Helin Bölek’in ölümünden kısa bir süre sonra Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek 323 gün boyunca sürdürdüğü ölüm orucuna ara vermiş; ama yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamamıştı.
2000’li yıllarda meydana gelen kanlı “Hayata Dönüş” operasyonları sonrasında ilk defa Türk kamuoyu bir politik eylem olarak ölümü tüm sevimsizliği ile tartışmaya başladı.
Aslında ölümün bir ifade özgürlüğü olarak kullanılmasının meşruiyeti, gerek hukuki olarak gerekse de vicdani anlamda büyük bir tartışma konusudur.
Helin Bölek ve İbrahim Gökçek’in eylemlerinde başta sosyal medyada olmak üzere birçok kişi devletin bu eylemlere gerekirse neden zorla müdahale etmediğini tartıştı.
Oysa açlık grevleri ve ölüm oruçlarına müdahale konusunda ciddi bir hukuki açmaz söz konusudur.
Uluslararası hukuk açısından da tam bir mutabakat söz konusu değildir. Bu eylemlere nasıl yaklaşılacağına dair üç önemli bildiri karşımıza çıkıyor.
İlki 1975 yılında Dünya Tabipler Birliği tarafından yayınlanan Tokyo Bildirisi’nde devletin ölüm orucuna giren bir mahkûma müdahale etmeye izin vermişti:
Bir hükümlü beslenmeyi reddettiğinde, eğer hekim, beslenmeyi gönüllü olarak reddetmenin yol açacağı sonuçlar üzerinde kişinin tam ve doğru bir yargıya varacak yetenekte olduğu kanısında ise, bu kişiyi damardan beslemeyecektir. Hükümlünün böyle bir yargıya varma yeteneği ile ilgili karar, en azından bir başka bağımsız hekimce onaylanmalıdır. Beslenmeyi reddetmenin yol açacağı sonuçların hekim tarafından hükümlüye anlatılması gerekir.
Tokyo Bildirisi’nde insanın yaşam hakkından hareketle alınan bu karar kişinin ifade özgürlüğü ve hür iradesi açısından değerlendirilmişti; ama bir takım tartışmaları da beraberinde getirmişti.
Bu bildiriye 1981 yılında Britanya Tabipler Birliği mahiyetinde bir cevap bildirisi yayımlanarak mahkûmun hür iradesi ile yaşam hakkı arasında bir özerkliğe sahip olduğu vurgulanıyordu:
Hastanın özerkliğine saygı göstermeyle, mahkûmun yararına olacak şekilde mümkün olan anlarda müdahale etme gereksinimi arasında bir denge oluşturulmalıdır.
Son olarak 1992 yılında İspanya’da yayınlanan Malta Bildirisi’nde ise ölüm orucundaki tüm sorumluluk hastayı gözeten hekime bırakılmış ve müdahale gerekiyorsa bu konuda gerekeni yapması tavsiye edilmişti:
Müdahale etmek ya da etmemek konusundaki son karar -temel çıkarları hastanın iyiliği olmayan- üçüncü tarafların müdahalesi olmaksızın hekimine bırakılmalıdır. Gerektiğinde hekim, hastaya açıkça, onun (hastanın) tedaviyi reddetme, koma durumunda, yapay beslenme ve ölüm riski gibi kararını kendisinin onaylayıp onaylamadığını belirtmelidir. Eğer hekim hastanın reddetme kararını onaylamıyorsa, onun başka bir hekim tarafından takip edilmesini sağlamalıdır.
Türk ceza hukukunda ise Anayasa’nın 17'nci maddesine göre, herkes yaşam hakkına sahiptir ve hiç kimse ve hiçbir kurum bir başkasının vücuduna rızası olmadan dokunamaz, üzerinde tıbbi bir müdahalede bulunamaz.
Bunun yanında bir mahkûmu açlık grevi veya ölüm orucuna teşvik etmek büyük bir suç olarak değerlendirilmektedir.
Bu eylemi desteklemek yani mahkûmun vücuduna gıda girişini engellenmesine sebep olmak 5237 sayılı Türk Ceza Hukuku’nun 298'inci maddesine göre suçtur:
Hükümlü ve tutukluların beslenmesini engelleyenler hakkında iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası verilir. Hükümlü ve tutukluların açlık grevine veya ölüm orucuna teşvik ve ikna edilmeleri ya da bu yolda kendilerine talimat verilmesi de beslenmenin engellenmesi sayılır.
"Hayata Dönüş" Operasyonu sonrası başlayan büyük tartışma
Hasta vücuduna müdahale tartışmaları ülkemizde 2000’li yıllarda meydana gelen “Hayata Dönüş” operasyonları sonrası kamuoyunu bir hayli meşgul etti.
F Tipi Hücreleri protesto etmek amacıyla başlayan eylemlerde 1 yıl içerisinde hapishanelerde 40 mahkûm ve dışarda da eylemlere destek veren 29 vatandaş ölüm oruçlarında hayatını kaybetti.
Olaylar sırasında Ankara Numune Hastanesi Klinik Şefi olarak görev yapan ünlü psikiyatrist Erol Göka’nın mahkûmların ölüm oruçlarına zorla müdahale ettiği iddiaları büyük tartışmaların meydana gelmesine sebep oldu.
İddialar sonrası Çağdaş Hukukçular Derneği ve Erol Göka arasında ciddi bir polemik başladı.
Derneğin İstanbul şubesi yaptığı açıklamayla Göka’yı biranda hedef tahtasına oturttu:
Erol GÖKA o sürecin tanığı değil, sorumlularındandır. Bay profesörün klinik şefi, ölüm orucu komisyon başkanlığı yaptığı Ankara Numune Hastanesi, o dönemde bir işkence merkezine dönüşmüş, onlarca tutsak tıbbi müdahale adı altında katledilirken onlarcası da sakat bırakılmıştır. Erol GÖKA ve ekibinin zorla müdahale işkencesiyle katlettiği tutsak listesi oldukça uzundur. Tüm süreç boyunca bir hastaneden çok özel savaş birimi olarak çalışan bu hastaneye Meclis İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyesi milletvekilleri dahi alınmadılar. Bu hastanede çalışan hekimlerin kimlikleri gizli tutuldu. Çünkü Ölüm Orucunda bulunan tutsaklar yatağa zincirlenerek, elleri kelepçelenerek zorla müdahale işkencesine tabi tutuldular. Kanlar içinde kalan tutsaklar bu operasyon sonucu ya katledildiler yahut sakat bırakıldılar. Tüm bu yaşanılanların birinci dereceden sorumlusu Erol GÖKA’dır.
Erol Göka ise bu iddialar karşısında verdiği cevapta suçlamaları reddederek ölüm oruçlarına herhangi bir müdahalelerinin bulunmadığını dile getirmişti:
Sayın yetkililer, Ben Dr. Erol Göka'yım. 5 Kasım 2012 tarihli basın açıklamanızı üzülerek okudum, çünkü basın açıklamanızda 'kimlik bilgilerim' dışında hiçbir ifade gerçeklerle bağdaşmamaktadır. 2000 yılında ölüm oruçları sırasında Ankara Numune Hastanesi Psikiyatri Kliniği olarak görev yapıyordum, mesleğim gereği komisyonda da yer aldım.
Komisyon üyeliğim, gönüllü ve görevlendirmeyle değil, ölüm oruçlarını ilgilendiren nöroloji, gastroenteroloji gibi branşlardan birisinin başında olduğum için mesleğim gereği gündeme gelmiştir. Benim ve birlikte çalıştığım tedavi ekibinden arkadaşlarımın ölüm orucu eylemcilerine karşı Malta ve Tokyo Bildirgelerinde belirlenen hekim sorumluluğu dışında hiçbir tıbbi girişimimiz, müdahale çabamız olmamıştır.
Eylemcilerle ilişkimiz asla hekim-hasta ilişkisi dışına çıkmamış, eylemcilerin siyasi tavrına karşı alabildiğine nötr konumda olunmuştur. Ekibimizin Malta ve Tokyo Bildirgesi çerçevesindeki tavırları, eylemciler ve TTB tarafından takdirle karşılanmış, başka hastanelerde tedavi ekiplerine yönelik davalar açılmışken, ekibimize karşı hiçbir zaman böyle bir teşebbüste bulunulmamıştır.
Ölüm oruçları neticesinde Korsakoff hastalığına yakalanan eylemcilerin evlerine gönderilmesi konusunda da elimden geleni yaptığım ilgili çevrelerce bilinmektedir. Ölüm oruçları hakkında arkadaşlarımla birlikte yazdığım ve eklediğim iki yazı tavrımı ortaya koyacak niteliktedir. Siyasi görüşlerimiz farklı olabilir ama aydın olarak daima insan hayatının ve demokrasinin, hekim olarak daima hastalarımın ve benden yardım isteyen insanların yanında olurum.
Bir insan, bir aydın olarak ölüm orucu eylemine karşıyım ama bu demek değildir ki, eylemciye hekimlik dışında işlemleri savunur ya da yaparım. Tam tersine hekim olarak eylemcinin siyasi tavrına saygı içinde kalırım. Bugün de devlete ölüm oruçcularına insaniyetle yaklaşmaları gerektiğini söylemekten bir an bile geri durmuyorum.
Çağdaş Hukukçular Derneği'nin şahsımla hiç görüşmeden, böyle gerçeğe aykırı basın açıklamasını esefle karşılıyor, üzüntülerimi bildiriyorum. Basın açıklamanızdaki asla hak etmediğim suçlamalarınızı düzeltmenizi diler, saygılarımı sunarım.Dr. Erol Göka
Bu tartışmadan da anlaşılabileceği üzere ölüm oruçlarına devletin bir hekim vasıtasıyla müdahalede bulunması hukuki açıdan sanıldığı kadar kolay olmamaktadır.
Türkiye’yi açlık grevleriyle Nazım Hikmet tanıştırdı
Açlık grevi veya ölüm orucuna dair uygulamaların tarihi Roma dönemine kadar uzandığı görülüyor.
Zulüm gören Hıristiyanların Roma imparatorluğuna bir başkaldırma yöntemi olarak açlık grevini kullandığı biliniyor.
Yine Roma döneminde İmparator Tiberius’un yakın arkadaşı Nerva imparatorun işkence ve haksız tutuklamalarını protesto etmek amacıyla kendi ölümünü devlete karşı bir silah olarak kullanmıştı.
Vücudun bir silah olarak kullanılması yine Roma döneminde Yahudiler arasında da gözlemleniyordu.
Sikariler olarak bilinen bir Yahudi grup Romalıların Filistin’i işgal etmelerinin önüne geçmek için kendilerini kurban ediyordu.
Onların intihar ölümleri çeşitli yollarla oluyordu; ama en önemli amaç hiçbir Romalının boyunduruğunu kabul etmemek esasına dayanıyordu.
Bir başka Yahudi grubu olan Zealotlar ise Roma hakimiyetine girmektense toplu bir şekilde intihar ederek ölümlerini politik bir mesaj aracı olarak kullanmıştı.
Açlık grevini pasif bir direniş eylemi olarak kullanan en önemli isim ise Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesi ile tanınan Mahatma (Büyük ruh) Gandhi olmuştu.
Türkiye’de ise bu eylemi Türk kamuoyunun gündemine sokan kişi “Millete verdiğim açık istidaya canımı pul olarak kullanıyorum” sözleriyle Nazım Hikmet olmuştu.
Ünlü şair Nazım Hikmet 1938 yılında orduyu darbe yapmaya teşvik etmek suretiyle hükümeti devirmeye azmetmek suçlamasıyla tam 28 yıl hapse mahkûm edildi.
1950 yılına gelindiğinde suçunun 12 yılını hapishanede geçirmiş olan Hikmet, sesini duyurmak gayesiyle açlık grevine başladı.
Bu açlık grevi 1950 senesinin Türkiye’sinde büyük ses getirdi ve açlık grevini politik bir argüman olarak Türk siyasi tarihine soktu.
Nazım’ın başlattığı açlık grevi kısa sürede dışarıda da karşılık buldu; Oktay Rifat, Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday gibi isimler de açlık grevine başladı.
Açlık grevi 50'nci günü aştığında aydınlar bir araya gelerek Nazım Hikmet’e özgürlük talep eden bir beyanname yayımladı.
Bu beyanname yalnızca sol görüşe yakın aydınlar tarafından değil, Ali Fuat Başgil gibi sağ siyasete yakın isimler tarafından da karşılık bulmuştu.
Beyannameye imza atan bazı önemli isimler şöyleydi:
Halide Edip Adıvar, Mazhar Osman, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ali Fuat Başgil, Nadir Nadi, Sıddık Sami Onar, Ercüment Behzat Lav, Hilmi Ziya Ülken, Berna Moran, Neyzen Tevfik, Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Falih Rıfkı Atay, Cahit Sıtkı Tarancı, Nurullah Ataç, Oktay Rifat…
Nazım Hikmet, 19 Mayıs 1950 yılında açlık grevine son verirken aynı yılın temmuz ayında Demokrat Parti tarafından çıkartılan genel af ile serbest bırakıldı.
1960 Darbesi sonrası tutuklanan Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 1963 yılında hapisten tahliye edildi; bu haberi duyan halk sabık Celal Bayar’ı karşılamak için sokağa döküldü.
Halkın teveccühünden rahatsız olan cunta, Celal Bayar’ı apar topar tekrar tutuklayarak hapse gönderdi.
Celal Bayar, bu küçük düşürücü davranışı protesto etmek amacıyla 22 Mart 1963 yılında Kayseri Cezaevi'nde açlık grevine başladı.
Neyse ki Celal Bayar; ailesi ve yakınlarından gelen telkinlere kulak vererek bu eylemi uzun tutmadı.
İslamiyet’in ölüm oruçlarına ve açlık grevlerine yaklaşımı
İslamiyet, sebebi ne olursa olsun insanın kendi canına kıyacak her türlü eylemi yasaklamıştır. İnsanın kendi canına kıyması bir ifade biçimi olarak değerlendirilmemiştir.
İnsanın ölümü ve öldürülmesine dair birçok ayet ve hadisin açık ifadeleri söz konudur.
İnsan hayatına dair en net ifadeler Maide Suresi 32'nci ayette yer bulur ve insanın yaşatılması tavsiyesinde bulunulur:
Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.
Bu ayetten çıkartılacak anlam; kişinin yalnızca kendisini öldürmesi yasaklanmamış, aynı zamanda kendisini öldürmeye teşebbüs eden bir kişinin bu eyleminin önüne geçilmesi de tavsiye edilmiştir.
Hazreti Peygamber ise çekilen sıkıntı karşısında ölümü tercih etmeye karşı çıkarak şu tavsiyede bulunur
Sıkıntılardan dolayı ölümü istemeyin! Dayanamayan, 'Ya Rabbi, hakkımda yaşamak hayırlı ise, yaşamayı, ölmek hayırlı ise, ölümü nasip et!' desin!
İnanan bir insan için Allah, her daim sabrı öne çıkararak mücadele yöntemi olarak ölümü asla tasvip etmez:
Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, 'Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz' derler.
(Bakara 156)
İnsanın canına kıymasının yasaklanması Nisa Suresi’nde de üzerinde önemle durulan konulardan birisi olarak işlenmektedir:
Ey iman edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı rıza ile gerçekleştirdiğiniz ticaret yolu hariç, batıl yollarla yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir.
(Nisa, 4/29)
Buhari’de bahsi geçen bir hadiste de peygamberin sebebi şiddetli bir acı dahi olsa intiharı haram kılındığını şu sözlerle belirtir:
Sizden önceki ümmetlerden yaralı bir adam vardı. Yarasının acısına dayanamayarak, bir bıçak aldı ve elini kesti. Ancak kan bir türlü kesilmediği için adam öldü. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak; kulum can hakkında benim önüme geçti, ben de ona cenneti haram kıldım, buyurdu.
İbrahim Gökçek’in ölümü, başta DHKP-C örgütü tarafından kutsallaştırarak toplum arasında yaygınlaştırmaya çalışılmıştır.
Grup Yorum üyelerinin terör eylemlerine bulaşmış olma ihtimalleri de söz konusu olabilir; fakat ölüm karşısında keskin bölünmeler ve ifadeler ahlaki zemine yaslanmamaktadır.
İslamiyet’te bir insanı öldürmek yasaklandığı kadar o kişiyi yaşatmak da emredilmiştir.
Açlık grevleri insanoğlunun en eski politik argümanlarından birisidir. Lakin bu eylemlerin ahlaki meşruiyeti bugün de büyük bir tartışma konusudur.
Uluslararası hukuk sisteminde açlık grevine giden bir kimseye müdahale etmek ifade özgürlüğü ve insanın hayat hakkı arasında sıkışmış durumdadır.
İslamiyet bu eylemi kesin bir biçimde reddederken yine bu eylemi ortaya çıkaran şartların da ıslah edilerek bireyin bu şekilde canına kıymasının engellenmesi tavsiye edilir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish