BÖLÜM III: AK Parti "kültür iktidarı"nı neden kuramadı? Müfid Yüksel: İmam hatipliler eziklik duygusunu aşamadı

Sosyolog Müfid Yüksel AK Parti ile kültürel iktidar ilişkisi hakkında, dindar siyasetin zemin oluşturamadığını söyledi

Kültür Bakanlığı’nın 2016’da düzenlediği III. Milli Kültür Şurası yine “kültürel iktidar” tartışmalarının gölgesinde gerçekleştirilmişti. O şuraya katılan Erdoğan, kültür dünyasının gelişmesi için yeni bir ruha ihtiyaç olduğunu söylemiş ve şuranın ardından hazırlanacak raporun bizzat takipçisi olacağını söylemişti. 

Nabi Avcı’nın Kültür Bakanı olduğu günlerdi.

Şura’nın ardından Avcı imzasıyla yayınlanan raporda Kültür politikalarının artık “ulus-devlet” kavrayışını aşacak bir şekilde dizayn edileceği ifade edilmişti. 

“AK Parti ve kültürel iktidar” meselesi zaman zaman unutulsa da yeniden gündeme gelen bir tartışmanın konusu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da, AK Parti iktidarının 14. yılında “dert yandığı” bu tartışma 2015 yılında da gündeme gelmişti. 

Cins Dergi’yi çıkaran ekip, Sakarya’da “Türkiye’de Kültürel İktidar” konulu bir panele katıldı. Panelin konuşmacıları, çalışmalarıyla dindar camiada isimleri konuşulan İsmail Kılıçarslan, Yusuf Genç ve Furkan Çalışkan’dı. “Kültürel İktidar” tartışmaları sosyal medyanın da gündemine girmeye başlamıştı.

Son dönem “kültürel iktidar” tartışmasının bir yerinde ise D&R’ın Turkuaz Medya Grubuna satılması vardı. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Seküler kültür-sanat tekeli kırılabilir mi?

Doğan Holding’in şirketlerinin satılmasının ardından, aralarında Sabah ve ATV gibi medya organlarının bulunduğu Turkuaz da D&R’ı satın aldı. Bu alışverişin, “seküler kültür sanat tekeli"ni kırmak için bir adım olduğu yorumları yapıldı. 

SETA da “kültürel iktidar” tartışmasına dahil olarak bu konuyu masaya yatıran yayınlar yaptı ve paneller gerçekleştirdi. SETA içinden bir ismin, Fahrettin Altun’un, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na getirilmesi sonrası Kültürel İktidar tartışmalarının da ateşi yükseldi. Altun,  Beyoğlu’ndaki bir kitapçıda, stantta duran kitapların fotoğrafını çekerek sosyal medya hesabından paylaştı. Stanttaki kitapların çoğu “muhalif” olarak bilinen yazarların kitaplarıydı.

Altun paylaşımında şunları söyledi:

“Yeter artık! Yerli ve milli bir kültür politikasının vakti gelmedi mi? İstiklal Caddesinin göbeğinde bir kitapçıdan...”
 

 

Konuşmayan dindar aydınlar...

Sıklıkla tartışılan bu meselenin kodlarını öğrenmek için çok sayıda aydının kapısını çaldım, onlarca isimle telefonda konuştum. Özellikle “dindar” olarak bilinen ve birçoğu hükümete yakın gazetelerde kalem oynatan yazar, aydın ve gazeteciler bu konuda tıpkı Erdoğan gibi dertli. Ancak çok azı konuştuklarımızı yayınlamamıza izin verdi. Saatler süren sohbetlerimiz ne yazık ki hep “off the record” olarak kalacak. Ancak açık yüreklilikle konuşanlar da vardı.

Dosyanın ilk bölümünde Yusuf Kaplan, ikinci bölümünde ise Murat Belge vardı.

3. bölüm için mikrofonu Müfid Yüksel'e uzattık. Müfid Yüksel İslami camianın içinden gelen bir sosyolog. Dindarların saygı duyulan din adamı Molla Sadrettin Yüksel’in oğlu. 

Yüksel’le, 1980 öncesi İslamcı gençlik liderlerinden biriyken 23 Şubat 1979’da Fatih Camii avlusunda öldürülen abisi Metin Yüksel’in vurulduğu yere 200 metre mesafede bir kafede buluştuk. Yüksel, uzun süren röportajda Ak Parti ve Ak Parti’yi doğuran siyasi hareketin “aceleciliğinden” bahsederek kültür ve sanat alanında iktidara yürümenin bir zemin işi olduğunu o zeminin ise ortada olmadığını savundu. 

Yüksel’e göre kültürel hayat daha çok “Cumhuriyet eliti” denilen kimselerin elindeydi ve 1960’lardan itibaren dindar kesimlerden Sezai Karakoç gibi belli isimlerin çıkışı olduysa da “resmi ideolojiden yana olanlar” kültür ve sanat konusunda baskınlığını sürdürdü:

Cumhuriyet, Müslümanlığı şehirlerden kovdu

“Dindar kesimde kentli kültür yoktu. Kentli elitler dediğimiz kesim, Tanzimat’tan itibaren batılılaşma süreci içindeki aristokratik bürokrasiydi. Zaman içinde bürokratik elitin ağırlığı Rumeli kökenliydi. Osmanlı’da batılılaşma da ülkenin en batısından yani Rumeli’den başlamıştı. Batılılaşma Rumeli’den başladığı için Osmanlı eliti Batılılaşmış oldu. Bu batılılaşmanın zirvesi ise Cumhuriyet ideolojisiydi. Kentli elitin batılılaşması, Müslümanlıkla kültürel olarak yollarını ayırmaya başlaması, kentli Müslüman kültürün zayıflaması, radikal Cumhuriyet devrimleriyle Müslümanlığın şehirlerden kovulması gündeme geldi. Kemalizm Müslümanlığı şehirlerden kovdu ve kırsala hapsetti.”

Aslında “hikaye” biraz da böyle başlıyor. 

Kırsaldan kentlere doğru yaşanan göçün varoşları oluşturmasıyla, varoş kültürünün doğmasıyla ve en sonunda serbest seçimlerle “varoşların iktidara gelmesiyle.”
 


Yüksel, serbest seçimlere artık izin verilmesiyle varoşlarda toplanan yapının iktidara yürüdüğünü söylüyor ancak varoş kültürünün kentli kültüre evrilmesini beklemenin günlük siyasetten beklemenin doğru olmadığını düşünüyor. 

Çünkü ona göre günlük siyaset bunun üzerine kurulu değil:

“Batı karşısında yenilmiş, kendi medeniyet şehirlerimizi; Bağdat’ı, Şam’ı, Kahire’yi kaybetmiştik. Türkiye’de kırsala hapsedilen dindar yapının oluşturduğu siyasal yapı uzun vadeli kadrolar oluşturacak bir siyasal yapı değildi. Günlük siyasi konjonktür üzerine kurulu bir yapı inşa edildi. Dolayısıyla kültürel olarak iktidara gelmek söz konusu olmadı.”

Kültürel iktidarın kodlarını oluşturacak sinema, tiyatro gibi sanatların zaten İslam toplumunun tarihsel dinamiklerine ait sanatlar olmadığının altını çizen Yüksel, Müslümanların kendi dinamiklerinden çıkan kültürel formların da büyük oranda çöktüğü görüşünde:

Eski sanatlar artık merkezde değil

“Artık fantezi gibi görünen hat sanatı gibi sanatlar kaldı. Bunlar bir dönem merkeze oturan şeylerdi ama artık merkezde değiller. Müslümanlar kendi kent özelliklerini kaybettiler. Modernleşme ve rantla birlikte Müslümanlara ait bütün merkezler bu anlamda kaybedildi. Çok yoğun bir betonlaşmayla, İslam medeniyeti özelliklerini yansıtan özellikler kaybedildi. Harameyn ve İstanbul dahi bu bakımdan kaybedildi. İstanbul’a baktığımızda içinde tarihi eserler duran beton yağmasına uğramış modern bir kenti görüyoruz.”
 
Siyasal İslamcı kadroların iktidarının AK Parti’yle sınırlı olmadığını da ifade ediyor Yüksel. “Kültürel iktidar” meselesinde AK Parti’nin iktidara geldiği 2002’yi değil Milli Görüş hareketinin ilk kez partileştiği 1969’u baz alıyor. Milli Görüş’ün ilk günden bu yana iktidara odaklandığını savunan Yüksel şunları söylüyor:

Dindarlar “mustazaflaştı”

“(Milli Görüş) sayılar üzerinde hareket eden bir yapıydı. Mesela, “ne kadar imam-hatip açalım” gibi sorular çerçevesinde hareket etti. Dindar kesimde 1950-1960’larda elitten gelen insanlar azdı. Celalettin Öktem, Cemali Öğüt gibi insanlar vardı ama üç-beş kişiydi. Rahmetli Erbakan şehirli bir kökenden geliyordu. Babası 1930’lu yıllarda hakimlik yapan bir insan zaten elit demektir. 1950’lerde üniversiteye gitmek de elit refleksiydi. Milli Nizam Partisi’nde (MNP) elit bir yapı vardı, şehirli isimler görülebiliyordu ama Milli Selamet Partisi’nde (MSP) bu kayboldu. MSP varoşa kilitlenen bir parti oldu. Zaman içinde varoşlaşma eğilimi gösterdi, dolayısıyla bu ülkede dindarlar iyice –bugün bu kelimenin ideolojik bir anlamı da var- mustazaflaştı. E AK Parti’nin iktidar olduğu 16 yılda bir temel atılamaz mıydı? Atılırdı ama bir şey yapılmadı.”

 


Yüksel, AK Parti’nin ve AK Parti’yi doğuran siyasi hareketin yaptığı büyük hatalardan birinin Kur’an kurslarına ve İmam-Hatip okullarına endeksli bir kültür yaşamı sürmeye çalışması olduğunu söylüyor. 

Yüksel’in çarpıcı iddialarından biri de şu: Bu durum bir özgüven sorununu da beraberinde getirdi. 

Dindarların, karşı karşıya geldiği seküler kentli elitin güç taşlarını ele geçirebileceği bir zeminin ortada olmadığını öne süren Yüksel, alternatif üretilemediğini ve “karşı” kültürle becayiş edilecek bir atmosferin ortaya koyulamadığını ifade ediyor:

Özgüven eksikliği oluştu

“Gerek İHL kökenli gerek kuran kursundan gelenler, çok dobra konuşacağım, ezik olarak yetiştirildiler. Çok ciddi bir özgüven eksikliği oluştu. İHL kökenli olup da mahalle değiştirip travmalar yaşamış çok insan var. Yalı veya köşklerde büyümenin insani ve ahlaki olarak bir artısı yok ama maalesef bir eziklik ortaya çıktı. Türkiye’de baskın elit olarak nitelendiren hatta orduyu elinde tutan kesim bu baskıyı uyguladı. Dindar kesimin her ne surette olursa olsun alay edildiği, aşağılandığı, itilip kakıldığı bir dönemden geçtik. Buna şahsım da çok fazla muhatap olmuş bir kimse olarak söylüyorum. O atmosfer ve eziklik duygusu aşılamadı. Dolayısıyla kültürel yapı oluşturmak, kültürel iktidara yürümek gibi bir zemin olmadı.”

“Türkiye’de siyaset kendini sloganlar ve tezahürler etrafında inşa eder. Onun ötesinde uzun soluklu, 50 yıl sonrasını ön gören bir siyaset asla sergilenmez. Oysa kültür, siyasetin sağlayacağı bir öz güven ve zemin üzerinden yeşerir. Siyaset kendini onun üzerine inşa etmedi ki. Siyaset bir anda iktidara gelmek ister. Sonrasında ilişkin projeler 45 yıldır yok. Neden belirli yapıları kadrolarınıza değil de başkalarına teslim ediyorsunuz diye tenkitler alıyorlar. Başka kimse yok ki? Yarım asırda neden oluşturmadınız o zaman? MNP’den beri gelen bu hareketin önemli bir özelliği var. Ben buna ‘Milli Görüş kadrolarının aceleciliği ve sabırsızlığı’ diyorum. Bir şeyin hemen olmasını istiyorlar. Yani meyveyi hemen almak istiyorlar. Sabretmiyorlar. Bu sabırsız siyaset yüzünden 45 yıldır patinaj yapıyorlar. Bu sabırsızlık 45 sene kaybettirdi.”

Gençler Sezai Karakoç’un sadece adını biliyor

Yüksel’in “yeni” gençlerden de pek umudu yok. Onların, siyasi kariyer hedeflerini hızlıca tırmanmak istediğini öne süren Yüksel bunun “sahte kimlikler” ürettiği görüşünde:

“Bir genç, enerjisini siyasi kariyer merdivenlerini çabucak çıkmak amacıyla kullanıyor. Bu da sahte kimlik oluşturuyor. Nargile içen, fiziği düzgünse onu pazarlayan, arzu ettiği her şeyi artık kolay kavuşabilen, sanalda dünyaya açık gerçekte ailesine bile yabancı olan bu bireyler acımasız rekabet içinde ahlaki sorumluluk tanımayıp merdivenleri atlamak isteyen kimselerdir. Bunlar Sezai Karakoç’un sadece adını bilirler, belki kitap kapaklarını görmüşlerdir. En fazla bu kadar. Sezai Karakoç buradadır bir defa kendisini ziyaret de etmezler… Buradan kültürel bir zemin kurulamaz ki…”

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU