Koronavirüs, Batı'nın yaşlıları terk etme geçmişini hatırlattı: Cüzzamhaneler ve Miskinler Tekkesi karşılaştırması

Cüzzam örneği üzerinden geçmişe bakıldığında, yalnızca yaşlılarını değil; Avrupa’nın çocuk, genç, kadın ve erkekleri kaderine terk ettiği mihnetli zamanlarda Müslümanlar ve Türklerin kurduğu devletlerin vatandaşlarını hiçbir zaman terk etmediği görülüyor

Karacahmet'te Miskinler Tekkesi (eski cüzzamhane) / Fotoğraf: isted.org.tr

Koronavirüs olarak bir anda hayatımıza girerek her şeyi altüst eden hastalığın ilk yıktığı kale, medeni değerler oldu.

Başta Birleşik Krallık ve İtalya gibi gelişmiş ülkelerin yaşlıları kaderine terk etmesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da kürsüden eleştirdiği konulardan biriydi.

Oysa bu karar, Batı’nın salgın hastalıklar tarihine bakıldığında sicilindeki ilk kara leke değil.

Cüzzam salgını sırasında hastalara yaklaşım tarzı, Müslüman ülkelerle karşılaştırmalı olarak ele alındığında ortaya insani açıdan büyük farkların ortaya çıktığı görülüyor.


Toplumun nefret nesnesi: Cüzzamlılar

İnsanoğlunun karşı karşıya kaldığı en eski hastalıklardan birisi olan cüzzam, aynı zamanda en korkulu enfeksiyon hastalıklarından birisiydi.

Deride meydana gelen bozukluklar ve çürüme hastalanan kişinin kalabalıklar tarafından korkulacak bir yaratık gibi algılanmasına neden oluyordu.

Ayrıca “Mycobacterium Leprae” basilinin insan vücuduna girdikten sonra uzun süre anlaşılamayarak yıllarca kuluçkada kalabilmesi Hindistan’da ortaya çıkan cüzzam hastalığının dünyanın dört bir yanına yayılmasını sağlamıştı.

Tarihte Dâü'l-Esed, Dâü'l-fil gibi en korkunç isimlerle anılan bu hastalığın günümüz bilim literatüründeki ismi kısaca lepradır. 

İnsanoğlunun bilinen en eski yazılı metinlerinde sık sık zikredilen cüzzam için Heredot notlarında şöyle bahsedekcekti; 

Cüzzâm ve akcüzâm hastalığına yakalan yurttaş kente sokulmaz, öbür Perslerin arasına karışamaz; Perslere göre bu hastalık güneşe (Sin) karşı işlenmiş bir suçun cezasıdır. Bu hastalığa yakalanmış olan yabancı, ülkeden çıkarılır; çokları hatta aynı hastalığa yakalandı diye ak güvercinleri bile kovarlar.

(Heredots-Tarih)


Bu nottan da anlaşılabileceği üzere cüzzamla karşılaşan medeniyetlerin ilk tepkisi ortada işlenmiş bir cürüm veya kabahat varmış gibi hastayı cezalandırmaktı.

Bu ceza genellikle hastanın yaşadığı bölgeden sürülmesiyle sonuçlanırdı. 

Özlem Dikeçligil’in “Osmanlı İmparatorluğu’nda miskinler: Üsküdar Miskinler Tekkesi’nin sosyal ve iktisadi etkileri” isimli akademik tezinde cüzzamlılara yönelik nefretin dini kökenine dair yaptığı açıklama, Batı dünyasının bu hastalığa olan nefretin kökeni hakkında önemli bilgiler veriyor.


Tevrat’ta cüzzam yaklaşımı

Dikeçligil’in tespitlerine göre, Tevrat’ta cüzzam hastalığı karşımıza “Yedi-i Beyza” mucizesinde karşımıza çıkıyor;

Ve yine RAB ona dedi: Şimdi elini koynuna koy. Ve elini koynuna koydu ve onu çıkardığı zaman, işte, eli kar gibi cüzâmlı idi. Ve dedi: Elini yine koynuna koy. Ve elini yine koynuna koydu ve onu koynundan çıkardığı zaman, işte, yine kendi teni gibi oldu.

(Tevrat – Mısır’dan Çıkış 4: 6-7)


Bu ayetlerin tefsirinde ise Hz. Musa kavminin iman etmeyeceğini iddia etmesi üzerine Allah, Musa’nın elini koynundan çıkarttığı sırada cüzzamlı kılmıştı. 

Yani cüzzam bir ceza idi ve yapılan bir kötülük sonrası Allah’ın gazabı olarak karşımıza çıkıyordu.

Bu yüzden İsrailoğulları arasında cüzzamlı biri hiç hoş karşılanmazdı; çünkü o mutlaka büyük bir günahın bedelini ödüyordu.

Tevrat’taki diğer tüm örneklerde cüzzamın karşımıza bir ceza ve lanet olarak çıktığını görüyoruz.


İncil’de cüzzam yaklaşımı

Hz. İsa’nın Yeruşalem’e giderken bir cüzzamlı ile karşılaşıp ona merhamet göstermesi Hristiyanların cüzzamlılara karşı temel yaklaşımını belirleyen olaydı;

İsa, Yeruşalem’e giderken Samiriye ve Galile bölgelerinden geçiyordu. Bir kasabaya geldiğinde, O’nu on cüzâmlı karşıladı. Uzakta durarak, yüksek sesle dileklerini bildirdiler: ‘İsa! Üstat! Bize acı!’ İsa onları görünce, 'Gidin kendinizi rahiplere gösterin' dedi. Cüzâmlılar yolda giderken paklandılar.

(Luka; 17: 11-14.)


Fakat Hz. İsa’nın hastaya yaklaşmaması ve uzaktan onu iyileştirme teşebbüsü Hristiyan dünyasında cüzzamlılara yönelik sert bir tecrit gerekliliği olarak yorumlandı ve katı bir şekilde de uygulandı.


Tarihsel seyir içinde cüzzamlılara yaklaşım: Bu dünyada öl, Tanrı’da yeniden doğ

Batı dünyasının cahiliye devri olarak tanımlayabileceğimiz Orta Çağ sürecinde, en büyük zulme maruz kalan kesimlerden birisi de cüzzamlı hastalardı.

Aslında kilise, cüzzamlıların günahlarını bu dünyada çekerek, ahirette cennete gideceğine inanıyordu; fakat bu dünyada günahının bedelini ödeyen hasta bir günahkardı.

Hastaların işledikleri günahlar öyle sapkın ve iflah olmazdı ki, Tanrı cezasını bu dünyada vermeye karar vererek onları insanlara ibret vesikası kılmıştı.

Kilisenin bu dışlama politikasına 643 yılında Lombardiya Kralı Rothar’ın da dahil olmasıyla bu hasta, acizlere yönelik sert yaklaşım yerini toplumsal bir lince bıraktı.

Rothar, cüzzamlıları hedef alan kararnamesinde şunları söylüyordu:

Her kim cüzâm hastalığına yakalanır ve bulunduğu kentten veya ikametgâhından kovulursa servetini birisine bağışlamasına izin verilmesin! Kovulduğu gün ölmüş sayılır.

(Dikeçligil)


Cüzzamlı olduğu tespit edilen kişinin hayatı yeni bir safhaya giriyordu. Elinde bir zille gittiği her yere bir cüzzamlının yaklaştığını belirtmek zorundaydı hasta.

Cüzzamlı olduğu ortaya çıkan aciz kişi rahiplerin verdiği şu emirleri yerine getirmek zorundaydı:

Seni kiliselere girmekten men ediyorum ve pazar yerine girmekten ve bir değirmene ve bir fırına ve insanların bir araya geldiği herhangi bir yere.

Ellerini ve sana ait olan eşyalardan herhangi birini ırmakta ya da akan başka bir suda yıkamaktan men ediyorum seni.

Seni bundan böyle, başkalarının seni tanıyacağı cüzâm elbisen olmadan dışarı çıkmaktan men ediyorum.

Karın dışında herhangi bir kadınla münasebet kurmaktan men ediyorum.

Bebeklere ya da çocuklara, kim olurlarsa olsunlar dokunmaktan ya da onlara herhangi bir eşyanı vermekten men ediyorum.

Seni bundan böyle cüzâmlıların dışında herhangi bir toplulukla yiyip içmekten men ediyorum.


Kısaca söylemek gerekirse kilise, hastaya “Bu dünyada öl, Tanrı’da yeniden doğ” diyordu.

Hasta artık yürüyen, yemek yiyen nefes alan diri bir meyyit olmuştu.

1315 ve 1321 yılları arası Fransa’da, Kral V. Philippe, su kuyularını zehirledikleri iddiasıyla cüzzamlıları, Yahudileri ve Müslümanları korkunç bir katliama maruz bırakmıştı.

Özellikle cüzzamlılar bir araya toplanarak yakılıyordu. Bunun en somut örneği Fransa’daki La Capelette Chapelle kitabesinde yazan şu ifadelerdi:

1321 yılında altmış cüzâm kolonisinin çeşmeleri zehirleyerek Hıristiyanları öldürüp mal, mülk ve paralarını gasp etmeye karar vermelerinin anlaşılması üzerine Cajarc‟da olduğu gibi halk tarafından diri diri toprağa gömüldüler.

 

Kral edward.jpg
Kral Edward / Fotoğraf: Wikipedia


Birleşik Krallık'ta da durum Fransa’da olandan çok farklı değildi. Kral Edward binlerce hastayı sürgün ederken şunları söylüyordu: 

Cüzâmlılar karşılıklı ilişkiler yoluyla, nefesleriyle, genelevlerdeki ve başka gizli yerlerdeki kadınlarla cinsel ilişkiye girerek ve bunu nefret uyandıran bir şekilde sık, sık tekrarlayarak, o iğrenç hastalığı acı çekenler çoğalsın ve bundan teselli bulsunlar diye bulaştırmaya çalışıyorlar, böylece sağlıklı kadın ve erkekleri lekeleyip şehir halkına zarar vermeye çalışıyorlar.

(Mahşerin Dördüncü Atlısı - Andrew Nikiforuk)


Toplumun diğerleri, ötekileri, günahkarları veya lanetlileri olarak tanımlanabilecek cüzzamlıların Cüzzamhanelerde tutulması, ilerleyen yıllarda bir hayırseverlik örneği olarak Batı dünyasında yeniden gün yüzüne çıkacaktı.

Bu yerler ise tedavi amaçlı olmayıp yalnızca bir sığıntı bölgesi olarak kuruluyordu.

Birer harabeyi andıran bu yerleşkeler toplama kampları gibi çalışıyordu, çoğu eski püskü bu yapılar Doğu toplumundaki Miskinler Tekkelerinden oldukça kötü durumdaydı.

Rahip Feide isimli ozanın bu cüzzamhaneler hakkında yazdığı şiir durumu net bir biçimde ortaya koyuyor:

Biz cüzâmlılar burada hekim bilmeyiz 
Burada kalmalı, beklemeli ve tükenmeliyiz 
Doluncaya kadar zamanımız. 
Peter hapisten kaçabildi 
Çünkü o Tanrı‟nın lütfuyla bekledi 
Yüce Tanrım, kemiklerimizi acıyla bağlayan zincirleri kır şimdi.

(Mahşerin Dördüncü Atlısı - Andrew Nikiforuk)


Şiirden de anlaşılacağı gibi burada yaşayan hastalar için yegane kurtuluş olarak ölüm gösteriliyordu.

Bu Cüzzamhanelerde bulunanlar ise ölümü bekleyen tutsaklar olarak görülüyordu.

Aziz Jerome’nin “İsa’nın kanında yıkananların bir daha yıkanmasına gerek kalmaz” (Mahşerin Dördüncü Atlısı - Andrew Nikiforuk) sözünün yarattığı pis bir toplumun sonucu olan cüzzamın, ısrarla kişilerin bireysel günahları olarak algılanması ve toplumdan tecrit edilmesi tarihe bir utanç vesikası olarak kaydedilmişti. 


İslam dünyasında cüzzam ve medeni değerler nişanesi: Miskinler Tekkesi

Kuran-ı Kerim, Fetih Suresi’nde hastalara yaklaşımın nasıl olacağını kesin hatlarla şöyle belirtiyor:

Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur. (Bunlar savaşa katılmak zorunda değillerdir.)

Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar. Kim de yüz çevirirse, onu elem dolu bir azaba uğratır.

(41:17)


Bu kısas sosyal hayatta karşılığını güçlü vakıf sisteminde bulmuştu. Cüzzamlılar ise incitilip toplumdan dışlanmamış miskin olarak isimlendirilip, devlet tarafından sahip çıkılmıştı.
 

islam cüzzam.jpg
Fotoğraf: Fikriyat


Hatta Hz. Ömer zamanında Şerri bütçede bizzat miskinler denilerek bu acizler için bütçe ayrılmıştı.

Ayrıca sadaka ve zekat verilebilecekler arasında her zaman önde tutulmuşlardı.

Üstelik bu miskinler himaye edilirken dini ve milleti sorulmaz, Ehl-i kitabın miskinleri de bu koruma şemsiyesinin altına alınırdı.

Bu koruma kalkanı Osmanlı Devleti’nde de devam etmişti; Üçüncü Selim, sadaka dağıtılacak kişiler arasında miskinler ismini de zikrederek bu acizlerin koruma altında olduğunu gösteriyordu:

Padişahın cuma, teravih, bayram namazları ve kadir gecelerinde camiye gidişlerinde, surre-i hümayun, donanma-yı hümayun çıkışlarında, divan günlerinde, Hırka-ı Şerif odasında, kalyon indirme, aşure dağıtma, mevacib çıkarmada arz odasında, baş ağa eliyle verilecek ihsan-ı hümayunu alacaklar arasında pehlivanlar, miskinler, fakirler, dervişler, şeyhler.


Miskinlere merhametle yaklaşılmasına rağmen bulaşıcı bir hastalık taşımaları sebebiyle kent meydanlarında özgürce dolaşmaları sınırlandırılmıştı.

Kentte yakalanan cüzzamlılar ya Miskinler Tekkesi'ne ya da köyüne gönderiliyordu.
 

msikinler tekkesi.jpg
Miskinler Tekkesi / Fotoğraf: TDV İslam Ansiklopedisi


Miskinlere karşı padişahların uyguladığı sıkı fermanlar günümüze kadar ulaşmıştı; 

Ve şehir içinde cüzzam taifesin yürütmeyeler

(Kanuni Sultan Süleyman Dönemi)

 

Ve cüzzamlıları, şehirden süreler; şehirde koymayalar

(İkinci Beyazit Dönemi)


Bu kanunnamelerde miskinler, yalnızca kent meydanları ve sokaklardan men edilmişlerdi.

Kendi kaderlerine terk edilmeleri ya da dışlanmaları söz konusu değildi. 
 

kıbrıs miskinler tekkesi.jpg
Kıbrıs Miskinler Tekkesi / Fotoğraf: Havadis Kıbrıs


Miskinler Tekkesi’nin yapısı

Miskinler Tekkesi genellikle sadaka ile ayakta kalabilen yapılardı; fakat bu sadaka cüzzamlıya onur kırıcı bir şekilde verilmez, sadaka taşına bırakılırdı.
 

sadaka taşı.jpg
Bir sadaka taşı örneği / Fotoğraf: somuncubabaturbesi.com


Sadakanın bırakıldığı bir gözcü tarafından miskinlere haber verilirdi. Miskinler de hep bir ağızdan hayır sahibinin duasına “Amin” diyerek cevap verirdi.

Süheyl Ünver, sadaka taşı geleneğimizi şöyle açıklar;

Sadaka taşı iki metre boyunda mermer bir sütun, üstünde bir çukur var. Geçen asırda yolu buraya düşenlerden hal ve vakti yerinde olanlar mermerin üstündeki çukura bir miktar para bırakırmış.

Derdini kimseye açamayan hakiki bir fakir ihtiyacı olunca oradaki parayı alır. O günkü ihtiyacı bir kuruş mu? Yüz para mı? Onu ayırır, kalanını kendisi gibi ihtiyacı olanları düşünme terbiyesi icabı çukuruna kor ve meçhul sadakacıya içinin memnunluğunu kalbinden ulaştırır ve dönermiş.

(Süheyl Ünver - Sadaka Taşları)


Ve elbette ünlü seyyahımız Evliya Çelebi, Miskinler Tekkesi'ne de uğramayı ihmal etmez ve şunları söyler;

Ve Tekye-i Miskinler, tarîk-i âm üzre şehir haricinde bir tekyedir. Cümle miskinler anda sâkin olup nezaratlar ile geçinirler. Şehir içre bir miskin haber alsalar amân vermeyüp alup tekyelerine götürürler.

İsterse a‟yân, eşrâf, kibâr olsun anı miskinler ellerinde olan hatt-ı şerifleri ile alup miskinhaneye götürürler.

Zîrâ diyâr-ı Rûm‟da cüzâm marazı sârîdir deyü şehir içre miskîn durmak memnû‟ olduğundan her şehir haricinde başka miskînhâneler vardır. Kimse ile ihtilât etmeyüp başka sâkin olurlar.


İçinde odaları, hamamı, camisi ve yemekhanesi bulunan geniş bir bahçe ile çevrili Miskinler Tekkesi, Evkaf-ı Hümâyun Nezâreti’nin sorumluluğundaydı.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra yeterli ilgiyi göremeyen bu kurumlar zaman içerisinde hastaların burayı terk etmesiyle tarih sahnesinden çekildi.

Cüzzam örneği üzerinden geriye dönüp bakıldığında, yalnızca yaşlılarını değil; Avrupa’nın çocuk, genç, kadın ve erkekleri kaderine terk ettiği mihnetli zamanlarda Müslümanlar ve Türklerin kurduğu devletlerin vatandaşlarını hiçbir zaman terk etmediği görülüyor.

Koronavirüs sebebiyle insanoğlunun hafızası olan yaşlılardan vazgeçmek telafi etmesi mümkün olmayan hasarlara sebep olacaktır.

 

 

Yararlanılan kaynaklar:

  • Tarihsel Süreçte Anadolu'da Cüzam - Gece Akademi
  • Mahşerin Dördüncü Atlısı - Andrew Nikiforuk
  • Özlem Dikeçligil’in - Osmanlı İmparatorluğu’nda miskinler: Üsküdar Miskinler Tekkesi’nin sosyal ve iktisadi etkileri
  • Hamit Şafakçı - Osmanlı Döneminde Cüzzamlıların Tecrit Edildiği Miskinler Tekkesi’nin Konya Örneği
  • Nil Sarı - Üsküdar Miskinler Tekkesi

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU