Geçmişten bugüne Müslümanlardan ulaşan bilimler, aslında kendilerinden önceki diğer milletlerden miras alarak bize aktardıklarıydı.
Sonra Avrupalılar, Arap bilimlerini öğrendiler ve geliştirdiler. Ardından sıra bize geldi ve Avrupalılar tarafından üretilen bazı bilgileri öğrendik.
Bilginin tabiatı böyledir. Nitekim insanlar fikir ve proje geliştirme süreçlerinde çeviri, seyahat, ortak eylem, tartışma ve iş birliği yoluyla etkileşime geçerler.
Her çalışma, yeni bir düşünceyi üreten iki fikrin etkileşimini içerir. Yabancı ülkelerdeki değişim öğrencilerinin uygarlık ruhunu çalıştıkları toplumlardan toplumumuza aktarmadaki potansiyel rolüyle ilgili bir tartışmaya ilişkin çeşitli yorumlar duydum.
Bazı yazarlar bu konuda iyimserliklerini dile getirirken diğer bazıları ise kötümser bir tutuma sahipler.
Ancak tartışmanın kendisini çok ilginç buldum. Zira katılımcıların hepsi yabancı ülkelerdeki öğrencilerdi.
Bu tartışmadan ‘bir bilim dalını okumakla bilimin ruhunu keşfetmek arasındaki farkın idrak edildiği’ açıkça görülüyor.
Yüz binlerce Arap öğrencinin on yıllar boyunca Batı üniversitelerinde okuduğunu veya benzer kapsamda eğitim programlarına katıldığını biliyoruz.
Bu kişilerin bir medeniyet rönesansının başlamasına katkıda bulunmaları ya da medeniyet ruhunu aktarabilmeleri ne kadar mümkündür?
Tartışmaya katılan kişilerin çoğunun bu konuda şüpheci olduğunu gördüm.
Çünkü geri dönenlerin az olmayan bir zaman boyunca iş arayacaklarını ve süreç içerisindeki yaşam telaşının onları tüketeceğini söylüyorlar.
Bu sebeple eğitim yılları dönemindeki fikirlerini unutacaklar ve bugün yaptıklarıyla yetinecekler.
Bu türden düşünceleri işitince üzüldüm. Her ne kadar gerçekçi olsa da bende hayal kırıklığına yol açtı.
Zira bu durumun mevcut gerçekliğe uygun olduğunu önceki yıllarda yerli ve yabancı üniversitelerden mezun olan binlerce öğrenci ile gördük.
Bu öğrenciler vatanlarını inşa etmek için daha az istekli ya da daha az hırslı değillerdi.
Dahası bunlardan birkaçı aradıkları fırsatı elde etti ve karar merkezine yaklaştı veya bir parçası oldu. Ancak getirdiği değişiklik çok zayıftı.
Acaba bunun sebebi kendisiyle mi yoksa içerisinde bulunduğu toplumla mı ilgiliydi?
Ya da bu ikisi dışında farklı bir etken mi söz konusuydu?
Profesör İbrahim el-Büleyhi’nin ‘müstağni tavrımızdan’ ötürü uygar milletleri taklit edemeyeceğimizi veya onlarla yarışamayacağımızı ifade ettiği sözlerini hatırlıyorum.
Bu tavrımızın çeşitli formlar almış farklı versiyonları vardır. Bunlardan biri de bilimsel mirasımızın, siyasi ve dini tarihimizin, hatta şu anki gerçekliğimizin değerini düşünürken abartıya kaçmamızdır.
Oysa gerçekten diğer milletlerde de olduğu gibi bizim de güçlü ve zayıf yanlarımız vardır.
Dönüp kendimize bakarsak zayıf yönlerimizin daha fazla olduğunu göreceğiz.
Çünkü bugünün standartlarını belirleyen biz değiliz. Güç, ilerleme ve büyüklük standartları Batı'da tanınan normlardır.
Profesör el-Büleyhi, içimizden birinin çağın en önemli bilgini Einstein'la tanışması durumunda ona bir şeyler öğretmeye çalışacağını söylüyor.
Nitekim birbirimizden istifade etmekteki aczimiz bunun somut bir örneğidir.
Her birimiz, aileden yahut dışarıdan olması fark etmeksizin, başkalarının öğretmeni olmak istiyoruz.
Amerikalılara liderlerini nasıl seçeceklerini öğreten birini bile gördüm. Buna ikna olmamaya çalışıyorum.
Fakat bununla birlikte her gün gerçeği abartan ve zayıflıkları inkar eden birini görüyorum. Başkalarının kusurları ve eksiklikleri ile meşguller.
Bu örnek tüm gerçekliği temsil etmeyebilir; fakat bunun sürekli tekrarlanması bizim ‘tok tavrımızı’ daha da güçlendirecektir.
Eğer Einstein ile tanışmış olsaydık muhtemelen atalarımızın fizikte neler yaptıklarını anlatırdık…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Adem İpekyüz
© The Independentturkish