1864 yılının Aralık ayında Sultan Abdülaziz’in iradesi ile çıkan bir nizamname, Türk medyasını belli kurallar çerçevesinde nispi bir hürriyete kavuşturmuştu.
Hükümetin muharrirden beklentisi saltanat ve padişah hakkında bozgunculuk yapmamak (15. madde), bakanları eleştirmemek (16. madde), müttefik devletleri gücendirmemek (17. madde) yabancı devlet elçilerini tenkit etmemek (21. madde) gibi kaidelerdi.
Eğer ki bu kurallara riayet edilmezse gazete veya dergiler süreli veya süresiz olarak (27. madde) kapatılabilirdi.
Devlet yıkımın eşiğindeydi ve çoğu memur olan Osmanlı münevverinin söyleyecek bir çift sözü vardı.
Bu kısıtlamalara rağmen yazım dünyamız kısa sürede bereketli bir hâl aldı.
Şinasi, Namık Kemal ve Ali Suavi gibi sayısız isim fikirlerini neşretmeye başladı.
Hürriyet, Muhbir, İbret, Ulûm, Tercüman-ı Hakikat gibi gazeteler kısa süre içinde kamuoyunun ilgisini celbeden yayınlar arasına girmeyi başardı.
Çoğu “gündüz memur gece muharrir” olan Osmanlı aydının gazetecilik serüveninin tek bir gayesi vardı; yıkılmanın eşiğine yaklaşan devleti bir şekilde kurtarmak.
Sultan Abdülaziz’in nizamnamesi 1909 yılına kadar hukuken kalmışsa da fiiliyatta içeriği değiştirilmiş ve ağırlaştırılmıştı.
Medyaya ilk ciddi darbe ise Namık Kemal’in “Şark Meselesi” isimli köşe yazısı sonrası -Ali Paşa’nın gayretleri ile- 1867 yılında çıkartılan “Kararname-i Ali” ile vuruldu.
Kararnamenin gerekçesi şu şekilde idi;
İstanbul’da çeşitli dillerde basılan gazetelerin bir kısmının bir süreden beri memleketin genel çıkarlarına aykırı birtakım zararlı düşünceler ve yalan haberler yayınlamakta. Birçok uydurma ve yalanlarla zihinleri karıştırma, bunun sonucu olarak da halk arasında çatışmaya yol açmakta.
(Cevdet Kudret - Abdülhamid Döneminde Sansür)
Bu kararname sonrası İstanbul’un önemli dergi ve gazetelerinden; Muhbir, Vatan, İbret, Hadika, Diyojen ve Sirac kapatıldı.
Kararnamenin çıkartılmasına sebep olan Namık Kemal (Vatan Yahut Silistre eseri artık ülkede kalmasının önünü tamamen kapatan gelişmedir) ve Tanzimat Dönemi'nin önemli isimleri Avrupa’ya iltica etmek zorunda kaldı.
Namık Kemal yaşananlar sonrası şahsiyet cellatlarına “Hürriyet Kasidesi” ile cevap verdi ve şiirinde şunları söyledi;
Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten
Çekildik izzet ü ikbal ile bâb-ı hükûmetten
…
Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet
Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten
Kemend-i can-güdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın
Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten
Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten
Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler
Ki ednâ zevki âlâdır vezâretten sadaretten
Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten
Fakat medya üzerindeki derin sansür ve yıkım Osmanlı aydınını da bunaltmıştı.
İkinci Abdülhamid dönemine gelindiğinde sansüre bir de jurnalcilik eklenmişti ki bu Osmanlı aydının da ahlaki duruşunu bozmasına neden olacaktı.
Gazete açmak isteyen, eleştirmeyeceğine dair yemin eder ve senet imzalardı.
Sultan Abdülhamid’in tahta geçtikten sonra ilk icraatlarından birisi de Matbuat Nizamnamesi'ni yeniden ele almak oldu.
Yeni nizamnamede bir hayli ilginç maddeler vardı; örneğin, devleti eleştirmeyeceğine dair yemin edip senet imzalamak (5. madde) bunlardan biriydi.
15. madde dikkat çeken maddelerden biriydi:
Basımevlerinin içinde mürettipler ve başka işçiler çalışırken kapısı yalnız bir zemberek ila kapalı olacak ve iki yanında dükkân ve başka yapılar varsa, basımevlerinin içerisinden onlara geçilebilir kapı ve pencere gibi şey olmayacaktır.
Yine 28. madde de bir hayli ilginç bir kural olarak karşımıza çıkıyor:
Gazete ve başka süreli yayınları taşıyan, satan ve dağıtanlardan sokaklarda ve herkesin geçtiği yerlerde sattıkları süreli yayının adından başka içeriğini sezdiren sözlerle bağıranların ruhsat tezkereleri geri alınır.
Nizamname genel olarak Osmanlı aydınına iki seçenek bırakıyordu; ya namuslu olacaktı ve bedel ödeyecekti ya da inandığından taviz vererek başköşeye yerleşecekti.
Aslında matbuat serbestti hatta bu serbestiyet Osmanlı anayasası olarak bilinen Kanun-i Esasi ile güvence altına da alınmıştı; ama “matbuat ‘kanunla’ özgürdür” ibaresi eklenerek tüm özgürlükler bir kalıba sokulmuştu.
Kısa süre içinde sansür mekanizmasnın jurnalcilikle desteklenmesi korkunç örneklerin ortaya çıkmasına neden oldu.
Öyle ki kanunla serbest matbuat ithal edilen kibrit kutusu üzerindeki resmi dahi sansüre tabi tutmaya kadar işi vardıracaktı;
İngiltere'den gelen kibrit kutularının kapakları kan rengini andırdığı ve markası da kılıç şeklinde olduğu gibi, ‘ittifak’ anlamına gelen Franıszca ‘Union’ sözcüğü de yazılı bulunduğuna göre, bunun özel bir düşünceye dayandığı.
(Asaf Tugay, İbret,
Abdülhamit'e Verilen Jurnaller ve Jurnalciler)
Sıkıyönetim beraberinde tetikçi jurnalciler meydana getirmişti. Bu kişiler kelli felli gazeteciler olabileceği gibi sıradan vatandaşlar da olabilirdi.
Nitekim gazeteciler için bazı kelimeleri kullanmak dahi tehlikeli olarak görülebilirdi. Halit Ziya Uşaklıgil durumu şöyle özetleyecekti;
…‘Birader’ diyemezdiniz; bir yandan ‘Sultan Murat’ öbür yandan ‘Reşat Efendi’ vardı; ‘tepe’ diyemezdiniz, Yıldız Sarayı'nın bir tepede kurulduğuna anıştırma (telmih) yapmış olurdunuz; ‘sakal’, hele ‘boya’ hemen Padişahın boyalı sakalına işaret sayılırdı ve böyle yüzlerce sözcükler vardı ki bir yanından tutulup çekilince uzayan bir lastik gibi Yıldız'a kadar uzatılabilirdi. Hatta öyleleri vardı ki, bizler, yazıcılar, acaba niçin yasaktır diye üzün uzun, üç beş kişi bir araya toplanarak, uğraşır, sebebini, hikmetini araştırırdık.
(Halit Ziya Uşaklıgil – Saray ve Ötesi)
Dönemin bir diğer önemli tanıklarından Hüseyin Cahit Yalçın, Hatıralar’ında şöyle yazacaktı;
Suda erimek anlamına gelen ‘halletmek’ sözü de yasak olan deyişlerdendi, çünkü tahttan indirmek anlamını veren ‘hal’ sözüyle bir ses benzerliği gösteriyordu. ‘Tahtakurusu’ da sarayın lütfuna uğramış hayvanlardandır; gazetelerde adı geçmezdi, çünkü ‘tahtı kurusun’ dileğini ses bakımından uzaktan uzağa akla getirir gibiydi.
İstibdat döneminin meydana getirdiği gazeteci tipolojisi İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle beraber bir anda başka bir havaya büründü.
Bu süreçten sonra ortaya çıkan gazeteci tipolojileri de muhalif ve yandaş olarak ikiye ayrılacaktı.
İfrat ve tefrit arasında gerçekleşecek bu bölünme 1980 yılında Turgut Özal’ın mimarı olduğu 24 Ocak Kararlarına kadar belli bir seyirde izleyecekti.
24 Ocak Kararları sonrası yeni Türk burjuvasını temsil eden kurumsal şirketler Aydın Doğan örneğindeki gibi tekil veya havuz yöntemleri ile medya dünyasına el atarak onu liberal piyasanın karlı bir enstrümanı olarak kullanacaktı.
Abdülhamid sonrası aydın gazeteci tipolojisi
Sultan Abdülhamid döneminde iki kutuplu bir dünya söz konusuydu; Sultan Hamid ve diğerleri.
Bu iki kutuplu süreç; İkinci Meşrutiyetle beraber bir anda sınırsız bir özgürlük ortamına evirildi; fakat İttihatçılar kısa süre içinde kendi rejimlerini bir istibdat düzenine taşıyarak medyayı tekrar kontrol altına aldı.
Bu süreçte Sultan Abdülhamid döneminden farklı olarak medya yalnızca bir tehdit enstrümanı ya da toplumsal hedeflerin icrası için bir mecra olmanın dışında da kullanılmaya başlandı.
Artık medya sahtekarların ve çıkarcıların güç devşirmek için başvurduğu en önemli kaynaklardan birisiydi.
Söz gelimi Mehmed Zeki Bey isimli dolandırıcı bunlara bir örnek olarak verilebilir.
1912 yılında çıkarmaya başladığı Müdafaa-i Milliye isimli gazeteyle tanınan Mehmed Zeki Bey aslen Romanyalı bir Yahudi idi.
Alman kaynakların bildirdiği üzere gerçek ismi Waldberg J. Nelken olan Mehmed Zeki Bey Romanya’da işlediği suçlardan dolayı hapse atılacakken kaçıp Türkiye’ye gelmişti.
Burada dinini değiştirerek Müslüman olduğunu açıklayan Nelken, Mehmed Zeki ismini almıştı.
Paraya düşkünlüğü ile tanınan Mehmed Zeki Kahire’de dolandırıcılık, Arjantin’in başkenti Buenos Aires’e kadar uzanarak da “beyaz kadın ticareti” yapmıştı.
İttihat ve Terakki döneminde oluşan yeni medya düzenindeki gücü fark etti ve süratle gazetecilik faaliyetlerine girişti.
Üstelik Almanlardan aldığı özel göreve göre Osmanlı topraklarında ‘cihat’ anlayışını yaymak gazeteci Mehmed Zeki Bey’e tevdi edilmişti.
Onun ise tek amacı; Alman şirketleri üzerinden bol para kazanabileceği kolay işler devşirmekti.
Artık ABD’den Fransa’ya uzanan bir casusluk ve ticaret ağının başında gazeteci Mehmed Zeki vardı.
Romanya asıllı bir Yahudi olan ve Müslümanlığı oldukça tartışmalı olan Mehmed Zeki, kısa sürede kurduğu büyük imparatorluğu medyadaki gücüne borçluydu.
Alman Hükümeti özellikle savaş sonrası Mehmed Zeki ile arasına kesin bir mesafe koyarak kendisini Alman firmalarına teşhir ederek uzak durmalarını tavsiye edecekti.
Gazetecilik tarihimizde ilk “işbirlikçi basın ve hain basın” kavgası başladı
Milli Mücadele döneminde Ali Kemal’in başyazarı olduğu Peyam-Sabah gazetesi Anadolu direnişinin belini büken unsurlardan biriydi.
Ali Kemal, güçlü kalemiyle kitlelere öylesine sirayet ediyordu ki bunun önüne geçmek adına Aka Gündüz, sahte Peyam-Sabah nüshaları basarak gazetenin ciddiyetini kırmayı dahi denemişti.
Oysa Ali Kemal, tavizsiz ve inandıkları için mücadele etmekten çekinmeyen bir muharrirdi. İnandıkları bugün onu 'hain olmak' ithamı ile karşı karşıya bıraksa da satın alınamayan ve yenilmesi mümkün olmayan güçlü gazeteci tipolojisinin örneklerinden biri olarak karşımıza çıkıyordu.
İstanbul basınına göre Anadolu’dakiler hain, Anadolu basınına göre ise İstanbul’dakiler iş birlikçiydi.
Böylece medyamızda hain ilan etme ve iş birlikçi ilan etme geleneği de resmen başlamış oldu.
O dönemde Ali Kemal’in Peyam-Sabah gazetesinde yazan diğer isimler arasında Refik Halit, Cenap Şahabettin ve Süleyman Nazif gibi isimler de bulunuyordu.
Bu isimler arasında özellikle Refik Halit ismi öne çıkıyordu. Yahya Kemal, Kirpi olarak bilinen Halit’i şöyle anlatacaktı;
Refik Halid, meşrutiyetten sonra ortaya atılan edebî nesil içinde, muhakkak olarak, en fazla tabârüz eden çehredir. Yazıda muayyen bir nev’in mümessili olmuş, büyük mıkyasda kaari’ kazanmış, bir düzine iyi ve îtinâlı eserler vücûda getirmiş, her yazdığını behemehâl merakla okutmuş, Türkçeye yeni bir çeşni vermiş, hemen hemen dâimâ neş’eli ve canlı; görüşte hususiyet ve yazışta hüner göstermiş bir muharrirdir.
Refik Halit, 1922 yılında çıkan “Yüzellilikler” sürgünleri arasında 12 gazeteci ile beraber sürgün edilmişti.
Refik Halit nedamet getirmesi sonrası 1938 yılında affedildi. Sultan Abdülhamid döneminden sonra nedamet getirerek yurda dönmeyi başaran nadir gazeteciler arasında yerini aldı.
Bundan sonra nedamet kültürü medya dünyamıza tekrar yerleşerek sayısız örneğin ortaya çıkmasını sağlayacaktı.
Tek parti rejiminde gazetecilik: Dalkavukluk evresi
Cumhuriyet kurulduktan sonra medya, tek parti rejiminin kanatları arasına adeta sıkışmıştı.
Kemalettin Kamu, Falih Rıfkı Atay, Behçet kemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel kraldan çok kralcı gazeteciler olarak öne çıkıyordu.
Dönemin gazetecileri aynı zamanda edebiyatçı hüviyetini de taşıyan isimlerdi. Gazetecilik artık bir övgü yarışına dönüşmüştü.
Kim daha çok ve daha iyi övebilirdi yarışı edebiyata da taşınmıştı ve ortaya şu şiirler çıkmıştı;
Burada erdi Mûsâ/ Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa, Hürriyet için öter
Ne örümcek, ne yosun/ Ne mûcize, ne füsun,
Kâbe Arab'ın olsun/ Çankaya bize yeter...(Kemalettin Kamu)
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe,
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı'yla müsâvi,
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!(Edip Aysel)
Dağların ardında sönüşü gibi,
Millete can veren, vatan yaratan;
Tanrının göklere dönüşü gibi
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam,
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!(Yusuf Ziya Ortaç)
Atatürkçülüğü ve CHP’liliği tartışılmaz bir kaide olarak ele alan Faruk Nafiz Çamlıbel, her nasıl olduysa 1946 yılında Demokrat Parti’ye geçerek milletvekili seçildi.
Üstelik 27 Mayıs 1960 Darbesi’ne kadar partisine sadık kaldı. Hatta 10. Yıl Marşı’nın güftekarlarından olan Çamlıbel, tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Üretkenliğini burada da kaybetmeyen Çamlıbel, “Zindan Duvarları” isimli eserini bu süreçte yazmıştı.
Cumhuriyet rejimine geçildikten sonra bir gazetecinin inançları ve düşüncelerinde keskin dönüşler yapması eskisi kadar şaşılacak bir durum değildi.
24 Ocak Kararları sonrası medya
Turgut Özal’ın mimarı olduğu 24 Ocak Kararlarının hayatımızda meydana getirdiği en önemli değişiklerden birisi de medyanın şirketlerin eline geçmesine sebep olmasıydı.
Artık medya, kurumsal şirketlerin eline geçen önemli bir ticaret aygıtı olmuştu. Özellikle reklamcılık faaliyetleri ve kamuoyunun kitlesel algılarını kontrol edebilmek için medya önemli bir vasıta olarak karşımıza çıkıyor.
1948 yılında Sedat Simavi’nin kurduğu Hürriyet gazetesinin Aydın Doğan tarafından satın alınması kırılma noktalarının ilkini teşkil etti.
Bu süreçten sonra Türk medyasının bir yandan Hürriyet ile baş döndürücü yeniliklere sahne olup kitleselleşirken, öte yandan medyanın politikayı terbiye eden bir kırbaca dönüşmesine şahitlik ediliyordu.
Bunun da şüphesiz en mücessem örneği 28 Şubat’ta Hürriyet’in oynadığı roldü.
28 Şubat sürecinde Hürriyet’in attığı birkaç manşet örneği, olayın ciddiyetini gözler önüne seriyor.
Erbakan’a tehdit manşeti;
Tank sesleri manşeti;
Refah’ı terörist gösterme çabası;
"Tankların sesi yetmiyor"
Bu ve benzeri örneklerden de anlaşıldığı üzere Matbuat Nizamnamesi’nden 28 Şubat’a giden süreçte medya dünyamızda köklü değişikler meydana geldi.
Son yıllarda ise şirketleşen medya yeni bir dönüşüm dalgası daha geçirdi. Artık büyük gazeteleri veya TV kanallarını kontrol etmek böylesi güçlü bir ideolojik aygıtta tek başına söz söylemek için yetmiyor; çünkü sosyal medya gibi unsurlar tüm yerleşik düzeni altüst etti.
Şirketleşme modeli yerini yavaş yavaş bireysel yeteneklerin ön plana çıktığı bir gazeteciliğe bırakıyor.
Bu aslında bizi medya serüvenimizin bidayetine götürüyor. Gazeteciliğin yeni modeli iki unsura dayanıyor; bu bağlamda gazeteci ya oldukça kesif bir zeka ile sıyrılıp ön plana çıkıyor ya da hedef göstererek linç kültüründen faydalanmaya çalışıyor.
Yeni modelin en talihsiz yönlerinden birisi de bir utanma mekanizmasının bulunmaması olarak karşımıza çıkıyor.
Kişi söylediği sözün yalan çıkmasından utanmıyor veya hedef göstermekten çekinmiyor; çünkü kendisini kınayacak bir toplumsal mekanizma ile karşı karşıya kalmıyor.
Fatih Altaylı bundan yıllar önce Ahmet Kaya için söylediği sözleri bugün Twitter’da söylemiş olsaydı muhtemelen o kadar eleştirilmeyecekti ve kısa sürede unutulacaktı; çünkü yeni modelde onu kınayacak bir ahlak mekanizması söz konusu olmayacaktı.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish