Kimseyi kandırmadım. Ama insanların kendilerini kandırmasına izin verdim. Hiçbiri benim kim ya da ne olduğumla ilgilenmedi.
Marilyn Monroe
Söyleyecek çok sözü, yaşayacak uzun bir hayatı vardı. İkincisi olmadı. Belki ABD kültürünün en bilindik simgelerinden Hollywood yazısına küstah bir bakış fırlatıp "Seni yeneceğim!" diye haykırmadı.
Ama "Bu çöplüğün tüm kodamanları bana 'Başaramazsın' deseydi yine de onlara inanmazdım" diyecek kadar öz güvenliydi.
Başarıdan kastı şöhret olmak ve beğenilmek ise söylediklerinde haklıydı. Öyle ya; gizemlerle dolu ölümünün üstünden yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen eğlence endüstrisi onun gibi sıra dışı bir kadına henüz rastlamadı.
Yarattığı auranın yerini doldurmak isteyen çok sayıda insan olduysa da, günahı ve sevabıyla hala eşsiz bir karakter Marilyn Monroe.
Öyle ki; sanattan, medyaya, teknolojiden, eğlence anlayışına değin hemen her şeyin metamorfoza uğradığı günümüz dünyasında, hâlâ göğsüne taktığı "pop ikonu" nişanını muhafaza ediyor, en etkileyici kadın olarak anılıyor. Şu yâd etme işi bir parça ezbere yapılsa da...
ABD askerlerinin rüyalarından sosyalizme uzanan yolculuk
Koruyucu ailelerle birlikte geçen, evden eve sürüklenen zorlu bir çocukluktu onunki. Gerçek babasının kim olduğunu bile bilemedi. Sevgi ve ilgiden yoksun zamanların tanığıydı.
Cinsel tacize maruz kaldı. Henüz 16 yaşındayken rızası olmadan komşunun oğluyla evlendirildi. Büyük Buhran ve II. Dünya Savaşı'nın güçlükleriyle harmanlanmış yıllara tanıklık etti.
Kore yarımadasındaki ABD askerlerinin hayallerini süsleyen bir "kartpostal" kızına dönüştüğü de oldu, anti-komünist avındakilerin derin ilgisini ensesinde hisseden bir film yıldızına da...
Suratından düşmeyen o müstehzi tebessümü, tepeden tırnağa seksapalitesi, sarı saçları, psikolojik sorunları, sahne şovları, aktrisliği ve ABD Başkanı John F. Kennedy'ye dek uzanan aşklarıyla milyonların gözü önündeki bir filmin başrol oyuncusu gibiydi.
Sadece 36 yıl yaşadı. Dibi de gördü, zirveyi de. Kimilerine göre göz kırptığı sadece kameralar değil aynı zamanda sosyalizmdi. "Aptal sarışın" mitinin öznesiydi; ama sanıldığı kadar klişe değildi.
Marilyn Monroe, beyaz perdenin "sakıncalı" güzellerindendi. Sol ideolojiye yakınlığından sebepli Federal Soruşturma Bürosu'nun (FBI) radarına girmişti.
FBI'ın, hakkında tuttuğu rapordan evvel "Ne biçim bir sahne ismi bu?" diye henüz yapımcısına çıkışmadığı yıllara bakmak gerekiyor.
Yani Marilyn'in Marilyn olmadan önceki senelere, yeni isminin nasıl yazılacağı hakkında en ufak bir fikrinin bile olmadığı zamanlara…
İnsansız hava aracı fabrikasındaki güzel işçi kadın
II. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarıydı. Monroe, Norma Jeane Mortenson adında genç bir ev hanımından fazlası değildi. Sıkıcı hayatından bunalmıştı.
Önce bir çocuk dünyaya getirmek ve denizci eşini beklemek istedi. Kocası yaşı çok küçük olduğu için bu fikre ılımlı yaklaşmadı.
O da bunun üzerine çalışmaya karar verdi. Savaş boyunca ABD ordusu için insansız hava aracı üretecek Radioplane fabrikasında girdi işe.
Quantitatif’teki gibi hem güzel hem işçi kadındı artık. Seveni boldu. Yer Kaliforniya, yıl 1944'dü.
Dünyanın ilk İHA üreten fabrikasında iş başı yaptı. Henüz 18'inde, iki yıldır evliydi.
Ve kıvırcık saçlı genç kadın artık Nazi Almanya'sı mevzilerini bombalayacak Afrodit Operasyonu için dünyanın ilk insansız hava araçlarını üreten fabrikanın çalışanlarından biriydi.
Günde 10 saat ter döküyor, haftada 20 dolar kazanıyordu. Birkaç yıl sonra set işçiliğine terfi edecek, haftada bin 500 dolar kazanacak, Frank Sinatra gibileriyle aynı kadrajın içine sığınacaktı.
Kısa zaman içinde Hollywood’un güzellik tanrıçasına dönüşecek, Afrodit gibi çıplak betimlenecek sayısız fotoğrafın kahramanı haline gelecekti.
Modellik yaptığı ilk işten kazandığı 5 dolar ise debdebeli kariyerinin sadece başlangıcından ibaretti.
Yüzbaşı Reagan'ın fotoğrafçısı ve Kore'deki Türk Üsteğmen
II. Dünya Savaşı yılları çetindi. Soğuk Savaş’ın ilk zamanları da öyle… Ordu, silah ve insan gücüne ihtiyaç duyuyordu. Eksik olan bir başka şey ise evlerinden ıraktaki askerlerin moraliydi!
O dönem ABD Hava Kuvvetleri Film Stüdyosu Birliği'nin başındaki Yüzbaşı Ronald Reagan, (1981’de ABD’nin 40. Başkanı olacaktı) genç fotoğrafçı David Conover'ı Monroe'nun çalıştığı fabrikaya gönderdi. Dronelar güzel bir kadın eşliğinde tanıtılmalıydı.
Ordunun haftalık yayımlanan ve yazıdan ziyade gözlere hitap eden Yank dergisi için işler çıkaran Conover’ın vizörüne takılan ilk kişi genç Norma oldu.
Marilyn'in Marilyn olmadan önce kameralarla tanışması, modelliğe adım atışı işte böyle gerçekleşti.
Modellik kariyeri bununla sınırlı kalabilirdi. Ama ordu fotoğrafçısı çok geçmeden genç Norma’yı meslektaşı Bill Carroll’a önerdi. Eksik portfolyo böylece tamamlanabilirdi.
Carroll, “Bir model yerine genç ve tecrübesiz bir kız arıyordum” diyecek ve tam da hayalindeki kişiyle çalışmaya başlayacaktı.
Kuşkusuz fotoğraflarını çekeceği kadının birkaç yıl sonra sadece ABD’nin değil tüm dünyanın pop ikonuna dönüşeceğinden, Playboy dergisinin kapağına taşınacağından bihaberdi.
II. Dünya Savaşı sona erdi, müttefik kuvvetler kazandı. Her iki taraftan 73 milyon insan öldü. ABD ile Sovyetler iki süper güç oldu.
Birkaç yıl sonra Soğuk Savaş'ın ilk sıcak çatışması Güney ve Kuzey Kore arasında yaşandı. ABD ordusunun yine “morale” gereksinimi vardı.
Monroe, bir kez daha sahneye çıktı. Müstehcen fotoğrafları Güney Kore'deki askerler arasında popülerleşti. Ev hanımı Norma, fabrika işçiliğinden sonra şimdi de takvim kızı olmuştu.
Pentagon tarafından yayımlanan Stars&Stripes dergisi ise ona 1951'de “Miss Cheesecake” unvanını vermişti. Pastanın üstündeki mumu üflerken ne diledi bilinmez ama bu fotoğraf fark edilmesi için yetti de arttı.
Monroe, cephedeki hayranlarını çok önemsedi. Kendisine gösterilen ilgiyi karşılıksız bırakmadı. Öyle ki, ikici eşi Joe DiMaggio ile çıktığı balayında kavga edip Şubat 1954'te Kore'deki birlikleri ziyarete gidecekti.
Japonya'dan Kore'ye geldiğinde üstünde herkesin konuşacağı ışıl ışıl parıldayan mor elbisesi vardı. Dondurucu soğuk havaya ve zatürre olmasına rağmen dört gün içinde on ayrı şova çıktı.
Daha sonra o günleri anarken bu ziyaretin başına gelen en iyi şey olduğunu söyleyecekti.
Monroe, 2 buçuk milyondan fazla sivillin hayatını kaybedeceği savaş esnasında programında olmayan birçok birliği de ziyaret etti.
Sadece parıldayan elbiseler değil, asker üniformasını da üstüne geçirdi. Tankın üstüne çıkıp sevenlerine selam etti.
NATO’ya katılmak hevesiyle o topraklardaki savaşın bir parçası haline getirilen Türk askeri birliğinin de yanına gitti.
Çektirdiği hatıra fotoğrafında objektiflere gülümserken koluna girdiği kişi Pilot Üsteğmen Cavit Özata’dan başkası değildi.
Hollywood’un sakıncalı yıldızı
Marilyn Monroe, film kariyerine başladığında adı, rolü kapmak için yönetmenin yatağından geçenler arasında anılıyordu.
Bunun yanında sıkı çalıştı, oyunculuk dersleri aldı, gerçek bir aktris olabilmek için çaba sarf etti. Başlarda birçok film stüdyosu arasında dolanıp durup kendini kabul ettirmeye çalıştı.
“B Movie” diye anılan ikinci sınıf ABD filmlerinden Hollywood’un tepesine yerleşmesi çok uzun sürmedi. 1952 yapımı “İki Sevgi Arasında” filmi gösterime girdiği sırada daha önce çektirdiği çıplak pozlar basına sızdı.
Bu skandal, filmin çok tutmasını sağladı. Filmde dikkat çeken bir başka detay ise oynadığı Peggy karakterinin aynı zamanda fabrikada çalışan bir işçi oluşuydu. 18 yaşında, henüz üne kavuşmadan önce yaptığı gibi.
Sadece gerçek hayatta İHA üretmiş, filmde ise balık konservesi imal eden bir fabrikada ter dökmüştü.
1956’da “Otobüs Durağı” filmindeki performansı eleştirmenlerin takdirini kazandı. Üç yıl sonra “Bazıları Sıcak Sever” yapımındaki oyunculuğu ona En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Küre’yi getirdi.
Kariyeri boyunca 30 film çevirdi. Sete sürekli geç geldi, repliklerini hatırlayamadı, zaman zaman odasından çıkmayarak çekimlere katılmayı reddetti.
Ölümüyle ilgili gizem bir türlü dağılmadı. Ardında bıraktığı miras güzelliği, popülerliği, uyuşturucu bağımlılığı, mafya ile ilişkisi ve şüphe uyandıran ölümü gibi görünse de madalyonun bir de arka yüzü vardı.
Pek de üzerinde durulmayan siyasetle ilişkisi gibi…
Kruşçev’e alkış tutan Hollywood yıldızı
Soğuk Savaş’ın ateşinin yüksek olduğu 1959’un son aylarında ABD’yi ziyaret eden SSCB lideri Nikita Kruşçev’i dinleyenler arasında Marilyn Monroe da vardı.
Kruşçev, yaptığı konuşmada Disneyland’a gitmesine izin vermeyen ABD yönetimini alaya alırcasına eleştirirken onu salonda alkışlayanlardan biri de Monroe’ydu.
İddia bu ya; o gece Sovyet diplomat Vyaçeslav Yegorov ile gizli bir ilişki kuracak, Sovyet gizli servisiyle temasa geçecek, hatta “Maşa” kod adını alacaktı.
2000’li yılların ilk çeyreğinde dile getirilen bu iddia hiçbir zaman kanıtlanamadı.
Komünizm karşıtı Rusların “Hayvan dışkısı” diye seslendiği, ABD basınının “Budapeşte kasabı, ABD’den ayrıldı” diye manşetlerle andığı Kruşçev’in ziyaretinin Monroe’nun gözünde “İlginç” diye resmedildiği de vaki. En azından çıkışta gazetecilere söylediği buydu.
Monroe, "Görüşleri kesin olarak ve kısaca solcudur" diye hakkında rapor tutulacak kadar sol ideolojiye kendini yakın hissediyordu; ama dillendirmiyordu.
Komünist Parti’ye çalıştığı iddiası ise çoğuna göre dönemin muhafazakâr ABD yönetiminin kuruntusundan ibaretti.
İkonik fotoğrafın sonrası
Özel hayatı hep çalkantılı oldu. Beyzbolcu eşi DiMaggio ile anlaşamıyordu. 1954 yılının bir eylül gecesi yaşananlar bunun kanıtıydı.
Gece saat 1’de, New York’taki Trans-Lux tiyatrosu önünde ekru elbisesiyle duruyor, bir metro mazgalının üstünde eteği sağa sola havalanırken etrafa muzip gülücükler saçıyordu.
Bir film sahnesiydi bu ve Marilyn’i izleyenler arasında sadece eşi DiMaggio değil binlerce hayranı da vardı.
Güçlü projektörler, eteğinin altında olup bitenler ve 15 kez tekrarlanan sahne, eşine göre öfkelendiriciydi. Çekimin ardından kaldıkları otele döndüğünde dayak yedi. Otel yönetimi, polise haber vermek zorunda kaldı.
Kısa süre sonra yazar Arthur Miller ile tanıştı. Onun desteğiyle Sovyetler Birliği’ne seyahat etmek istedi. Bu arzusu Kruşçev’in ABD ziyaretinden dört yıl önceydi.
Ziyareti gerçekleştirememesine rağmen Soğuk Savaş günlerindeki hevesi komünizm yanlısı olarak damgalanmasına yetti de arttı.
FBI, Monroe hakkında bir dosya açtı. O dosya ileride büronun adamları tarafından takip edilmesine kadar uzanacak sürecin aslında başlangıcıydı.
Komünizm avının gölgesinde pop kültür ile intelijansın evliliği
1950’li yılların henüz başlarıydı. Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi, dönemin ABD’sinin en kirli ve baskıcı yapılarından biriydi.
Senatör Joseph Raymond McCarthy öncülüğünde başlatılan soruşturmaların ana konusu komünizmle mücadele ve kimin Sovyet ajanı olup olmadığıydı.
Kısacası Soğuk Savaş döneminin cadı kazanı fokur fokur kaynıyor, Temsilciler Meclisi’nin kurduğu komite “haklı davalarına” hizmet edebilmek için çoğunluğu aydın ve sanatçılardan oluşan kurbanlar arıyordu.
Sene 1954. Akademi ödüllü yönetmen Elia Kazancıoğlu, “Rıhtımlar Üzerinde” filmini çekiyordu.
New York’ta liman işçileriyle sendika arasındaki mücadeleyi anlatan filmin setindeki küçücük rolün sahibi genç kadın Marilyn Monroe, o setten yolu geçen kişi ise Arthur Miller’dı.
İlk orada bir araya geldi ikili. Miller, onu ilk gördüğünde “Ben bu kadını ümitsizce istiyorum!” dediğini çok sonradan itiraf edecek olsa da, birkaç yıl içinde ABD’nin pop ikonu haline gelecek Monroe ile entelektüel dünyanın dikkat çekici ismi arasında ateşlenmeye başlayan aşk, ayan beyan ortadaydı.
Bu oyunda Elia Kazancıoğlu, Marilyn’in eski aşığı iddiasıyla figüran kalacaktı. Kazancıoğlu, saygınlığını ise çok daha önce, 1952'de Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi tarafından sorgulanırken kaybetmişti.
Birçok sanatçı dostunu ihbar edip, komünizm karşıtı olduğunu söylemişti.
Komite iki yıl sonra kancayı bu kez Arthur Miller’a taktı. İfadeye çağrıldığında tarih 21 Haziran 1956’ydı.
Miller, Kazancıoğlu gibi davranmadı, kimsenin ismini vermeyip sadece inandıklarını söyledi, hatta komiteyi küçümseyip alay etti.
Kısacası ABD basınının deyişiyle komünist faaliyetlerde bulunan sanatçıları ifşa etmeyi reddetti, kendisinin komünizmle ilişkisi de kanıtlanamadı.
Tüm bu süreçte Monroe, sevdiği adamın yanında durdu. Kendini Miller’a adamıştı.
Miller, komiteye ifade verdiği sırada -kim bilir belki de dikkatleri dağıtmak için- Monroe ile evlilik planları yaptıklarından söz etti. O planlar gerçek oldu.
Monroe, pek çok film yapımcısı ve oyuncu koçu Paula Strasberg’in “Onunla yakınlaşırsan kariyerini altüst edersin” yönündeki uyarılara kulak asmadı. Miller ile evlenmeyi kabul etti.
Tarih 29 Haziran 1956’ydı. Monroe’nun, Miller’a sadakati ve bu süreç boyunca takındığı tutum Miller’ın işine yaradı. Miller ile ilişkisi de 1961’de boşanmayla noktalansa da bu birliktelik hayata bakışını çok etkiledi.
Miller’ın gözünde ABD toplumunun düşüncelerle alıverişi yoktu, dahası halk ne yaptığını bilmiyor, bilmek de istemiyordu.
Böylesi bir ortamda yazılarını karalayan Miller, Monroe ile 5 yıl evli kalmıştı. Monroe’nun düşünceleri belki sola meyilliydi ama bunları asıl filizlendiren Miller oldu.
“İşçi sınıfı dediğiniz benim gibi insanlar”
Monroe, bir dönem oda arkadaşlığı yaptığı Shelley Winters ile birlikte insan hakları özgürlüğü için yürüyüşlere, eylemlere katılmıştı.
Siyah eşitliğinin tutkulu bir savunucusu oldu. Muhalif tavrını milyon dolarlar kazandığı Hollywood setlerine de taşıdı.
ABD'li soruşturmacı gazeteci Lincoln Steffen’ın hayatını konu edinen biyografisini böylesi bir politik ortamda yüksek sesle okuduğu için radikal bulundu. Kodaman patronları tarafından azarlandı.
Sol görüşleriyle bilinen Steffen, ABD’de yerel yöneticilerin skandallarını ortaya çıkaran, farklı şehirlerdeki yolsuzlukları gazete sayfalarına taşıyan, “Şehirlerin Ayıpları” kitabının yazarıydı.
Monroe’nun hamuru sol kanattaydı. Büyük Buhran zamanında büyümüş, yoksul bir çocukluk geçirmiş, kendini hep işçi sınıfı üzerinden tarif etmişti.
Monroe’ya göre işçi sınıfı onun gibi olan insanlar topluluğuydu.
Marilyn’in gönlündeki başkan
Yıl 1960. ABD, 35. devlet başkanını seçmeye hazırlanıyordu. Connecticut eyaletinde düzenlenen Demokrat Parti’nin kongresinde alternatif delege seçildi Monroe.
Onun asıl aklındaki ise demokratlardan kimin başkanlığa aday gösterileceğiydi. New York Times’dan gazeteci dostu Lester Markel ile sık sık siyasi tartışmalara girdiği yıldı 1960.
Pulitzer ödüllü haberci ile sadece bir araya gelip sohbet etmiyorlar, sık sık mektuplaşıyorlardı.
O mektupların en bilineni 29 Mart 1960’da, Monroe tarafından kaleme alınan oldu. Seçimlerin 8 ay öncesiydi.
“Sevgili Lester, hâlâ yatakta uzanıyor ve seni düşünüyorum. Umarım Bayan Markell iyidir” diye başlayan cümleler seçimlerdeki olası başkan adaylarına ve kimin ne yapıp yapamayacağı hakkında yürüttüğü tahminlere doğru yol alıyordu.
Marilyn’in aklındaki başkan adayı sonradan gözüne kestirip aşk yaşayacağı Kennedy değil dönemin ABD Yüksek Mahkemesi Başyargıcı William O. Douglas’dı.
Adaylar arasında en iyisinin o olduğunu düşünüyor, bu göreve en uygun kişinin o olduğunu söylüyordu.
Genç aday John F. Kennedy’nin ise Douglas’ın yardımcısı olabileceğini, Katolik İrlandalı aileden gelen Kennedy sayesinde Douglas’ın seçim kampanyasında oy kitlesini genişletebileceğinden bahsediyordu.
Mektup seçimlerde kullanılabilecek eğlencelik sloganlarla sona eriyordu.
Yazdıkları sadece bunlarla sınırlı değildi. Monroe komünizmin kapitalizm karşısındaki mücadelesini desteklediğinden söz ediyor, Küba’nın yalnız bırakılışına, muhtemelen belki de ABD’nin uyguladığı ambargoya, öfkeleniyordu.
Sadece 2 yıl sonra Beyaz Saray’da gönlünü kaptıracağı adam Küba’ya yönelik ambargoyu genişletecek, söz konusu kararı ilan etmeden önce ise yardımcısına bin 200 adet Küba purosu aldıracaktı. Rivayet buydu.
“En büyük kâbusum hidrojen bombası, sizinki ne?”
Yıllar önce henüz genç bir kadınken dünyanın ilk insansız hava aracı üreten fabrikasında çalışan Monroe, seneler sonra nükleer silahlanmanın amansız bir karşıtı haline geldi.
Nükleer silahlanmaya karşı kurulan SANE’nin Hollywood ayağının en görünür temsilcisi oldu. O dönem muhabirlerin en büyük korkusunun ne olduğuyla ilgili soruya “Benim en büyük kâbusum hidrojen bombası, sizinki ne?” sorusuyla karşılık verdi.
“Aptal sarışın”, zamanın ABD’sinde sadece fiziğiyle değil ağzından çıkan cümlelerle de cüretkârdı. Zaten yazar Arthur Miller ile beraberliği nedeniyle rahatsızlık yaratan Monroe, bu demecinin ardından FBI’ın iyice ilgisini çekti.
Büronun elemanları yıldız oyuncuyu gözetlemeye başladı. 1962’de hakkında kaleme alınan dosyada şu ifadeler yer alıyordu:
Görüşleri kesin olarak ve kısaca solcudur. Bununla birlikte Komünist Parti tarafından Los Angeles’taki eylemlerde aktif olarak kullanıldığına dair genel bir bilgi edinilememiştir.
Aklını kaybetmekten korkan yıldız
Monroe’nun tek korkusu hidrojen bombaları değildi elbette. Kısa ömrü boyunca en çok akıl sağlığını yitirmekten endişe etti.
Annesi şizofreni hastasıydı. O sürece tanıklık etmişti. Sakinleştirici haplar ile başlayan yolculuk uyuşturucu kullanımına evirilmişti.
Doktoru Marianne Kris, uykusuzluktan muzdarip Monroe’nun hem ruhen hem bedenen yaşadığı kaybın farkındaydı. Çok zayıflamış, yemeden içmeden kesilmişti. 1961’de New York’taki Payne Whitney Kliniği’ne yatırıldı.
Tepkisi sert oldu. Hastaneden kaçmaya çalışırken yakalandı. Kimilerine göre gerçek ile kurguyu birbirinden ayıramaz hale gelmişti.
Kariyerinin başlarında çektiği bir filmden esinlendiğini söyleyenler vardı. Monroe, tıpkı o filmdeki gibi yatırıldığı klinikte de camı kırıp kendini kesmekle tehdit etmişti. Bu davranışı pahalıya patladı.
Kliniğin başka bir tesisine yatırılırken çaresizlik ve ümitsizliği büyüyordu. Doktoru onu hiç ziyaret etmedi. Monroe, onu yetiştiren oyuncu koçları Lee ve Paula Strasberg’e mektup yazıp bulunduğu delikten kendisini çıkarmaları için yardım istedi.
Ancak onların da eli kolu bağlıydı.
Kliniğe tek gelen ikinci eşi, ünlü beyzbolcu DiMaggio oldu. Yetkililere “Eşimi geri istiyorum!” diye bağırdı DiMaggio. Eğer Monroe’yu çıkarıp kendisine teslim etmezlerse her yerin altını üstüne getirecekti!
Hastane yönetimi Monroe’yu gerçekten de tesisten çıkardı. Ama DiMaggio’nun dilediği gibi olmadı. Her ne kadar o hala Marilyn’den “eşim” diye bahsetse de, boşanalı yıllar olmuştu.
Payne Whitney yönetimi, hastanenin halk nezdindeki itibarını da hesaba katarak ünlü oyuncunun Columbia Üniversitesi’ndeki Presbyterian Hastanesi’ne nakline karar verdi. Tedavisi “özel bir odada” devam edecekti.
Kraliçe’nin klişeleri
Ve acı klişeler…
Marilyn hastaneden çıktı. Komedi filminde oynamaya karar verdi. Yapımcısı FOX şirketiydi. Bu film onun ilk kez seyirci karşısında çıplak görüneceği filmdi.
Sete yine az geldi. Yine sorun çıkardı. Üstüne üstlük “Rahatsızım” deyip hakkında aşk söylentilerinin çıktığı ABD Başkanı John F. Kennedy’nin doğum günü partisi için şarkı söylemeye gitti.
Bunun üzerine filmden kovulup sözleşmesi fesh edildi. Filmdeki rol arkadaşı Dean Martin’in ısrarı sayesinde sete geri dönebildi.
Filmin çekimleri tekrar başlamadan önce yüksek dozda sakinleştirici ilaç aldı. 5 Ağustos 1962'de Brentwood, Los Angeles'taki evinin yatak odasında henüz 36 yaşındayken hayata veda etti.
Dünyanın en güçlü adamı J.F.K. ile Palm Springs’de yaşadığı hafta sonu kaçamağından da, J.F.K.’in kardeşi Boby ile bulduğunu sandığı teselli ilişkisinden de, girip de çıkamadığı ilaç komasından da fazlasıydı Marilyn.
“Belki de seksten mahrum edilmiş bir seks tanrıçasıyım” diyen de oydu, IQ’su Einstein ve Hawking’den yüksek olan da, zekâ ile güzelliği tek bir beden için de buluşturan da… Kuşkusuz muhtemelen abartılan da…
Mirası arkadaşlarına…
Monroe yaşamı boyunca eli açık, cömert biri olarak anıldı. Enstitüler ve hatta koruyucu ailelerle birlikte geçirdiği zamanlarda bile... Oyuncu koçuna pahalı kürkünü hiç düşünmeden hediye etmiş, paraya ihtiyaç duyan insanlara yardımcı olmuştu.
Çocuklara karşı da eli hep açık oldu. Milk for Babies ve March for Dimes gibi bu konuda uzmanlaşmış hayır kuruluşlarına ciddi bağışlar yaptı.
Bu cömert tutumu ölümünden sonra bile devam etti. Mirasında önemli bir payı, onun Hollywood’da tutunmasını sağlayan oyuncu koçu ve dostu Lee Strasberg’e bıraktı.
Sahip olduğu evler artık onun olacaktı. Evlerinin geri kalanını ise doktoru Marianne Kris’e devredilmesini vasiyet etti.
Kris, kendi payına düşeni İngiltere’de çocuklar için zihinsel ve ruhsal konular hakkında araştırmalar yapan Anna Freud Merkezi’ne bıraktı.
Bugün Marilyn’den geriye kalan en dikkat çekici miras içine 432 kitabını sığdırdığı kütüphanesi. Muhtemelen süs olsun diye raflara dizilmemiş 432 eserin içinde Dostoyevski de var, Camus de, Halil Cibran da var, Bernard Shaw da…
Hemen hepsi okunmuş, içine ayrıntılı notlar alınmış. Günümüz yıldızlarının hayatının büyük kısmını Instagram ve Tiktok’ta geçirdiği düşünülünce o kadar da aptal sayılmaz Monroe.
Kendi deyişiyle, hedefe ulaştıktan sonra insanın iyice hafiflediğini söyleyen, teptiği yolun ne olacağı ile ilgilenmeyen, başardıktan sonra ise başlama imkânınızın olmadığını söyleyen bir kadın o.
Bilindik bir yüz, aslında pek tanımadığımız bir insan…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish