Beyrut patlaması; ikinci bir tür aşağılık hadise

Korkumuz o ki limandaki olayın benzer başka bir operasyonun, yani başka patlamaların ilki olmasıdır

Fotoğraf: Reuters

Lübnan ile gelişmeleri takip edenlerin çoğu eski Lübnan cumhurbaşkanı Emil Lahud’un 14 Şubat 2005’te Refik Hariri suikastının ardından düzenlenen bakanlar kurulu oturumunda bu cinayeti “bir tür aşağılık bir hadise” olarak tanımlamakla yetindiğini; şüpheli bir ihmalkarlıkla, Lübnan ve Arap düzeyinde bir deprem sayılan ve felaket sonuçları bugüne kadar yankılanan bu suikastın mahallinin temizlenmesini talep ettiğini hatırlayacaklardır.

Arkasında yüzlerce ölü ve kayıp, 5 binden fazla da yaralı bırakan, başkent Beyrut’un büyük bir bölümünü harabeye çeviren Beyrut Limanı patlamasına dair iktidarın sunduğu anlatı, Lahud’un sözleri ile büyük bir benzerlik taşıyor.

Bu anlatıya bakılırsa patlamanın nedeni 12 numaralı ambarın kapısına yapılan kaynaklama işlemi sırasında uçuşan kıvılcımların ambarın içinde bulunan havai fişeklerin tutuşmasına ve ardından yine aynı ambarda depolanan bir miktar amonyum nitratın infilak etmesine yol açmasıdır.

Bu senaryo, kötü yazılmış ve yönetilmiş bir tiyatro oyunu için uygun olabilirdi; ancak korkunç felaketin dehşeti ve çirkinliği, ülkenin can damarı ve akciğerinde gerçekleşen bir patlamadan bahsederken bunlar gibi kullanılabilecek başka tanım veya kavram karşısında kendisine inanmak zor.

Başkentin maruz kaldığı yıkımdan sonra iktidarın performansı karşısındaki şaşkınlık ve hayret ise daha büyüktür ve büyümeyi sürdürmektedir.

Lübnan’da daha önce yaşanan birçok suç gibi bu suçun da gerçek nedenlerini ve sorumlu tarafı hiç öğrenmeyebiliriz.

Beyrut’u yerle yeksan eden bir hadiseden sonra iktidarın gösterdiği berbat performans, bilhassa hadisenin sarsıcı bir güvenlik ve askeri saldırı değil de ihmalkarlık ve kötü bakımdan kaynaklanan bir kaza olarak düşünülmesi konusundaki ısrarı, kınanmayı hak ediyor.

Daha önce küçük büyük her hadisede, bu konuda defteri kabarık İsrail’i suçlamayı alışkanlık haline getirenlerin limandaki patlamanın arkasında İsrail’in olduğu hipotezinin ihtimal dışı olduğunda diretmeleri anlaşılır değil.

Ne var ki İsrail saldırısı hipotezinin ihtimal dışı tutulmasının asıl amacının suçlamaları, başkentin merkezinde yer alan hayati bir kamu tesisini, İran’ın kendisine sevk ettiği askeri malzemeler ve ekipmanları depolamak için kullanan Hizbullah’tan (bu konuda birçok güvenlik raporu ve medya haberi bulunuyor) uzaklaştırmak olduğunu anladığımızda şaşkınlığımız azalıyor.

Bütün bunların ortasında İsrail’in şüpheli çekici olarak olayla ilgisini inkar etmekteki acelesi de dikkat çekiciydi.

Doğrusu bu iki pozisyon, iki azılı düşmanı birbirlerinin arkasını kolluyormuş gibi gösterdiği için trajikomikti.

Lübnan yönetiminin amonyum nitratın bu kadar süre boyunca depolanmasından kimin sorumlu olduğu konusunda dikkatleri dağıtmak için yürüttüğü sıkıcı tartışma ve liman yetkililerini ev hapsinde tutmaya yönelik şovenist kararı bir tarafa, objektif olmak bu patlamanın nedenlerini belirlemekte acele edilmemesi ve patlamanın nedenlerini belirlemek için daha erken olduğunu bilsek de hadisenin gerçekleştiği genel çerçeveyi görmezden gelmemiz mümkün değil.

Zira patlama Lübnan ve Suriye’de, hatta İran içinde Tahran ve Hizbullah ile İsrail arasında, 2006’daki savaşın sona ermesi ve ardından 1701 sayılı BM kararının açıklanmasından bu yana tanık olmadığımız bir artan gerilim atmosferi bağlamında gerçekleşti.

Lübnan’da yaklaşık bir hafta önce sınırda bulunan Şeba Çiftlikleri bölgesinde bir gerilim yaşanmış ve İsrail Lübnan köylerini bombalayarak Hizbullah’ın bir saldırı girişimini engellediğini duyurmuştu. Hizbullah ise İsrail tarafı ile çatıştığını inkar etmişti.

2018’de ise İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, BM Genel Kurulu’nda Hizbullah’ın hassas güdümlü füzeleri dönüştürmek için kullandığı Beyrut Havalimanı’na yakın üç mevki ile ilgili fotoğraflar göstermişti.

İsrail bundan sonra Lübnan devletini, İran ve Hizbullah’ın Lübnan topraklarındaki faaliyetlerine izin vererek Lübnan’ı ve Hizbullah ile İran’ın canlı kalkanlar olarak kullandıkları Lübnan vatandaşlarını tehlikeye attığını söyleyerek tehdit etmeyi sürdürdü.

Diğer yandan Suriye’de, İran ve Hizbullah mevzilerine yönelik hava saldırılarını da neredeyse günlük hale getirdi.

Son olarak bu saldırılardan birinde Hizbullah’ın üst düzey komutanlarından biri de öldürülmüş ve Hizbullah intikamını alacağı sözünü vermişti.

Olanları açıklamak için tek bir anlatıya bağlı kalmamak gerektiği ve bir miktar amonyum nitratın da infilak ettiği ile ilgili itiraf göz önüne alındığında mantık olarak amonyumla birlikte başka bir şeyin daha infilak ederek böyle bir yıkıma neden olduğu sonucu çıkıyor.

Bu noktada, karşımıza birçok olasılık çıksa da bunların 3’ü daha dikkate değer:

  • İsrail'in alışılmadık bir silahla konvansiyonel silahlar ve mühimmatın depolandığı bir depoya saldırı düzenlediği
     
  • İsrail’in alışılmadık silah ve mühimmatın depolandığı bir depoyu alışıldık bir silahla vurduğu
     
  • Beyrut Limanı’nda yaşananların İran’ın kalbini vuran, sessizce üstü örtülen, gizemli kalan ve hiçbir tarafın üstlenmediği 5 bombalama operasyonuna benzemesi olasılığı.

Korkumuz o ki limandaki olayın benzer başka bir operasyonun, yani başka patlamaların ilki olmasıdır.

Söylemek istediğimiz, amonyum nitratın patlamanın ve yıkımın boyutunu artırdığına şüphe olmasa da limanı vurmak için kullanılan silahın ya da ambarlarında depolanan gelişmiş ve modern silahların, yıkıcı ve büyük bir mantar bulutunun görülmesine neden olmuş olabileceğidir.

Sorumlu tarafın maddi ve insani kayıplar açısından bunun neden olacağı sonuçları hesaba katmamış olabileceği gibi acımasızlığı, ne insanları ne de taşı umursamadığı bilindiğinden bunu amaçlamış da olabilir.

Buna ayrıca, uyarılara rağmen amonyum nitratın 6 yıldan fazla bir süre limanda bırakılması, bundan hangi tarafın yararlandığı gibi çeşitli soru işaretleri de ekleniyor.

Bu patlamanın bilhassa ülkenin finansal ve ekonomik olarak çöküşü, keskin siyasi anlaşmazlıklar, iktidarı sarsan meşruiyet krizi, Uluslararası Mahkeme’nin 18 Ağustos’ta açıklayacağı Refik Hariri suikastı ile ilgili nihai kararı ve son olarak koronavirüs salgını sürecinde yaşandığı göz önüne alınırsa, bu korkunç hadise ve dönüm noktasından sonra Lübnan’ın önceki gibi olmasını bekleyebilir miyiz?

Bir katliam gibi olan Beyrut patlaması ile halk hareketlerinin ve siyasi liderliklerin dayattığı değişimin gerçekleşmesi mi umuluyor?

Özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Beyrut’a düzenlediği önemli ve kısa ziyaret sırasında Lübnanlıların talep ettiği ve umduğu yeni siyasi sözleşmeyle ilgili sözlerinden sonra ülkede yeni bir aşamanın başlaması beklenebilir mi?

Asıl endişe konusu Lübnan’ın sandık dışı önerilere ihtiyaç duyduğu bir zamanda Fransa Cumhurbaşkanı’nın önerisinin “Ulusal birlik” hükümeti kurulması gibi sandıktan geçen bir öneri olmasıdır.

Ulusal birlik hükümeti kavramı, Lübnanlılar için kötü hatıralar çağrıştırmaktadır.

Hal böyleyken halk nezdinde meşruiyetini yitiren bu iktidardan böyle bir hükümet kurulması istenirse sonuç ne olur?

Devlet içinde bir devletçiğin kontrolü sorunu çözülmezse böyle bir hükümet ne işe yarayabilir?

Ne yazık ki Lübnanlılar, 1989’daki Taif Anlaşması’ndan 14 Mart 2005 devrimi, 17 Ekim 2019 devrimine ve son olarak Patrik Bişara er-Rai’nin Lübnan’a tarafsızlığını yeniden kazandırma ve meşruiyeti geri alma girişimine kadar yakın geçmişte hayal ettikleri devleti inşa etmelerine yardımcı olabilecek çok sayıda fırsatı kaçırdılar.

Patrik’in girişimi, muhalefetin ne siyasi ne de popüler düzeyde değerlendiremediği bir fırsattı.

Umarız BM’deki Arap Grubu’nun talebi üzerine pazartesi günü Lübnan’ın başkentinin yaşadığı patlamanın Güvenlik Konseyi’nde gündeme getirilmesi, ayrıca insani yardımlarla sınırlı olsa da Arap ve dünya ülkelerinin Lübnan’a yardım için harekete geçmelerinden yararlanma fırsatı da kaçırılmaz.

Çünkü bu fırsatı da kaçırırsak karanlık geçmişten kurtulup normal bir ülke inşa etmek için yeni bir sayfa açamayabiliriz.

Ardı ardına yaşanan, daha da şiddetlenen ve dayanılmaz hale gelen ölüm duraklarının değişim ve 50 yıldan daha eski bir savaştan çıkış kapısını açmaması ise en büyük korkumuz olarak kalmaya devam ediyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU