İran'ın büyük şairi Firdevsi'nin iddiasına göre; İran Şahı Behram Gur, hayat neşesini kaybetmiş halkının müzik ve eğlence kültürünün bulunmaması üzerine Hint Kralından yardım istemiş;
Ey yardımsever Kral! Ustaca lavta çalan kadın ve erkek 10 bin Lur (Çingene) seç, gönder.
Bunun üzerine İran'a gelen Çingeneler yaptıkları müzik ve eğlencelerle İran'ın fakir halkının hayat neşesini yeniden kazanmasını sağlamış.
İran Şahı bunun üzerine Çingenelere bol miktarda büyükbaş hayvan, tohum ve buğday bağışlamış. Yerleşik hayat ve çiftçilik mesleğinden anlamayan Çingeneler, Şahın verdiği tüm mükâfatı kısa sürede tüketmiş.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Tekrar Şahın huzuruna çıkan Çingeneler, içinde bulundukları müşkül durumu Şaha bildirmiş.
Oysa Şah, kendilerine ekip biçmek için yeterli mükâfat verdiğini belirterek Çingenelerin taleplerini reddederek şu sözlerle İran diyarından gitmelerini istemişti;
Tohumları, buğdayları ve topladığınız ekinleri har vurup harman savurmasaydınız. Şimdi verdiğim eşekler sizin olsun, onlara eşyalarınızı yükleyin, müzik aletlerinizi hazırlayın, onları ipeklerle bezeyin.
(Onur Oral – Çingeneler)
Bu sözler sonrası İran'dan ayrılan Çingeneler dünyanın dört bir yanına dağıldı.
Efsaneler bir kenara bırakıldığında Çingeneler tarihi aynı zamanda acılar tarihi olarak karşımıza çıkıyor.
Dünyanın neredeyse her köşesine dağılan Çingeneler, gittikleri yerlerde ayrımcılık, hakaret, tecavüz ve cinayete maruz kalmışlardı.
Yaşadıkları tüm acılara rağmen hiçbir Çingene topluluğu, onlara en büyük katliamı yapan Almanlar da dâhil olmak üzere, bir kavme kin gütmemiştir.
Çingeneler yaşadıkları tüm acılara rağmen; Allah'ın onlara bağışladığı 'ilahi' neşelerini asla kaybetmediler.
Tarih sahnesinde insanoğlunun belki de en büyük yetimleri olan Çingenelerin öyküsü asırlar evvel Hindistan'da başlıyordu…
Kendilerine neden 'Roman' diyorlar?
Çingenelere dünyanın neredeyse her coğrafyasında farklı bir isim verilmiştir. Hint dilinde musikişinas anlamına gelen 'Toyeng' denilirken Türkiye'de 'Karaçi, Koçer, Pıpırı, Kıpti' gibi isimler veriliyor.
Yine farklı farklı coğrafyalarda insanlar, Çingenelere hayat şekilleri ve tenlerinden hareketle 'Mustalöinen' (Kara), 'Faraonepene' (Firavun kavminden olan) ve 'Kalo' (kara) gibi isimler vermiştir.
Çingeneler ise kendilerini sadece 'İnsan' anlamına gelen 'Roman' olarak tanımlamayı tercih etmiştir.
Hermen Berger, 'Çingeneler Mitolojisi' isimli eserinde ise üç temel gruba ayırdığı Çingenelerin kökeni hakkında şu bilgileri vermektedir;
"Kaldera Çingeneleri: Rumence'de kazanın adı calderadır. Adlarından da anlaşıldığı gibi çoğu kazancılıkla uğraşmaktadır. Onlarda diğer bütün Çingene grupları gibi yalnız kendilerinin gerçek Çingeneler olduğunu söylerler. İlk olarak balkan yarım adasından çıkmışlar, Sonra Orta Avrupa'dan Fransa'ya geçip, Lovariler, Boybalar, Luliler, Çurariler, Turko Amerikalılar olmak üzere beş kola ayrılmışlardır.
Gitanolar: Dış görünüşleriyle Kalderalar'dan ayrıldıkları gibi, gelenekleri ve lehçeleriyle de farklılık gösterirler. Kendi içlerinde İspanyol ya da Endülüslüler ve Katalonyalılar diye ayrılırlar. Gitanolara her yerde rastlamak imkânsızdır. Sadece Portekiz, İspanya, Kuzey Afrika ve Güney Fransa da rastlamak mümkündür.
Manuşlar: kendilerine Sinti de denilmektedir. Bu isim onlara verilme sebebi İndus kıyılarından geldikleri içindir muhtemelen. Orta Avrupa da ki Çingenelerdir. Üç alt guruba ayrılırlar. Valsikanlar (Fransız Sintiler), Gayrikanlar (Alman Asıllı Sintiler), Piemontesiler (İtalyan Sintiler)."
Çingeneler tarihleri boyunca büyük zulümlere maruz kalmışlardı; ama İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya'sı tarafından sistematik bir soykırıma maruz bırakıldılar.
1942 tarihinde Nazi Komutanlarından Hienrich Himmer tarafından yürütülen katliam planı çerçevesinde Avrupa kıtasında yarım milyon Çingene öldürüldü.
Naziler kurdukları Özel Einsatzgruppe timleriyle büyük bir Çingene avı başlatmış; Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda gibi geniş bir coğrafyaya yayılan Çingeneleri tek tek toplayarak insanlık tarihine kara bir leke olarak geçecek imha planını hayata geçirmişti.
Çingenelerin katledilmesi kadar acı olan bir başka gelişme ise bir tek Nazi savaş suçlusunun Çingene katliamından ceza almamasıydı.
1962 yılına kadar süren savaş suçlarının yargılamalarının tamamı Yahudi Soykırımı çerçevesinde ele alınırken yarım milyon Çingenenin soykırımı dünya vicdanı tarafından görmezden gelindi.
Kendisi de bir Roman olan Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Çingenelerin maruz kaldığı acıları ve hayata bakışını 'Karadut' şiirinde şöyle dile getirecekti;
Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten topyekûn azade
Hani şu ekmeği elden suyu gölden.
Durup dururken yorulan,
Kibrit çöpü gibi kırılan,
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan,
Artık otlar, göstermelik atlar gibi bedava yaşayan,
Sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum.
Netmiş, neylemiş, nolmuşum,
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül,
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum.
Osmanlı ve Çingeneler
Çingeneler tarih sahnesinde birçok coğrafyaya uğramışlardı. Bu duraklarından birisi de Mısır'dı. Bu sebeple başta Osmanlı olmak üzere Çingeneler birçok yerde 'Kıpti' olarak bilinirdi.
Bir rüya üzerine dünyayı dolaşarak büyülü bir eser meydana getiren Seyyahımız Evliya Çelebi, Çingeneler için farklı tanımlamalar kullanmaktadır.
Evliya'nın Kavm-i Kababete olarak nitelediği Çingeneler için Firavun soyundan gelen bir toplum olduğu iddiasında bulunmaktadır.
Halil İnalcık'ın belirttiğine göre; özellikle Üsküdar civarında yaşayan çingenelerin ilk defa İstanbul'a Fatih Sultan Mehmet tarafından getirildiği ve 31 ailenin bu göçe iştirak ettiği tespit edilmiştir.
Efsaneye göre Nemrut'un emriyle Hazreti İbrahim'i ateşe atan Çin ve Gen kardeşlerin soyu da Çingenelere atfedilse de bu etimoloji büyük bir yalandan ibarettir.
Farsça çalgı anlamından gelen 'Çeng' kelimesinden türetilen Çingene; raks edip dans eden anlamında kullanılır. Osmanlı döneminde de Çingeneler daha çok eğlence hayatının asli unsuru olmuşlardı.
En önemli Çingene ulusu Karagöz'dü
Çingeneler Osmanlı'nın kuruluşundan itibaren eğlence hayatında yer almaya başlamışlardı. Bunun en mücessem örneği Hacı Evhat, yani bilinen bir diğer ismiyle Karagöz'dü.
Aslında Çingenelerin makûs talihini en iyi anlatan örnek de Hacı Evhat'ın hayatıdır. Orhan Gazi döneminde Osmanlı tebaası içerisinde Müslüman olan Karagöz, arkadaşı Hacı İvaz (Hacivat) ile beraber halkı öylesine neşe ve eğlenceye sevk etmişti ki bu durum bir takım tutucu kimselerin tepkisine neden olmuştu.
Orhan Gazi, gelen eleştiriler sonucu Hacı Evhat'ı ve İvaz'ı boğdurmuş; ama sonrasında bu kararından pişmanlık duymuştu.
Mevlid'in yazarı Süleyman Çelebi, Karagöz'ün toplumda meydana getirdiği etki ve güçlü mirası için şu dizeleri yazacaktı;
Nakş-ı sun'un remzeder hüsnünde rü'yet perdesi
Hâce-i hükm-i ezeldendir hakikat perdesi
Çingeneler, Karagöz örneğinde görüldüğü gibi halk tarafından çok sevilirken aynı güruhun nefretine de maruz kalabiliyordu.
Bunun belki de en kötü kanıt deyim ve atasözlerimize yerleşen Çingene deyişleridir;
Çingene çoğaldıkça çeribaşı iftihar eder,
Çingenenin evi yanar kendi davul çalar,
Çingene çalar, Kürt oynar,
Çingene evinde musandıra,
Çingene borcu,
Çingenelik,
Çingeneleşmek…
Sayısını artırmanın mümkün olduğu bu sözler Çingenelere genel yaklaşımı ortaya koyar; oysa kötü bakan kötü görür.
Bir de Ahmet Haşim'in baktığı gibi görebilmek için evvela tüm insani donanım ve estetiğe sahip olmak gerekir;
Çingene, insan tabiatına en yakın kalan güzel bir cinsidir. Zannedilir ki bu tunç yüzlü ve fağfur dişli kır sakinleri, beşeri şekle istihale etmiş birtakım yeşil ağaçlardır.
Çingene bizzat bahardır. Çocukluğumda gördüğüm baharlardan bugün hatırımda kalan hayal; kırmızı, yeşil, sarı şalvar giymiş şarkı söyleyen ve el çırpan bir alay genç ki içinde tahta zurna çalıp bu musikinin vahşi kahkahalarının ardından müşabih akisleriyle vadileri inim inleten gene bir Çingenedir.
Osmanlı'nın Çingenelerle tarihte iki önemli münasebeti olmuştu. İlki Mısır'ın fethinden sonra çöle sürülen Çingenelerdir ki bunun en önemli sebebi kargaşa sonucu meydana gelen yağmanın önüne geçmekti.
Bir diğeri ise Endülüs'teki katliam sırasında Osmanlı tarafından kıyımdan kurtarılan topluluklardan birisi de Çingenelerdi.
Osmanlı'da önemli bir devlet görevi almayan Çingeneler, toplumun en önemli müessesi olan izdivaç kurumunu tek başına ayakta tuttukları gibi bohçacılık, demircilik ve seyislik gibi önemli mesleklerin de aranan erbaplarıydı.
Bunun yanında toplumun yapmaktan kaçındığı kürekçilik ve cellatlık gibi mesleklerin de çoğunlukla Çingeneler tarafından tercih edilmesi onların kötü bir şöhrete sahip olmasına neden olmuştu.
Reşat Ekrem Koçu, Osmanlı Çingenelerinin birçok kriminal vakanın başaktörü olmalarına rağmen kendi aralarında 'zina ve livata' gibi sapkınlıkların bulunmadığını ve haklarındaki iddiaların çoğunun asılsız olduğunu belirtmektedir.
Ayrıca Osmanlı, Kıpti Çingenelerinin Müslüman olanlarının da Cizye vergisine tabi olmaları ise şeriata aykırı bir durumdu. Buna rağmen Çingenelerden cizye toplanması eleştirilen bir konu olarak değerlendirilmekteydi.
Çingenelere bu yaklaşımın temel sebebi Osmanlı'nın vergi politikası olarak gösterilse de Müslüman Çingenelerin Müslüman olmayan Çingenelerle bir arada yaşamaya devam etmesi de önemli bir gerekçe olarak sunulabilir.
Müslümanlar arasında Hazreti İbrahim'i ateşe atmak ve Firavun'un soyundan olmakla itham edilen Çingeneler, Hıristiyanlar tarafından ise Hazreti İsa'yı çarmıha geren çivileri imal edip çakmakla suçlanıyordu.
Bu temelsiz iddialar neredeyse her din tarafından dışlanmalarına neden olmuştu. Hatta bazı eserlerde Çingenelerin devlet kademelerinde görev almamasını sözde ataları Firavun'un bir laneti olarak değerlendirerek Dördüncü Mehmet dönemindeki malum hikâye ile açıklamaktadır.
Pirimiz Evliya Çelebi'nin anlattığı hikâyeye göre Dördüncü Mehmet, büyük yararlılıklarını gördüğü Çingene Ahmet Kuli'yi önemli bir devlet görevine getirmek ister.
Kuli ise ataları Firavun'un yaptığı hataya bir daha düşemeyeceğini belirterek Sultana şu cevabı verir;
Padişahım, biz oyuncu taifesiyiz, ceddimizde firavunlardan beri vezir ve Yeniçeri Ağası olan yoktur ve bu fikirler ancak sonu yaklaşan bir firavunun aklına gelir.
Çingenelerin acılarla dolu tarihine rağmen cıvıl cıvıl hayatları bilhassa baharın tüm renklerini temaşa eden düğünlerini büyük edebiyatçımız Yahya Kemal şöyle betimleyecekti;
Düğün alayının geçişi yarım saat sürdü. Yaya kaldırımları üzerindeki seyirciler gülümseyerek, gülerek bakıyorlardı; Çingeneliği aşağı, fakat sevimli buluyorlardı. Davullar ve zurnalar kafile kafileydi.
Ah, bu zurna sesleri ve davul gümbürtüleri! Alafranga yetişen gençlerimizin kalplerinde bu akisler kalabilecek mi? O gün, Filibe'de, o yaya kaldırımı üstünde, o gün mazimizin bir karnaval haline gelmiş bu manzarasını daima hatırlayacağım.
…
Alay emsalsiz bir neşe galeyanıyla akıyordu.(Yahya Kemal Beyatlı – Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım)
*Daha ayrıntılı bir okuma için Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi (1. Ve 2. Cilt); İsmail Altınöz'ün "Osmanlı Toplumunda Çingeneler" çalışması ve Ayşın Şal'ın "Türkiye'de Yaşayan Çingenelerin Sanatsal Olarak Ele Alınışı" isimli çalışması incelenebilir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish