.
"Barbarlar" olarak nitelenen bu halkın bir savaş hazırlığında olduğu haberleri kasabada yayılırken yargıç olanlara şüpheyle yaklaşır:
Bana kalırsa huzursuzluk filan yoktu. Gözlemlerime göre her kuşakta bir kez olsun bu barbar isterisi depreşiyordu. Sınır boyunda yaşayıp da, kara bir barbar elin yorgan altından bacağına yapışacağı kaygısını duymayan kadın; barbarların evini basıp, zil zuma sarhoş varı yoğu kırıp dökerek, perdeleri yakarak, kızlarının ırzına geçeceği korkusuyla aklı başından gitmeyen adam yoktu. Bu türden sanılar çok rahat bir ortamın ürünüydü bence. Bir barbar ordusu göstersinler, inanırım o zaman.
Söylentilere karşılık vermek ve durumu düzeltmek için gönderilen Albay Joll kasabaya görevli olarak geldiğinde, "barbarların" her an saldıracaklarından emindir, dolayısıyla görevi "barbarları" hapse tıkmak ve hakikati ortaya çıkarmaktır.
Albay hakikati ortaya çıkarmak için "baskı kurmanın" gerekliliğinden söz eder:
Hayır, yanlış anladınız beni. Çok özel bir durumdan söz ediyorum şu anda. Gerçeği bulmaya uğraştığım, gerçeği ortaya çıkarmak için baskı uygulamak zorunda kaldığım çok özel bir durum söz konusu, önce hep yalan söylenir, anlarsınız ya -olan şu- önce yalan, bunun üzerine baskı, biraz daha yalan, daha fazla baskı, sonra çözülme, ardından daha çok baskı, derken gerçek. İşte gerçeği bulmanın yolu.
Şu alıntı da "barbar" avına çıkan albayın şedit yüzünü gösterir:
Halatın öbür ucunda boyunlarından birbirine bağlı, anadan doğma çıplak adamlar var. Barbarlar bunlar. Ne garip, sanki tümü de diş ağrısı çekiyormuş gibi elleriyle yüzlerini örtmüşler.
Tüm bu zulümlere şahit olan yargıç, her ne kadar olanları engellemeye çalışsa da başaramaz; askerler önlerine kim çıkarsa kodese tıkmaya heveslidirler.
Gözlerini işkencede kaybeden bir kadına yardım eder yargıç, kadın yerlilere geri gitmeyi reddettiği için yanında kalır.
Daha sonra, yargıç düşmana yardım ettiği gerekçesiyle yakalanır, kodese atılır. Başkentten gelen orduyla albay gün geçtikçe daha fazla "barbar" yakalar, halk adeta toplu halde bu şiddet pratiğine ortak olur.
Coetzee'nin bize gösterdiği hükümran devletin insanları evcilleştirmek için uyguladığı şiddetin caydırıcı olup olmadığıdır. Roman aslında Güney Afrikalı entelektüel Steve Biko'nun işkence altında öldürülmesini ve dönemin işkence mekanizmasını yansıtır.
Barbarları Beklerken aynı zamanda genel anlamda bir imparatorluk eleştirisi olarak da okunabilir. İmparatorluklar egemen iktidarlardır ve sömürge yönetimleriyle birlikte şiddet rejimi olarak da rahatlıkla anılabilirler.
Yargıcın imparatorluk yorumu üzerinde düşünmeye değer:
İmparatorluk tarih içinde yaşamaya ve tarihe karşı koymaya yazgılı. Sulanmış beynini zorlayan bir tek sorun var sadece: Yıkım nasıl önlenir? ölüme umar var mı? Bu saltanatı uzatmanın yollan... Gündüzleri acımasızca, bin türlü hile ile düşmanlarının peşine düşüyor, hafiyeler kol geziyor her yerde.
Yağmalanan kentler, ırzına geçilen insanlar, kemiklerden oluşan piramitler, ıssız topraklar gecelerin sömürü malzemesini oluşturuyor. Çılgın ve kötücül bir dizi görüntü zihnime çörekleniyor: Ben bataklıkta nasıl pervasızca ilerliyorsam, vefakâr Albay Joll da uçsuz bucaksız çölde yalın kılıç, İmparatorluğun düşmanı barbarların üzerine korkusuzca yürüyerek kellelerini uçuruyor.
Belki de Ato Quayson'un dediği gibi, imparatorluklar gece gündüz bir dizi felaketi manipüle ederek tarihi kontrol eder.
Yine şunu unutmayalım; imparatorluk rejimleri, kimin yaşayacağına ve kimin öleceğine de mutlak manada karar veren mekanizmalardır.
J. M. Coetzee, romanlarıyla beyaz iktidarın kurduğu şiddet gramerini çözümleyen eleştirel yaklaşımlarıyla sadece Afrika edebiyatının değil dünya edebiyatının da en önemli isimlerindendir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish