General Leopoldo Galtieri, Arjantin'in Malvinas, İngiltere'nin Falkland adını verdiği adalara çıkarma yaptıktan sekiz gün sonra Casa Rosada'nın balkonundan bir konuşma yaptı.
Önündeki "25 Mayıs Meydanı"nda binlerce Arjantinli adaların kurtarılmasını desteklemek için toplanmıştı.
Kamera kayda başladıktan kısa bir süre sonra kitleden gelen Peronist Marşı hemen kapatıldı. Ancak bu defa da kalabalıktan ünlü sol slogan "El pueblo unido jamas sera vencido (birleşmiş halk yenilmez)" sloganı duyuldu. Kamera Arjantin Bayrağı'na odaklandığında ise merkez sendikası "CGT"nin baş harfleri kameraya yansıdı.
Oysa birkaç gün önce aynı meydanda genel grev ilan eden CGT'ye bağlı işçilerle polis arasında çatışmalar yaşanmıştı.
Alkole düşkünlüğü ile tanınan General Galtieri bir ara kitleyi selamlarken elini kapadı. O sırada arkadan bir ses yayına yansıdı:
Hayır, sakın yumruk yapma!..
Başkanlık sarayının balkonunda, Latin Amerika'nın en kanlı faşist cuntası emperyalizme meydan okurken halka "yanlış mesaj" vermek istemiyordu.
30 bin solcunun üçte birini uçaklardan okyanusa atan, bir kısmını diri diri gömen ve geri kalanını aleni şekilde katleden bir cunta ile kurbanı olan sol tüm bunlara rağmen aynı meydanda "vatan için" bir araya gelmişti.
Aslında 1833'den bu yana İngilizlerin elinde bulunan bu "vatan toprağına" ayak basmış Arjantinli sayısı bir düzineyi geçmez.
Zira Arjantin kıyılarına 500 kilometre uzakta olan bu iki büyük ada ve ona bağlı takımadalar insanların yaşamasına pek müsait değildir.
Her daim rüzgarlı, soğuk ve yağmurludur. Beagle Boğazı'na hakim konumu sebebiyle küçük bir askeri karakol işlevi görür. Kalın kürklü Patagonya koyunları ve balıkçılık için uygundur.
Falkland adı her ne kadar İngiliz sömürgeciliğinden kalma ise de, "Malvinas" ismi de pek yerli sayılmaz. O da Fransız sömürgecilerin 18'nci yüzyılda koyduğu "Malouines"ten gelmektedir.
Antartika'ya kadar 3 bin kilometre sahile sahip ve yüzölçümü açısından dünyanın sekizinci büyük ülkesi olan Arjantin için okyanusun ortasındaki bu küçük ada neredeyse ütopik bir anlam ifade eder.
Sanki o Arjantin'in milli puzzle'ındaki eksik parçadır. Öylesine büyüleyicidir ki; faşist bir cunta ve onun düşmanı olan sol, onda aynı anlamı bulabilmektedir: Ulusal egemenlik.
Arjantin'in önemli sosyalist tarihçilerinden biri Jorge Abelardo Ramos, "Büyük Vatan" dergisinde, Malvinas Harekatı'nı kıta tarihinin en büyük tarihi anlarından biri olarak ilan etti.
Ramos, bir hafta sonra yanına Merkez Sendikası (CGT) Başkanı Saul Ubaldini ve Peronist Parti Başkanı Deolindo Bittel'i alarak Malvinas'a en yakın Arjantin limanına gitti. Ramos, İngilizlere olan dış borcun silinmesi, İngiliz şirketlerine ve arazilerine el konulması kampanyasını başlattı.
Arjantin Komünist Partisi kısa süre sonra çıkarmaya destek verdi. Çünkü Sovyetlerin kıtada ABD'ci kamptaki bu önemli kırılmayı görmezden gelmesi mümkün değildi.
Bu yüzden Arjantin'e bazı noktalarda destek ve teminat veriyordu. İngiliz gemilerinin konumuna ait uydu bilgilerini paylaşıyor, savaşın gidişatına göre silah yardımı teklif ediyordu.
Cunta da kendisine uzatılan bu eli boş bırakmadı. Sıkı bir antikomünist olan Dışişleri Bakanı Costa Mendez, Küba lideri Fidel Castro ile görüştü. Söylentiye göre Castro Mendez'e İngiliz gemilerini vurmak için bir denizaltı vermeyi bile önermişti.
Cuntanın Küba ile olan ilişkisi de ilginçti. 1979 yılında Küba'nın komünist ajanlarını içeride avlarken diğer taraftan Bağlantısızlar Konferansı için Havana'ya temsilci göndermişti.
Dışişleri arşivlerinden anlaşıldığı kadarıyla ordu, yaptığı katliamların uluslararası arenada kınanmasının önüne bu şekilde geçmeyi amaçlıyordu.
Diğer yandan cunta, Sovyetlerle ticari ilişkisini geliştirmek istiyordu. 1980'de ABD'nin uyguladığı tahıl ambargosu Sovyet yardımıyla kırılmıştı. Finansal işlemler de Arjantin Komünist Partisi'nin bankası "Banco Solidario" üzerinden gerçekleştirilmişti.
Ayrıca Sovyetler, Malvinas çatışmasına doğrudan müdahale ederse -ki ABD'nin İngiltere'yi desteklediği düşünülürse- II. Dünya Savaşı'nı tetikleyebilirdi. Cunta karşı tarafın bu riske giremeyeceğini tahmin ediyordu ve hiç de haksız sayılmazdı.
Sovyetlere karşı olan Troçkist gruplar bile harekâta sahip çıkarak savaşın antiemperyalist bir taarruza dönüştürülmesi çağrısında bulundular.
Küba'da konuşlanmış Peronist silahlı kanat "Montoneros" ise cuntaya ateşkes ilan etti. Bir grup Montoneros militanı ve bir Arjantin ordu mensubu, İspanya'da İngilizlerin Gibraltar Deniz Üssü'ne saldırı hazırlığındayken yakalandılar.
Arjantin solu Malvinas'ın işgalini ülkenin kurtuluşu için üstesinden gelinmesi gereken burjuva demokratik görevlerin bir parçası olarak görmekteydi.
Ancak bu yaklaşımda iki temel hata vardı:
Birincisi; tarihsel değerlendirme hatasıydı. Ulusal sorun, burjuva devriminin gerektirdiği görevlerin başarılmasıdır. Yani tamamen kapitalist bir ekonomide ulusal bir devletin, burjuva hegemonyasının ve ekonomik- ticari birliğin kurulmasıdır. Arjantin burjuva devrimini 1860-1880 arasındaki dönemde tamamlamayı başardı: Ulusal bir devlet, ekonomik birleşme, kapitalist bir pazar oluşturdu ve kapitalizm öncesi ilişkilerin kalıntılarını süpürüp attı. Benzer süreci yaşayan devletler gibi toprak kaybetti ve toprak kazandı. Bir bölgesel toprak anlaşmazlığı yaşanması ulusal görevin tamamlanmadığı anlamına gelmez.
İkincisi; Arjantin solu Malvinas'ın Arjantin'in ulusal yapısı içindeki ağırlığını mistik biçimde algılamıştı. Gerçekte Arjantin Devleti ve burjuvazisi Malvinas Adaları'nı hiçbir zaman önemsemedi. Dahası Buenos Aires'teki merkezi yönetimin başı Juan Manuel de Rosas, İngilizlerin adaları işgal ettikleri sırada (1829-1832) burayı onlara satmayı teklif etmişti. Sonrasındaki yaklaşık bir asırdan uzun süre, popülist lider Juan Domingo Perón iktidara gelip meseleyi tekrar gündeme getirinceye dek adalar konusu unutulmuştu.
Üstelik Malvinas'taki İngiliz egemenliğinin sosyalist devrime getirdiği bir engel olmadığı gibi, Arjantinli emekçilerin bu adalara karşı bir ilgisi de yoktu. Yaratılan heyecan dalgası geçiciydi.
Diğer yandan Latin Amerika kıtasında Küba Devrimi'nden bu yana gelen şekillenişi gereği Guevaracılık'tan etkilenmemiş sol bir hareket olmadığından anti emperyalist bagajı yüklüdür.
Buna ek olarak; ABD destekli askeri darbe ve kanlı cuntaların buldozer gibi üzerinden geçtiği bir solun Anglosakson ittifaka karşı olmaması düşünülemez.
Üstelik bu sol o tarihte Nikaragua'da Sandinist Devrimi zafere ulaştırıp, Orta Amerika'da ABD'nin desteklediği kontralara karşı gerilla mücadelelerini sürdürmekteydi.
Fakat bizzat Arjantin cuntası da aynı cephelerde sola karşı bu kontraları organize ve komuta ediyordu. Hatta cunta belgelerinde ABD'nin salt bu sebepten bile Arjantin'e ihtiyaç duyduğu yazılıyordu.
Kuşkusuz solun olduğu gibi askerlerin de İngiltere ile karşı karşıya gelmelerini rasyonelleştiren bir ideolojileri var. Fakat 150 yıllık bir meseleyi doğrudan askeri çatışmaya taşımak sadece ideolojik gerekçelerle açıklanamaz.
1976'da darbe yapan son Arjantin cuntası, siyaseti, meclisi, tüm anayasal kurumları askıya almıştı. Ekonomi sermaye temsilcilerinin eline verilmiş, ülke borç batağına sürüklenmişti. Operasyondan önceki yıl beş general devlet başkanlığına oturmuştu.
1981'de enflasyon yüzde 131'e çıkmış, bütçe açığı GSMH'nın yüzde 8'ini aşmıştı. Bu şartlarda sağ siyasetçiler, Washington'da toplantılar yapıp çok partili rejime dönüş için destek aramaya başlamışlardı. Ayrıca ekonomik kriz sosyal hareketin artmasına yol açmıştı.
Cunta yakın bir gelecekte iktidarı bırakmak zorunda olduğunu biliyordu. Komutanlar bir kriz ve başarısızlık ortamında iktidardan düşerlerse, işledikleri suçlar sebebiyle yargılanacaklarının bilincindeydiler. Sistem içinde konumlarını sürdürebilecekleri bir çatışma durumuna ihtiyaç duyuyorlardı.
Aynı biçimde Margaret Thatcher da bu savaşı bir iç politika malzemesi olarak kullanıyordu.
Arjantin cuntasının Falkland'ı ele geçirme macerası sonuçta gereksiz, ters etki yaratan bir girişimdi ve en ufak bir anti emperyalist fikre dayanmıyordu. Bu savaşın hizmet ettiği tek şey, ordu ve oligarşinin kalıcı iktidar hırsıydı.
1976'da darbe gerçekleştirildiğinde gerekçesi "Subversivos" denilen "yıkıcılar" yani solculardı. Fakat darbe sonrasındaki birkaç yıl içinde, ülkede sol adına ne varsa yok edildiğinden artık bu bahaneden de yoksunlardı.
Malvinas Harekatı'yla cuntanın hedefi, adaların en azından bir bölümünde askeri hareketliliği devam ettirmekti. Uluslararası bir bölgesel çatışma potansiyeli, cuntanın aradığı meşruiyeti sağlayacaktı.
Cunta sermaye kesimlerindeki hoşnutsuzluğu bir dış savaş ortamında, halk kesimlerinin desteğiyle dengelemek istiyordu. Aynı zamanda bu savaş, ekonomik krizle patlamakta olan sosyal hareketin dikkatini başka yöne çekecekti.
Gerçekten de savaş başladığında cuntanın varlığını sorgulayan hiçbir kesim kalmamıştı.
Çünkü cuntanın başlattığı savaşa karşı muhalefet, solu pek popüler olmayan bir yere koyacaktı. Ancak bu dalganın kısa süreceği tahmin edilebilirdi.
Zira cunta, 74 gün sonra 15 Haziran 1982'de teslim olduğunda, bütün o emperyalizme meydan okumalar milliyetçi böbürlenmeler sona ermişti bile.
Dahası; cunta yılları boyunca biriken öfke, askere karşı nefret olarak patladı. Sivillerin onlarla yaptığı işbirliği unutularak ülkedeki her kötülüğün müsebbibi sayıldılar.
İlk isyan edenler Malvinas gazileriydi. La Plata kentinde madalyalarını yere vurup "Kahrolsun askeri diktatörlük" sloganı attılar.
İki gün sonra ülkedeki fabrikaların yüzde 90'ını kapsayan bir genel grev başladı. Kayıp ve tutuklu yakınları on binlerce kişinin katılımıyla Mayıs Meydanı'nda bir nöbet başlattılar. Bir hafta içinde her siyasi eğilimden yüz binlerce Arjantinli caddelere boşaldı.
13 Aralık 1983'te ilk sivil başkan Raul Alfonsin, koltuğa oturmasının üzerinden henüz 72 saat geçmeden, askeri cuntanın yargı sürecini başlatan kararnameyi imzaladı.
Arjantin'de bu savaşın muhtemel her iki sonucunun da halkın yararına olmayacağı açıktı: Başarı sağlanması durumunda cunta iktidardan gitmeyecekti; başarısızlıkta ise ulusal bir yenilgi alınmış olacaktı.
Arjantin cuntadan kurtulmak için ulusal onurunu İngiliz postalı altında ezdirmek zorunda kaldı.
Buradaki esas sorun; gayrimeşru bir rejimin haklı bir dava uğruna bile olsa ulusu temsil edip edemeyeceği noktasında yatıyordu.
Falkland Savaşı bize gayrimeşru bir rejimin haklı bir davayı temsil edemeyeceğini ve hatta onun sonsuza dek kaybedilmesine yol açabileceğini kanıtladı.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish