Ali Şeriati, Meşhed Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü birincilikle tamamladıktan sonra 1959'da Avrupa’ya gitme fırsatı yakalamıştı.
Hayatındaki dönüm noktalarından birisi olan bu deneyim; fikri muhayyilesini olgunlaştırmasına büyük katkı sağlamıştı.
Fransa’da Sarbonne Üniversitesi’nde ‘İslam Tarihi’ bölümünü kazanmasına rağmen Paris yıllarında asıl ilgisini çeken alan sosyolojiydi.
Bu vesileyle Albert Camus ve J.P. Sartre gibi isimlerin hem fikirlerini hem de bizzat kendilerini tanıma fırsatı buldu.
Özellikle din sosyolojisi konusundaki fikirlerinin olgunlaşmasını sağlayan en önemli unsurların başında Paris aydınları ile yaptığı yakın çalışmalar geliyordu.
Doktorasını tamamlayıp da ülkesine döndüğünde, Türkiye sınırında SAVAK’ın istihbaratı neticesinde tutuklandı.
Bu tutuklanma hayatının sonuna kadar sürecek gözaltı ve kovuşturmaların da başlangıcını oluşturdu.
Aslında Şeriati, çocukluğundan beri hapishaneye girip çıkmıştı; ama artık bu tutuklamayla istihbaratın doğrudan hedefiydi.
Şeriati, hapishane kuytularında kendi kaderine terk edilemeyecek kadar önemli bir düşünürdü.
Bir kovuşturma sonucu arkadaşı Felsefi ile kendisini tekrar demir parmakların arkasında buldu.
Felsefi, Şeriati için kendisini feda ederek tüm sorumluluğu üzerine almıştı.
Oysa Ali Şeriati, dostunun bu fedakarlığı karşısında büyük bir üzüntüye kapıldı; çünkü Şeriati, inandığı ve mücadelesini verdiği fikirleri uğrunda bedel ödemekten kaçabilecek bir şahsiyete sahip değildi.
Şeriati, arkadaşının fedakarlığını, kendisi için tahammül edilemez bir durum olarak görüyordu:
Arkadaşımın benim için fedakarlık yaptığını biliyordum elbette. Bütün suçu üstüne alarak, beni özgür bırakmak için yapmıştı bunu. Ama onun yaptığı bu işle o iyi, ben kötü oluyordum. Buna tahammül edemezdim!
(Yalnızlık Sözleri - Fecr Yayınları)
Şeriati’nin, Felsefi’nin fedakarlığı karşısında sarf ettiği sözler aslında onun mücadele biçimi ve siyasi duruşu hakkında bizlere önemli ipuçları sunuyor:
Dostum Felsefi’nin fedakarlığına katlandığım on yedi gün boyunca ne acılar çektim ben! O siyasi bir mahkûm ben ise adi bir suçluydum. O halkın özgürlük fedaisi, ben kendi servetimi koruma fedaisi… Öyle mi!
Ne kadar aşağılık bir şey! O siyasi bir suçluydu ve suçu belliydi. Beni kurtarmak için kendisini öne atmıştı. Sorguculara beni tanımadığını söylüyordu. Siyasi olaylara karışmadığımı söylemek istiyordu böylece.
Ama ben kendi kurtuluşum için bu alçaklığa katlanabilir miydim? Ben özgür olayım ama arkadaşımı işkencecilerin eline bırakayım, öyle mi?(Yalnızlık Sözleri - Fecr Yayınları)
Ali Şeriati’nin yaşadığı İran, Şah rejiminin diktatöryası altındaydı.
Kapalı ve katı her rejim gibi hür fikrin savunuculuğunu yapan aydınlar, ya satın alınıyordu ya da devletin sert yüzüyle hizaya çekiliyordu.
Şeriati de iktidarın sopasından önce rüşvet tuzağı ile karşılaşmıştı. Rejimin kendisini satın almak için yaptığı teklifleri, büyük bir leke olarak niteledi ve reddetmekten duyduğu gururu şöyle kaleme aldı:
Bana; ‘Biat et, iki masa dışında istediği masaya otur’ dediler. Ben ise gidip kızıl kale askeri zindanlarındaki hücrelere girdim.
Bir süre sonra eli boş dışarı çıktım. Bu defa ülkenin ‘yeşil kale’ zindanlarına düşmüş gibi oldum.
Bağ ve bahçeye kavuşan diğer arkadaşlarımla kendimi kıyaslayınca sevinç, şükür ve şevk deryasında boğuluyorum.
O en büyük lekeye takılıp kalmadım; dünyaya bulaşmadım.(Yalnızlık Sözleri - Fecr Yayınları)
Şeriati, rejimin kendisine yaptığı teklifin benzerlerinin yol arkadaşlarına da yapıldığının farkındaydı.
Para ve mevkiinin cazibesine kapılanları ise “Onlar adlarını ekmeğe sattılar, ben suya verdim” sözleriyle eleştirerek sert tepki gösterecekti.
Şeriati’nin düşünce dünyası
Ali Şeriati, gençlik yıllarından itibaren okumaya başladığı Mevlana’nın “Mesnevi” eserinin, düşünce dünyasının kilometre taşlarından birisi olduğunu dile getiriyordu; ama o aklını ve gönlünü kurcalayan soruların cevabını Muhammed İkbal’de bulacaktı.
İkbal’i Müslümanlar için bir işaret olarak gören Şeriati, onu, düşünsel anlamda çoraklaşmış topraklarda susamış bir yolcu olarak tanımlar:
Müslüman'ın dilinden konuşuyorum... Ben onlardanım; benim gibi dertli olanlara sesleniyorum: İkbâl bir 'işaret'tir.
Bu kurak topraklarda, zamanımızın coşkun ve fırtınaya kapılmış 'çöl'ünde araştırmaya susamış düşünür, her düşünceye veya dîne yöneliyor, tüm kurtuluş yollarını gösteren fikirlere bakıyor; ama doymuyor.
Doğru yolu bulduğu ve iyi bir sonuca vardığı zaman ise, yine de tüm dertlerine çare bulmuş olmuyor. Çünkü benim gibiler asrımızdaki akıma bağlı olarak yalnız kendi ülkelerinin coğrafî sınırlarında, kendi toplumlarında, kendi tarihlerinde yaşamaktadırlar.
Böylelikle gelişmiş teknolojinin ve yeni bilimlerin, zorbaların, fitneciliğin ve Batı'nın yanlış anlaşılmış uygarlığının karşısında durmuş olduğumu; bu zıt cephelerin önünde, varlığımı yok etmeye kararlı olan fırtınanın karşısında olduğumu bilmeliyim.(Biz ve İkbal - Fecr Yayınları)
Şeriati’nin Muhammed İkbal'i ele alış biçimi ve konumlandırması da önemlidir.
Büyük düşünürler arasında gördüğü Mevlana ve Gazali’nin politik duruşunu eleştirirken yine önemli politik figürlerden Selahaddin Eyyubi ve Eba İslam gibi isimleri ise düşünce dünyasına olan mesafelerini doğru bulmamaktadır:
Muhammed İkbal, İmam Gazzalî veya Muhyiddîn Arabî ve hatta Mevlana gibi yalnız ve yalnız irfan âlemine dalarak, madde ötesini düşünen ve nefis terbiyesiyle kendisini ve kendisi gibi birkaç kişiyi yetiştiren, dış âlemden ve Moğollar'ın ümmet üzerindeki baskı ve zulmünden habersiz bir arif değildir.
Ebâ Müslim ve Selâhaddîni Eyyûbî gibi İslam tarihinin yalnız savaş, mücadele ve kılıç adamlarından da değildir.
Yalnızca düzeltme ve değiştirme ile uğraşan, düşüncede devrim yapan ve sosyal ilişkilerde insanî terbiyeyi düşmana güç ve zor kullanarak kazandırmayı yeterli bulanlar gibi de değildir.
Hindli Seyyid Ahmed Han gibi, İslam toplumu ne durumda olursa olsun, hatta İngiltere saltanatı egemenliği altında bile olsa; onun birleşimci bir etkiyle veya ilmî ve yirminci asrın mantıkî yorumları ve Kur'an'da derin ve filozofça araştırmalar yapmakla diriltilebileceğine de inanmıyor.(Biz ve İkbal - Fecr Yayınları)
Şeriati’ye göre Muhammed İkbal; aklı, kalbi ve siyaseti aynı bünyede eritebilmeyi başarmış önemli bir örnekti.
İkbal; Hz. İsa gibi bir kalbi, Sokrates gibi düşünsel melekeleri ve Kayser gibi yönetim becerilerini bir araya getirmiş bir ‘işaret’ti.
Müslüman aydının kopya hastalığı
Ali Şeriati, geleneksel anlamda iyi bir Şia eğitimi almıştı; ama aldığı eğitim onu İran’ın veya Şia’nın sınırlarına mahkûm etmeyi başaramamıştı.
Onun tahayyülündeki aydın kavramı, İslam beldelerinin tüm sınırlarını kuşatıyor ve taassupları yıkıyordu.
Buna göre aydının iki temel görevi vardı; öncelikle kendi dar kalıplarını aşmak ve halkı aydınlatarak peşinden sürüklemekti.
Bunun için aydının evvela bir kopya olmak hastalığından kurtulması gerekiyordu:
Bizzat kendisi toplumu tanımalı, gitmesi gereken ve kitleleri sürüklemesi gereken yolları yürüyüp, yürütmelidir.
Biz son asrın yarısında, kendi değerlendirmemizden geçireceğimiz bir aydın sınıfı olgusuyla karşı karşıyayız. Her şeyden önce bu kesimi iyi bir şekilde değerlendirme zorunluluğunu hissediyoruz.
Bunun yanında, bizzat kendimiz de bu tabakadanız. En azından kendimizi değerlendirip, nereden geldiğimizi, ne zaman geldiğimizi, neden geldiğimizi değerlendirmemiz doğru bir çıkış olacaktır.
Gerçek aydın ve aydın kopyası anlatıldığı zaman, Avrupa dışındaki (Afrika, Asya ve Latin Amerika gibi) ülkelerde aydınların Avrupa’daki bir kopyası olarak görülecektir.
Bununla birlikte biz Asya, Afrika ve Latin Amerika aydınları, Batı aydınlarının bir fotokopisi gibiyiz. Ne bir azı ve ne bir fazlası.
Orijinalin bir kopyası olduğumuzdan kendimizi tanımamız, kendi zaaf noktalarımızı, kuvvetli yanlarımızı keşfetmemiz, 'orijinal kaynağı' tanıyıp, yorumlamadan mümkün olmayacaktır.(Aydın - Fecr Yayınları)
Şeriati’ye göre, toplumu peşinden sürükleyecek aydının, fildişi kulesinden çıkıp, halk ile köprü kurması gerekmektedir.
Aksi halde içinde yaşadığı toplumu anlamaktan da mahrum kalacaktır:
Aydının bütün toplumu kendi zevkine ve kendi grubunun aydınca iç ilişkilerine göre genelleştirmemesi gerekir. Bu aydının hatalarından birisidir.
Dini bir toplumda yaşıyoruz, dini bir tarihe bağlıyız, dini bir kültür atmosferinde nefes alıyoruz.
Eğer aydın, şuurlu ve kendi toplumunu şuurlanmaya yöneltme sorumluluğunu kendinde hisseden bir gruptan ise, bu aydının her şeyden önce 'kendisi ile toplumu arasında bir köprü' meydana getirme düşüncesinde olması gerekir.
Böyle bir köprü, dine dayanmak, dini bilmek, dini ilmi yönden dikkatli bir şekilde incelemek ve toplumumuzun ruhunun özünü yapan dini tanımaktan başka bir şey değildir. Birinci söz budur.(İdeallerin Yenilgisi - İdeal Kitaplar)
Şia’nın Osmanlı taassubunu yıkıyor
Ali Şeriati’nin kendi fikir havzasında en fazla eleştirilmesine sebep olan hususlardan birisi Osmanlı hakkındaki görüşleri geliyordu.
Klasik İran düşüncesinde Osmanlı müspet bir noktada değerlendirilmiyordu.
Şia taraftarlarınca Osmanlı, fitnenin kaynağı olarak ele alınmasına rağmen Ali Şeriati, İslam dünyasının Haçlı istilası ve Batı sömürgeciliğine karşı Türklerin kurduğu bu cihan imparatorluğunu İslam dünyasına kalkan olduğunu düşünmektedir.
Sünni dünyanın tarihteki en büyük devleti Osmanlı’yı, korumacı bir refleksle ele alması Şeriati’yi zaman zaman kendi taraftarları arasında dahi yalnızlaştıracaktı.
Şeriati’ye göre İran da dahil İslam aleminin maruz kaldığı vahşi sömürü düzenin en büyük nedeni artık Osmanlı’nın olmayışıydı:
Ama, onu bizi yutmak için eğilen ve yolunun üzerinde bir set gibi durmuş olan Osmanlı ile savaşan Batı sömürüsüyle ve saldırgan Hıristiyanlık’la ölçersek,
Müslümanların, anısı hala silinmeyen kol ve kılıç güçlerini onunla gösterdiklerini -kolumuzun zayıflamasından, kılıcımızın kınına girmesinden ve o Müslüman fasit yönetimlerin yenilmesinden itibaren-,
tarihin hiç görmediği biçimde sömürüyü vahşice, eşkıyaca ve ihanet olarak bize yükleyen acımasız ve zorba Batı ulusunun ve onların insanlık dışı düzeninin o an Osmanlı gücüyle darmadağın olduklarını,
ülkemize saldırılarının geri püskürtüldüğünü, onların Müslüman kılıcını Osmanlı eliyle tattıklarını, Orta Çağ’dan başlayarak bize karşı haçlı seferleri düzenleyen maceracıların hâlâ İslam’ın gücünden bu nedenle korktuklarını
ve Akdeniz’in, Yunanistan’ın ve Doğu Avrupa’nın Müslümanların eline düştüğünü göz önünde bulundurursak, o zaman yargımız değişir.(Ali Şiası Safevi Şiası - Fecr Yayınları)
Şeriati’nin sözleri, yalnızca İran düşüncesindeki yerleşik Osmanlı algısını hedef almaz.
Hz. Ömer ve Selahaddin Eyyubi gibi isimlere yönelik tavrı da eleştirir ve sözünü Safevî Şiası'ndan sakınmaz.
Osmanlı başta olmak üzere Sünni dünyaya olan Şia düşmanlığını, Batı artığı bir kompleks olarak niteler:
İslâmî temel ya da sömürü karşıtlığı açısından bakarsak, Hıristiyanlık karşısında bir Müslüman olarak Şia, Batılı sömürgeci karşısında Doğulu bir sömürü kurbanı olan aydın onu düşünürse, o zaman yargı değişir.
'Bu bakış açısından', keşke o Şia karşıtı Selahaddin Eyyubi, Filistin’de yeniden ortaya çıksa; o kirli Halid b. Velid, kılıcını Bizans’ın askeri gücüne karşı çekse; o yiğit Selçuklular, kan emici Haçlıları Akdeniz’e dökse; Sünnî mezhepli fâsit Osmanlılar, Batı’nın sömürü gücünü Afrika’dan, Asya’dan ve çaresiz İslam toplumlarından sürseler, diye arzulayacaktır.
Osmanlılara karşı yapılan bütün bu propagandalar, Batı’nın ve Hıristiyanlığın eski komplekslerinin tezahürü, o ezici kılıçlardan aldıkları yaralanan ürünüdür.(Ali Şiası Safevi Şiası – Fecr Yayınları)
Elbette böylesi keskin fikirler hem SAVAK’ın hem de yüz yılarca tüm İran düşünce sistemine hâkim olmuş geleneksel Şia’nın tepkisini çekecekti.
Şeriati, SAVAK’ın emriyle üniversitedeki işinden kovuldu. Sürekli peşinde polis olması sebebiyle de hareket alanı kısıtlanmıştı; fakat hiçbir çaba onun üretmesini engelleyebilecek güce sahip değildi.
Şeriati, hür düşünmesini kısıtlayacak bütün engellemelerle savaşmaktan geri durmayacaktı.
Öyle ki bu uğurda kendisini en özgür hissettiği ve en yakın arkadaşları olarak gördüğü kitaplarını dahi yakacaktı.
Özgürlüğün dahi kendisini kör edip bakışının aynılaşmasına gönlü razı değildi:
Kül olmuş yazılarımı, ciğerparelerimi, şiirlerimi, ruhumun ve kalbimin parelerini, yazı masamı, hayatımı, çalışma odamı, tüm hayatımı mahvolurken seyretmekten daha acı bir dert düşünülebilir mi?
…
Evet, var, bunlardan daha büyük bir acı var; odasında duran kendini ateşlerde gören, dünyasının ve hayatının yandığını, evinin kül olduğunu seyreden bir insanın, bu acımasız ateşi bizzat kendisinin yaktığını hatırlaması çok daha büyük bir acıdır.(Yalnızlık Sözleri - Fecr Yayınları)
Cemil Meriç: Evladım, ben bir Ali Şeriati olmak isterdim
Cemil Meriç; Türk düşünce dünyasının en büyük sosyologlarından birisi, belki de en büyüğüdür.
Daha fazla oku
-
Arâftaki aydın: Cemil MeriçNode ID: 196521
Ali Şeriati denildiğinde genellikle ele aldığı konular bağlamında akla gelen ilk kişi Cemil Meriç’tir.
Kendisinin talebeliğini yapan ve Meriç gözlerini tamamen kaybettiğinde ona sık sık kitap okuyan gazeteci-yazar Ali Bulaç; Şeriati ve Meriç arasındaki ilişkiye de değinmiştir.
Üsküdar Belediyesi’nin yıllar önce gerçekleştirdiği Ali Şeriati sempozyumunda hatıralarını paylaşan Bulaç; başlarda Cemil Meriç’in Ali Şeriati’ye iltifat etmediğini ama sonraları büyük bir hayranlıkla Şeriati’ye yaklaştığını belirtmekteydi.
Öyle ki Meriç’in kendisine “Evladım, ben bir Ali Şeriati olmak isterdim” dediğini belirten Bulaç; Meriç’in Şeriati’den en büyük eksiğinin İslami ilimlerdeki yetersizliği olarak görüyordu.
Şeriati, Batı felsefesi Fanon, Camus ve Sartre ile dostluk kuracak kadar yakından bilmesinin yanında geleneksel İslam düşüncesine büyük bir vukufiyet içerisindeydi.
Meriç, kendi ülkesinde yaşadığı bunalımı “Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?” sözleriyle eleştiriyordu.
Durum, Şeriati için daha farksız olmadığı gibi artık bir çıkmaz halini almıştı.
Henüz gençti, İran’da kalırsa öldürüleceğini biliyordu, ölümden korkusu yoktu; fakat zihninde şimşekler çakıyordu ve kısa olacağını çok önceden sezdiği ömründe üretmek istiyordu.
Sahte bir kimlikle önce Belçika’ya geçmeyi başardı ve ardından da İngiltere’ye geçti.
Şeriati’nin amacı Amerika’ya gitmekti; ama SAVAK ve İngiliz istihbaratının ortak operasyonu ile 19 Haziran 1977 yılında kaldığı otel odasında öldürüldü.
Cinayeti kayıtlara kalp krizi olarak geçirilse de ne ailesi ne de sevenleri Şeriati’nin eceliyle öldüğüne hiçbir zaman inanmadı.
Onun ölümü İran’da devrimin ilk kıvılcımlarından birisi oldu.
Milyonlar, Şah rejimine karşı sokaklara döküldüğünde kalabalıkların dilinde Şeriati’nin “Hayat: iman ve cihad” sloganı vardı.
Şeriati’nin duruşu, yaşamı ve ölümü, İran halkının hem diktatörlük rejimine karşı ataletini yenmesine vesile oldu hem de özellikle Sünni dünyaya karşı birçok İranlının taassuplarını yeniden gözden geçirmesini sağladı.
Şeriati tüm hayatını duasında arzuladığı gibi yaşadı:
Allahım! Bana yenilgide çabalama, umutsuzlukta sabretme, yoldaşsız yürüme, silahsız savaşma, ödülsüz çalışma, sessizlikte fedakarlık, dünyasız din, avamsız mezhep, isimsiz yücelik, pişkinliğe vurulmayan pervasızlık, gurursuz çetinlik, hevessiz aşk, halkın kalabalığı arasında yalnızlık ve sevilenin sevildiğini bilmediği bir sevme başarısı nasip et.
(Dua - Fecr Yayınları)
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish