New York merkezli İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), 2020 yılına ilişkin raporunu paylaştı. HRW Amerika Kıtası Direktörü José Miguel Vivanco bir basın toplantısı düzenleyerek, geçen yılın insan hakları açısından en kötü yıllardan biri olduğunu söyledi.
Vivanco, Küba, Nikaragua ve Venezuela'daki "diktatörlüklerin konsolidasyonu"ndan bahsetti ve bu üç rejimin her zamankinden daha güçlü olduğuna vurgu yaptı.
Adı geçen ülke yönetimleriyle ilgili HRW'nin suçlamaları beklenmedik değil. HRW Amerika direktörü, bu "diktatörlükler"e ek olarak kıtada insan haklarını tehdit eden iki olgudan daha bahsetti.
İlki, Meksika, Brezilya ve El Salvador devlet başkanlarının dahil edildiği "popülist" grup.
İkincisi ise, "her taşın altından bir kiralık katilin çıktığı Kolombiya" gibi ülkeler. Bu sınıfa, uyuşturucu çeteleri "pandillalar"ın işgali altındaki Guatemala, Honduras gibi ülkeleri de alabiliriz.
HRW, ülkelerin koşulları, geçirdikleri tarihsel-sosyal aşama ve dış güçler gibi etkenlerle ilgilenmiyor. Neticeye bakıyor ve buradan çıkardığı sonuçları bize yansıtıyor. Fakat bu onun ideolojik bir duruşu olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Örneğin direktör Vivanco, 2002'de Chávez'e yapılan darbeyi önce demokratik bir hareket saymış, darbe bir halk hareketiyle başarısız kılındığında ise sessiz kalmayı tercih etmişti.
Zaten Washington eğilimli insan hakları savunucularının en büyük handikabı, küresel dünyaya kuzeyden bakmaları ve bu nedenle güçlü siyasal önyargılar taşımalarıdır.
Geçmişte bölgede demokratik istikrarı baltalayan en önemli faktör, Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) ve muhafazakar oligarşilerin olası bir demokratik ve solcu eğilime karşı da askeri darbelerin destekçisi olarak kıtada oynadığı siyasi roldü.
Bu da kendi toplumsal dinamiği içinde bir demokrasiyi yaratacak olan politik değişimi sağlayacak modern ve demokratik yönetimlerin ortaya çıkma olasılığını bir asırdan uzun süredir ortadan kaldırmıştır.
ABD'nin dış politikası, güvenlik ve savunma doktrinine dayalı olarak düşman ilan edilen bu hareketler, politik yargılamalar ve darbeler yoluyla ezildiler.
Siyasetçi ve bürokratları satın almaktan, muhaliflere karşı yapılan karalama kampanyalarına kadar, doğrudan müdahaleler ve daha birçok istikrarsızlaştırma tekniğiyle demokrasi talepleri boğuldu.
Batılı insan hakları örgütlerinin bir başka yetersizliği de: Geri kalmış ülkelerde, özellikle uluslararası sermayenin etkinliğini göz ardı etmeleridir.
Oysa Latin Amerika gibi sosyal ve sınıfsal eşitsizlik probleminin en üst sırada olduğu bölgelerde demokrasi üzerine düşünmek, kapitalist birikimin burada aldığı biçimleri analiz etmeyi gerektirir.
Sermaye yönünden zayıf olan ülkelerde asgari bir siyasi demokrasinin inşası, sermayenin gücüne bir sınırın konulmasına bağlıdır.
Buna karşılık HRW vb. yapılar, sürekli olarak devletin sınırlandırılmasına odaklandılar.
Latin Amerika'da askeri rejimler ve uzun tek adam diktatörlükleri, devletin gücünün sınırlandırılması gereğini bize sürekli hatırlatıyor.
Fakat neoliberal politikaların laboratuarı olan bu kıta, aynı zamanda dizginsiz sermayenin kendisini devletin yerine koyduğu sayısız tecrübeye sahip.
Özerk kapasitesi, bütçesi, personeli, altyapısı, sosyal entegrasyon için kamu politikaları olan güçlü bir devlet, "kalkınmakta olan ülkelerde" demokrasinin siyasi istikrarı için şarttır.
Ulusal egemenlik için bir devletin, finansal akışı düzenleme kapasitesi ve demokratik meşruiyet için adil gelir dağılımını sağlayan istikrarlı politikalara sahip olması gerekir.
Ancak Latin Amerika'da neoliberalizm bu yönelimi, daima otoriter bir eğilim olarak gördü.
Gerçek şu ki: Bu tip ülkelerde "siyasi demokrasi", temel olanı sorgulamadığı sürece kabul edilir ve bu kabul, egemenlerin ayrıcalıklarını azaltmaya yönelik herhangi bir sosyal ve ekonomik reform değişiklik girişimini anında otoriter olarak damgalar.
Bu yüzden, sosyal reformist diyebileceğimiz Arjantin'de Kirchner ve Brezilya'da Lula-Dilma yönetimleri iktidara gelir gelmez yoğun bir yargı-medya saldırısına maruz kalmışlardır.
Dilma Rousseff hiçbir hukuki soruşturmaya dayanmadan düşürülmüş, Lula ise komik bir bahaneyle hapsedilmiştir.
Cristina Kirchner ise, devlet başkanlığına aday olmama diyetini ödeyerek parmaklıklar ardına düşmekten kurtulmuştur.
Paraguay'da Fernando Lugo'nun başına gelen de Dilma'ya yapılandan farksızdı.
Yakın zaman önce Arjantin'de Mauricio Macri hükümeti ve güncel olarak Brezilya'daki Bolsonaro veya Şili'deki Piñera hükümeti örneklerinde görüldüğü gibi "demokrasi"; ancak sermaye ile yakın ittifaklar dahilinde kabul edildi.
Fakat bunun neticesinde özelleştirme, kuralsızlaştırma, sosyal korumaların kaldırılması ve devletin hakem rolünün tasfiyesi politikaları, devletin altyapı kapasitesini tüketti.
Sağ yönetimlerin açıkça, ama solcuların dolaylı biçimde, dövizi elinde tutan tarımsal ve mali oligarşinin elini güçlendirmesi, bu ülkelerdeki demokrasiyi daha da zayıflattı.
Kronik borçluluk ve faiz girdabında düşük katma değer üreten sanayi, yoksulluğun kangrenleşmesine yol açtı.
Özellikle popülist hükümetler eliyle, aşırı hammadde ihracına dayanan ekonomik büyüme anlayışı, ekonomileri daha da kırılgan hale getirdi.
Yerel pazarlar zayıfladı ve bölgeler arasındaki eşitsizlik arttı. Kayıtdışılık ve sosyal güvenceden yoksun çalışma, yalnızca hukuki zemini değil ekonomiyi de istikrarsız hale getirdi.
Emekçilerin üretimden uzaklaşmasıyla siyasete katılım da düştü. Oligarşi ya da egemen sınıfın ulusal kararlar üzerinde belirleyiciliği mutlaklaştı.
Buna paralel olarak ırkçılık, etnik ayrımcılık, yabancı düşmanlığı ve dinin siyasetteki ağırlığı arttı.
"Popülizm"e gelecek olursak…
Başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, uluslararası kredi kuruluşları ve mali elitler tarafından ele geçirilen Latin Amerika ekonomilerinde demokrasi, artık pratik bir anlam ifade etmiyordu.
İşte bugün "popülizm" olarak mahkum edilen şey, neoliberal politikaların yarattığı bu krizin neticesinde yerel halk tepkilerinin bir sonucuydu.
Bu, aslında 1920'lerde ve 1950'lerde yaşanmış bir siyasi döngünün tekrarından ibaretti.
Dağınık ve kendi öz örgütlenmesinden yoksun halk hareketlerinin iktidara taşıdığı pragmatist ve karizmatik liderlerin önderliğinde, seçkinlerin az ya da çok yerinden edilmesi anlamına geliyordu.
2000'lerde bu döngü kendini Arjantin'de Peronist sol, Venezuela'da devrimci asker, Bolivya'da yerli ve Brezilya'da sendikal hareket biçiminde gösterdi.
Bu yapılar çağdaş ve çoğulcu bir içeriğe dayanmakla beraber, geçmişteki öncülleri gibi işe devletin siyasi özerkliğini genişletmekle başladılar.
Maliye politikasını yenileyerek devletin kapasitesini artırdılar. Vergi sistemini değiştirmeye çalıştıklarında ise "komünist"likle suçlandılar.
Grev ve lokavtlar, spekülatif sermaye hareketleri, gıda sektörünü elinde tutan tekellerin boykotları ve büyük bir medya saldırısıyla karşılandılar.
Aynen geçmiş deneylerde yaşandığı gibi (Guatemala'da Arbenz, Peru'da APRA, Brezilya'da Vargas, Arjantin'de Perón) yargı müdahaleleri ve darbe girişimlerine maruz kaldılar.
Latin Amerika'da sağın, bazen üstü kapalı ve bazen de açıkça söylediği tek şey, devlet başkanlarının sefaleti yönetmekten başka pek bir işlevi olmadığıdır.
Başkanların en büyük becerisi, sürekli artan dış borcu ödemek için daha fazla borç almaktan ibarettir. Sonsuza dek sürmesi gereken bu oyunun sınırları dışına çıkan herkes cezalandırılır.
İçeriden-dışarıdan baskı altına alınan ve kendi ekonomik sınırlarına dayanan "popülizm", çareyi "otoriter devletçiliğe" kaçışta bulur.
Bu da hareketin doğasına uygundur. Çünkü, liberal ve neoliberal süreçler halkın kurumsal demokrasiden beklentisini tükettiğinden bu yapılar ortaya çıkmıştır.
Bununla beraber halkın, tepkilerini köklü bir dönüşüme çevirecek liderlikler ve örgütlenmelerden yoksun olduğu açıkça görülmektedir.
Bu yüzden popülistler, her ne kadar seçim yetkisine ve siyasi özgürlüklere saygıdan bahsetseler de, güçlerinin sınırlarını kabul etmezler.
Kurumsal bir iflas sürecinden geldikleri için, bağlılıklarını kurumlara değil kişisel liderliklere dayandırırlar ve yürütme gücünü pekiştirirler.
Kısa sürede, önce yargı sonra yasama gücünü engel olarak görürler. Bunlar siyasi krizlerin ve otoriter siyasi kültürlerin meyvesidirler.
Bu anlamda -bana kalırsa- Venezuela'daki yönetimin, Nikaragua ya da Küba'dan çok Brezilya'daki ile ortak yanı var.
İki ülke rejimleri farklı ideolojilerde de olsa "civico-militar" özelliktedir. Her ikisinde de askerler, bürokrasinin en etkili noktalarını ellerinde tutmaktadır.
Hatta bu açıdan bakıldığında Brezilya siyasetinde güvenlik güçlerinin temsilci sayısı Venezuela'nın üzerindedir.
Brezilya meclisinde yetmişin üzerinde milletvekili ordu ve polis kökenli. Devlet başkanı Bolsonaro yüzbaşı, yardımcısı Hamilton Mourao general rütbesinden emekli. Bolsonaro kabinesindeki 22 bakanın 9'u asker kökenli.
Nikaragua'da ise Daniel Ortega'nın kişisel otoritesi etrafında şekillenmiş bir rejim var. Üstelik sol bir ideolojik çizgide değil.
Eşini de başkan yardımcısı yapan Ortega, geçmişten gelen tüm Sandinist liderlerle bağını kopardı. Gereğinde IMF yardımı aldı. ABD'ye üs verdi. Kilisenin istediği kanunları çıkardı.
Ortega, muhalefet adaylarının 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmasını engellemeyi amaçlayan ve muğlak sınırları olan bir "vatana ihanet" yasasını geçen 21 Aralık'ta onayladı.
Yine ona bağlı meclis, geniş bir çevrim içi iletişim repertuarını simgeleyen bir "siber suç" yasasını kabul etti.
Ayrıca son derece geniş bir tanımla oluşturduğu "nefret suçları" için, ömür boyu hapis cezasına izin verecek bir anayasa reformunu ilk tartışmada onayladı.
Bu adımlar, tam anlamıyla Ortega'nın kişisel diktatörlüğünün hukuksal dayanağının yaratılmasına hizmet ediyor.
Nikaragua'yı ancak diğer Orta Amerika ülkeleriyle karşılaştırabiliriz. Örneğin; El Salvador'da Nayip Bukele, henüz iktidara geleli iki yıl bile olmadan daha şimdiden kişisel diktatörlüğünü ilan etti.
Bukele, hatırlayanlar olacaktır, geçen yıl şubatta bir bütçe anlaşmazlığı nedeniyle ordunun meclisi işgal etmesini emretti. Kısa süre önce de, kararlarını beğenmediği Anayasa Mahkemesi hakimlerini tehdit etti.
Küba'nın bu rejimlerin hiçbiri ile bir benzerliği yok. Orada Soğuk Savaş döneminde kurulmuş, Latin Amerika'nın belki de en istikrarlı siyasal idaresi var.
Latin Amerika ülkelerinin hiçbiri ile karşılaştırılamayacak düzeyde güvenli ve sağlıklı bir toplum inşa edilmiş.
Tek parti idaresi altında yönetilen bu ülkede söz ve siyaset yapma hakkı oldukça sınırlı. Serbest basın-yayın ve siyasi örgütlenmeler yok.
Ancak iktidardaki parti, tabana yayılmış bir örgütlenmeye sahip. Yani siyasete katılım elitleşmemiş. Ceza ve hukuk sisteminde standartlar oluşmuş. Cezaevi koşulları diğer bölge ülkelerinden çok daha iyi.
Diğer yandan Küba'da muhalifler "rejim karşıtı" olarak görülüyor ve kovuşturmaya uğruyor. Spontane halk tepkileri dışında toplantı, propaganda ve gösteri hakkı yok.
Ancak muhaliflere, ki bunlar bariz biçimde "düşman" ABD yanlısı aktivistler, geçmişteki kadar ağır cezalar verilmiyor.
Kısa süreli hapis ya da çoğunlukla toplumla bağlarını kesecek ev hapsi gibi geçici önlemler alınıyor. Bunların sayısı da oldukça az.
Aslında Küba demokrasisi, güvenlik istikrarı, hukuksal temeli ve kurumlaşması açısından gelişmeye çok müsait.
ABD'nin baskı ve ambargosunu bir tarafa bırakıyorum, iç dinamikler üzerinden bir değerlendirme yapmak gerekirse; siyasi kastı korumaya dönük yaklaşım buna engel oluyor.
Örneğin geçenlerde Yüksek Öğretim Bakan Yardımcısı Martha Mesa "Partimizin devrimci siyasetinin ve ideolojimizin, ahlakımızın, siyasi inançlarımızın savunucusu gibi hissetmeyen üniversitede öğretim üyeliğini hemen bırakıp gitsin" dedi.
İlk ya da orta eğitimden bahsetmiyoruz. Üniversitede hocalık yapmak için bile parti siyasetlerini ve ideolojiyi savunma zorunluluğu getiriliyor.
Ben, bilimsel alanın özerkliğini bile tanımayan bu durumu rejim muhaliflerine karşı alınan önlemlerden daha anti demokratik buluyorum. Üstelik bu tavır, Küba Devrimi'nin aydınlanmacı ruhuna da aykırı.
Fakat Meksika'ya bakarsak; Küba'daki durumun hiç de kötü olmadığını daha iyi anlarız.
Meksika'da uygulanan şiddet seviyesi rekorlar kırıyor. Polis ve silahlı kuvvetler işkence, zorla kaybetme ve yargısız infaz uygulamaya devam ediyor.
Yüzlerce sendikacı, toprak savunucusu hapiste. Gazeteciler ve insan hakları savunucuları, Suriye'den veya Afganistan'dan daha baş döndürücü bir hızla öldürülüyor ve cezasızlık hüküm sürüyor: Suçların yüzde 2'sinden azı çözülüyor.
Kanımca Latin Amerika demokrasisinin temellerini Maduro ya da Castro kardeşler değil, mali oligarşiler ve ABD hegemonyası yok ediyor.
Latin Amerika'da sağlam bir siyasi demokrasinin güçlendirilmesinin koşulu, yurttaş haklarının genişletilmesi, yerlilerin, kadınların katılımı ve devletin kaynaklar üzerindeki denetiminden geçiyor.
Kapitalizm ile demokrasi arasında nedensel bir bağ olduğunu düşünmüyorum. Ama sermayenin toplum üzerindeki egemenliğinde bir azalma isteniyorsa bu ancak toplumsal yaşamın metalaşmadan arındırılmasıyla beraber bir anlam ifade eder.
Büyük sermaye tarafından gasp edilen bir demokrasi, alt sınıflar üzerindeki kontrol korunduğu sürece, "temsili" olarak sürdürülebilir.
Ancak bu durumda da toplumsal hoşnutsuzluk sürekli artacak ve her defasında mevcut olandan daha düşük yoğunluklu bir demokrasi göreceğiz.
Sonuç ise hep bir kriz ve isyan döngüsünden ibaret olacak.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish