Uganda'da halk perşembe günü devlet başkanlarını seçmek için sandık başına gitti.
Ülkede popülaritesi yüksek olan 38 yaşındaki müzisyen Robert Kyagulanyi'nin, namı diğer Bobi Wine'ın 2019 Haziran ayında Devlet Başkanlığı adaylığını açıklaması siyasi arenaya heyecan getirmişti.
Ancak, ülkede normal şartlarda da kısıtlanmış olan ifade ve basın özgürlüğü, seçimler yaklaştıkça hepten baskı altına alındı ve siyasi arena muhaliflere adeta kapatıldı.
Bu sayede seçimlerde "sürpriz" olmadı ve kesin sonuçlar henüz açıklanmamakla birlikte 34 yıldır ülkeyi yöneten Yoweri Museveni beşinci dönem için Cumhurbaşkanı seçildi.
Sahraaltı Afrika'nın duayen otoriter liderleri arasında bulunan Museveni, yaklaşık 20 yıl önce Ruanda Cumhurbaşkanı Paul Kagame ve Etiyopya Başbakanı Meles Zenawi gibi Afrika'nın "aydınlanmacı despotları" arasında gösteriliyordu.
Ancak, aradan geçen süre zarfında Museveni'nin iddia edilen aydınlanmacı yönü kayboldu ve seçim sürecinde yaşananların da teyit ettiği üzere geriye sadece otoriterliği kaldı.
Öte yandan eski yoldaşı ve şimdilerde kan davalısı Kagame, sözkonusu aydınlanmacı despotizmin Afrika'daki en önemli temsilcisi olarak addediliyor ve öyle muamele görüyor.
Bu minvalde Museveni ve özellikle Kagame'ye atfedilen aydınlanmacı despotizmin ne olduğunu, Kagame'nin üzerine neden oturduğunu ve Ruanda halkına olan etkilerini incelemek gerekiyor.
Aydınlanmacı despotizm
İlk olarak Alman asıllı Fransız yazar Baron Grimm tarafından 1758 yılında kullanıldığı bilinen aydınlanmacı despotizm (despotisme éclairé) terimi, 18'nci yüzyıldaki bazı mutlakiyetçi kralların yönetim felsefesini açıklamak için kullanılıyor.
Aydınlanmacı despotlar olarak nitelenen Prusya Kralı II. Frederik, İsveç Kralı III. Gustaf, Rus Çariçesi II. Katerina ve Kutsal Roma İmparatoru II. Leopold'ün de aralarında bulunduğu bu hükümdarların Aydınlanma Çağı felsefesinden etkilendiği, tarihçiler arasında genel kabul görüyor.
Bu anlamda bahsekonu hükümdarlar devlet örgütlenmesinde ve eğitimde köklü reformlar yaparak ekonomik kalkınmayı hedeflemişlerdi.
Öte yandan belli sınırlar içerisinde ifade ve basın özgürlüğünün kullanılmasına müsaade etmişler, mülkiyet hakkı ve hukuk önünde eşitlik ilkesini geliştirmişlerdi.
Ama saltanatları süresince bu kral ve imparatorların yönetim tarzlarının her halükarda baskıcı ve otoriter olduğu su götürmez bir gerçek olarak kabul ediliyor.
Anılan hükümdarların çağdaşı olan Kant'ın da aralarında bulunduğu düşünürler, bahsekonu despotik reform sürecinin devam etmesi halinde aydınlanmacı despotizmin zaman içerisinde demokrasiye evrileceğini savunur.
İngiliz Filozof John Stuart Mill de bu tedriciliğe dikkat çeker ve medenileşene kadar "barbarların" despotizmle idare edilmesi gerektiğini iddia eder.
Bu çerçevede aydınlanmacı despotizm kavramının, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Afrika'daki sömürgelerin kalkındırılması fikriyle eş zamanlı olarak popüler hale gelmesi tesadüf olmasa gerek.
Zira sömürgecilik dönemi yönetim anlayışını da yansıtan aydınlanmacı despotizm ile esasen, "geri kalmış" addedilen Afrika halklarının kalkındırılması ve modernleştirilmesi için, 18'nci yüzyıl Avrupasındaki gibi baskıcı bir şekilde yönetilmeleri gerektiği savunuluyordu.
Böylelikle önce kalkınma, ardından demokrasi ve insan hakları standartlarının gelişeceği iddia ediliyordu.
Neo-aydınlanmacı despot olarak Kagame
Kwame Nkrumah, Leopold Sedar Senghor ve Julius Nyerere gibi bağımsız Afrika'nın ilk liderleri otoriter olarak nitelenmekle birlikte aydınlanmacı despotluk gömleği en iyi Kagame'nin üzerine oturdu.
1994 yılında soykırım yaşanan Ruanda, Kagame'nin otoriter yönetimi altında 2000'li yıllarla birlikte yıllık yüzde 8 gibi bir oranla Afrika'nın ve dünyanın en hızlı büyüyen ülkeleri arasına girmeyi başardı.
Son 20 yıllık süre zarfında ülkede yoksulluğun azaltılması, sağlık hizmetleri ve eğitime erişimin artırılması gibi alanlarda kaydadeğer mesafeler katedildi.
Kalkınma alanındaki bu atılım, çeyrek asırdan uzun zamandır ülkeyi "istikrarlı" bir şekilde idare eden Paul Kagame'nin liderlik tarzı ve vizyonerliğine atfediliyor ve adıgeçenin modern bir aydınlanmacı despot olduğu kaydediliyor.
Diğer taraftan, Ruanda'da ciddi insan hakları ihlalleri olduğu gibi, bireysel ve siyasal özgürlüklerin önünde çok büyük engeller bulunuyor.
Ruanda güvenlik görevlilerince yargısız infazlar gerçekleştirildiği, evsizler ve sokak çocuklarının "icabına bakıldığı" iddia ediliyor.
Muhalif liderler tutuklanıyor, ortadan kayboluyor veya suikasta kurban gidiyor.
Ruanda eski istihbarat başkanının Güney Afrika'da öldürülmesinin ardından Kagame "Ruanda'ya zarar veren kimsenin öyle kolayca kaçamayacağını" ifade etmişti.
2018 yılı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kagame'ye rakip olan Diane Rwigara ise "halkı isyana teşvik" suçlamasıyla tutuklanmış ve siyasi kariyeri bir anlamda başlamadan bitirilmişti.
Doğu Afrika uzmanı Gérard Prunier, sözkonusu şartların hüküm sürdüğü Ruanda'yı çok iyi idare edilen "etnik, sosyal ve ekonomik bir diktatörlük" olarak tanımlıyor.
Buna rağmen Kagame, ABD ve Avrupa ülkelerinin kalkınma yardımı vermekte adeta yarıştıkları bir lider ve bunun iki temel sebebi var.
Birincisi, İsveçli siyaset bilimci Emil Uddhammar'ın da işaret ettiği üzere Kagame'ye verilen desteğin arkasında, Avrupalı siyasetçilerin zihinlerinde hala canlılığını koruyan ve Avrupa'nın gelişme ve kalkınmasında önemli bir rol oynadığı düşünülen "aydınlanmacı despotizm" bulunuyor.
Bu minvalde 18'nci yüzyıl aydınlanmacı despotları gibi halkına kalkınma vadeden Kagame'yi desteklemek ve ülkede demokrasinin gelişmesi için biraz sabırlı olmak gerekiyor.
Dahası, Yoweri Museveni'sinden Paul Biya'sına, İdriss Deby'sinden Alpha Condé'sine kadar, halkına hemen hiçbir şey vaat etmemekle birlikte despotlukta Kagame'den aşağı kalmayacak olan liderlerle çalışan Batılı ülkeler için Kagame esasen bir "ehven-i şer" niteliğinde.
Bu nedenle Kagame yönetimindeki Ruanda'nın, Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nin kuzeydoğusundaki Tutsi milisleri desteklediğinin ve anılan bölgeden çıkarılan değerli maden kaynaklarının yasadışı ticaretinde önemli rol oynadığının ortaya çıkması dahi Kagame'ye karşı ciddi bir uluslararası tepkiye yol açmıyor.
ABD eski başkanlarından Bill Clinton, Kagame'yi "zamanımızın en büyük liderlerinden biri" olarak tanımlarken, İngiltere eski başbakanı Tony Blair'e göre ise Kagame "vizyoner bir lider".
"Kagame sevgisi"nin arka planındaki ikinci neden ise adıgeçenin, kalkınma alanında somut ilerlemeler kaydederek uluslararası topluma küresel kalkınma hedefleri bağlamında ihtiyacı olan "başarı hikayesi"ni sunması.
"Kazan-kazan" olarak adlandırılabilecek bu ilişki türünde gelişmiş ülkeler uluslararası kalkınma gündemi için ihtiyaç duydukları meşruiyet zeminini sağlamlaştırıyor.
Kagame ise yönetimi altında vuku bulan tüm insan hakları ihlallerine rağmen uluslararası toplumdan yardım almaya devam ediyor.
Kagame, Afrika'da da ilham kaynağı olarak görülüyor.
Kendi liderlerini yozlaşmış addeden ve ülkelerindeki ahbap-çavuş siyaseti ve yolsuzluklardan bıkmış olan birçok Afrikalı, despotik bir yönetim tarzıyla dahi olsa halkına belli bir kalkınma seviyesi sunmayı başarmış olan Kagame'ye gıpta ediyor.
Huzur aydınlanmacı despotizmde mi?
Başa dönecek olursak, Afrikalı liderlerin "aydınlanmacı despot" olarak adlandırılması esasen Afrika halklarına yönelik sömürgeci bakış açısını yansıtıyor.
Bu bağlamda Afrika kıtasında insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokratik standartların geliştirilmesinden ziyade kalkınma ve istikrar ön plana çıkarılıyor.
Bunun için de kıta ülkelerinin kalkınabilmesi için toplumun "bir şekilde organize edilmesi" gerektiği savunuluyor.
Bu noktada Kagame devreye giriyor ve Ruanda halkına ekonomik büyüme ve kalkınma diskurunu kullanarak güzelce "nizam" veriyor.
Özgürlükler ile demokratik standartlardan taviz verilerek veya insanların canları pahasına bu haklar ihlal edilerek kalkınmaya öncelik verilmesi, lider konumunda olan Kagame için esasen kolay bir tercih.
Ama bunu bir de despotik yönetim altında yaşayan Ruanda halkına sormak gerekiyor.
Öte yandan, Kagame'nin tercihini kalkınmadan yana kullanmasında, aydınlanmacı despot vizyonerliğinin ötesinde nedenler olduğu anlaşılıyor.
Zira, Birmingham Üniversitesi demokrasi profesörü Nick Cheeseman'ın da dikkat çektiği üzere, Kagame'nin kontrolündeki iktidar partisi aynı zamanda ülke ekonomisinin merkezinde yer alıyor.
Dolayısıyla tercihin ekonomik kalkınmadan yana kullanılması iktidar partisini, muhalefet ve insan hakları savunucularının karşısında sürekli olarak güçlendiriyor.
Bu çerçevede, kalkınmanın "neye rağmen ve ne pahasına" olduğu sorusunun üzerinde ciddi ciddi düşünülmesi gerekiyor.
Ve bu düşünme ameliyesini Afrikalı liderler kadar onların dış destekçilerinin de yapması lazım geliyor.
Koronavirüs salgını döneminde her bir bireyin hayatının paha biçilmez olduğu anlayışından hareketle ekonomide yapacağı ciddi tahribata bakmaksızın haftalar hatta aylar süren tam kapanma önlemleri alan Avrupalı ülkelerinin, Afrikalı birey ve halkların hayatlarının da paha biçilmez olduğu anlayışıyla hareket etmesi gerekiyor.
Zira, Kagame başta olmak üzere Afrika'daki despot yöneticilere verilen açık çekler, bahsekonu ülkelerde her yıl onbinlerce kişinin canına mal olmaya devam ediyor.
Bu anlamda, aydınlanmacı despotizmin Afrika ülkelerinde öncelikle kalkınma, akabinde ise demokrasi getireceği beklentisinin, kıtaya yönelik art niyetli bir politika değilse bile ciddi bir yanılsama ve hüsnükuruntu olduğunu ifade etmek gerekiyor.
Francis Fukuyama'nın "Tarihin Sonu ve Son İnsan" adlı meşhur kitabında mealen dediği gibi, insanlar robot olsaydı despotik yönetimlerin altında yaşamaktan gocunmazlardı.
Ancak, haysiyetli bir varlık olarak insanoğlunun, etrafındaki bireyler ve çatısı altında yaşadığı devletten temel hak ve hürriyetlerine saygı beklentisi bulunuyor ve bu beklenti karşılanmadığı sürece toplumlarda bireysel ve toplumsal şiddet ve kaos ihtimali gittikçe artıyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish