Durumun nezaket ve ağırdan almayı kaldıramayacağı için her devlet, doğudan ya da Kore ve İran gibi koronavirüsün yeni görüldüğü ülkelerden gelenlere kapılarını kapattı.
Diğer yandan Körfez ülkeleri de vatandaşlarının salgının görüldüğü ülkelere gitmesini engelledi.
Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkeler ilk günden itibaren özel uçaklarla vatandaşlarını geri getirdi.
İsrail yeni tip koronavirüs (CoVID-19) korkusuyla hiç tereddüt etmeden bin 600 turisti Güney Kore’ye geri gönderdi.
Çin hükümeti, virüsün farklı bölgelere yayılmasını önlemek amacıyla milyarlarca dolar harcadı; ama yine de salgının ülkenin hemen hemen tüm bölgelerinde görülmesinin önüne geçemedi.
Çin gibi yoğun nüfuslu ve geniş yüzölçümüne sahip bir ülkede virüsün yayılmasını kontrol etmek kolay değildir. Ancak hükümet buna rağmen salgını sınırlamak konusunda büyük başarılar kaydetti.
Yine de virüslerin doğası ne coğrafya ne de sınır tanımadıkları için koronavirüs nispeten kısa bir süre içinde Çin’den komşu ülkelere de yayıldı, İran’a kadar ulaştı.
Körfez ülkeleri ve Avrupa şimdi salgından korunmak için alarm seviyelerini yükselttiler.
Uzman olmayan, sıradan insanların aklında birçok soru işareti var. Çok ayrıntıya girmeden bunları yanıtlamaya çalışacağım.
İlk soru, virüsün yayıldığı söylenen araştırma merkezinin, bu tür kötü virüslerin ortadan kaldırılması konusunda çalışmak yerine neden korunduğuna ilişkilidir.
Bunun yanıtı basitçe koronanın tek bir vürüs tipinin değil, bir ailenin adı olduğudur. Birkaç yıl öncesine kadar insanlar, develerden geçtiği kanıtlanan Ortadoğu Solunum Sendromu Koronavirüsü (MERS-CoV) gibi bu ailenin başka bireyleri ile mücadele ediyorlardı.
Herkesin çabaları ile virüsü kapsama ve yayılmasını önleme çalışmaları başarılı oldu. Kendisine etkili bir aşı bulma çalışmaları ise halen devam ediyor.
Korona ailesi virüsleri arasında belirtileri gribe benzeyen, hafif olanlar da var. Fakat burada şunun altını çizmeliyiz; tüm ülkelerde virüsler ve bakteriler gibi küçük organizmalar üzerinde araştırmalar yapan araştırma merkezleri vardır.
Bu merkezler, tıbbi amaçlar veya genetik mühendisliği olarak bilinen alanda kullanmak için söz konusu organizmalar üzerinde araştırmalar yapmaktadır.
Daha açık olmak gerekirse bu organizmaları genleri ile birlikte ele alıp araştırmaktadırlar. Bu alandaki teknikler o kadar ilerledi ki canlı organizmaların genleri değiştirilerek amaca uygun bir biçimde yeniden sentezleme noktasına ulaştı.
Dolayısıyla gözle görülemeyecek kadar küçük bu mikroorganizmalar ve genleri hakkında yürütülen çalışmalar bilindik bir durumdur ve ülkeler arasında da bir rekabet alanıdır.
Hastalığa neden olan genlerden kurtularak hastalıkları iyileştirme çalışmaları kapsamında umut verici bir yöntemdir.
İkinci soru, virüsün doğası ve bazı ülkelerin kendisine karşı bir aşı geliştirmeyi başardığı konusunda söylenenlere inanmanın mümkün olup olmadığı ile ilgilidir.
Virüsler mikro boyuta sahip organizmalardır ve normal mikroskoplarda bile görülemeyebilirler. Bu nedenle dijital mikroskop teknikleri kullanılır. Küçük boyutları nedeniyle çoğalma ve yayılma kabiliyetleri yüksektir.
Virüsler ayrıca esnek bir yapıya da sahiptirler. Bu nedenle hayatta kalabilmek için kendisini dönüştürebilen grip gibi insan müdahalesi olmadan genlerini kendi kendilerine yeniden sentezleyebilirler.
Virüslere karşı aşıların üretim çalışmaları ise hız kesmeden devam ediyor ve bu konuda yoğun çabalar harcanıyor.
Ancak bilimsel çalışmaların doğası gereği herhangi bir yeni aşı ya da ilaç öncelikle deney tüpleri içinde test edilmelidir.
Bundan sonra diğer aşamaya, yani fareler gibi hayvanlar üzerinde deneme aşamasına geçilir.
Bu aşamada başarılı olunduğunda gönüllü kişiler üzerinde denenir. Önemli yan etkileri olmadan etkili olduğunun kanıtlanması halinde son ve zorunlu adım olan FDA (ABD Gıda ve İlaç Dairesi) gibi uzman kuruluşların ve bilimsel araştırmalar konusunda gelişmiş ülkelerdeki ilgili makamların resmi onayı alınır.
Bu prosedürler uzun sürer. Dolayısıyla test aşamasındaki bir aşıya ulaşmak bile büyük bir başarıdır.
Diğer bir soru, neden hastalığa yakalananların bazıları iyileşirken bazılarının öldüğüdür.
Bunun nedeni vücudun savunma hattı, yani bağışıklık sistemidir.
Sağlıklı bireyler ve gençler, bağışıklık sistemlerini zayıflatan hastalıkları olan kişilere ve yaşlılara göre daha dirençlidirler. Bağışıklık sistemleri daha güçlüdür.
Okuyucuların bu bilgileri başka yerlerde de bulabileceğini ve okuyabileceğini biliyorum.
Bunları tekrarlamamın nedeni insanların, bilim adamları ve doktorlar değil de hükümetler tarafından kasıtlı olarak yanlış bilgilendirildiklerini fark etmiş olmamdır.
Örneğin virüs son olarak İran’da ortaya çıktı ve oradan da Irak, Lübnan, Kuveyt ve Bahreyn’e yayıldı.
Virüsün görülmesi haddizatında kötü bir şeydir; ancak sahadaki gerçek durumu gizleyerek insanları aldatmak ve yanlış bilgilendirmeye çalışmak daha da kötüdür.
Hastalık tek bir insanda görülmüş olabilir; ama bilgisizlik ve yanlış bilgilendirme ile ölümcül bir salgına dönüşebilir.
Virüslerin ne mezhebi ne de dini vardır. Tek gündemleri vardır; o da çoğalmak ve hayatta kalabilmek için insanların vücutlarına sızmaktır.
Bu konuda en çok utanılması ve kınanması gereken ihmalkarlıktır.
Hastalığa yakalandıklarından şüphelenilen bazı kişilerin tepkisi ve karantinaya alınmayı reddetmeleri karşısında hükümetlerin duyduğumuz, gördüğümüz ve tanık olduğumuz tavırları bu suçu kabul ettiklerinin bir göstergesidir.
Evet, bu bir suçtur. Karantinaya alınmayı reddetmek bir suçtur.
Karantina, hasta olan ya da hastalığa yakalandığından şüphelenilen kişilerin kapalı bir alanda kalması ve tıbbi bakım almaları demektir.
Bu prosedürü reddetmek, kızmak ya da kendisinden korkmak ancak hükümetler zayıf ve kararsız olduklarında yaşanır.
Kutsal sayılan Kum şehrinin İran’da virüsün görüldüğü ilk bölgelerden olması utanç verici ve gizlenmesi gereken bir şey değil.
Dolayısıyla bu şehirden gelenlerin (İsterse Ali Hamaney’in kendisi olsun) nasıl hiçbir önlem alınmadan Irak’a girmelerine izin verilebilir?
Virüsler adildir ve sınıf gözetmezler. İran’da gerçekleşen bu ihmalkarlık komşu ülkelere zarar verdi.
Çin’den, bazı bölgelerde hastalığa yakalanma oranları ile karşılaştırıldığında iyileşme oranlarının yükseldiğine dair haberler geliyor.
Bu güzel bir haberdir; ama gerçek şu ki biraz geç kalındı. Çünkü Çin artık tek başına sorunun kaynağı değildir.
Kore, Japonya, Afganistan, İran, Irak ve Körfez ülkelerinin tümü virüsün yayılma tehlikesi ile karşı karşıya.
Yine de Körfez hükümetlerinin doğru karar alma yeteneğine ve salgının yayılmasını sınırlamak için yeterli araçlara sahip olduklarına inanıyorum.
Umre sezonunun başladığı göz önüne alınırsa özellikle Suudi Arabistan bu konuda tüm dünyaya karşı büyük bir sorumluluk taşıyor.
Bu konunun ilgili kuruluşlar ile birlikte değerlendirilmesi ve bir karara varılması gerekiyor.
Suudi Arabistan gerekirse kamu sağlığı için geçici olarak Umre kapısını kapatabilir.
Şam’da veba salgınının baş gösterdiğini duyunca şehre girmeyip geri dönen Ömer bin Hattab gibi, Resulullah’ın (s.a.v) salgınlar hakkındaki şu emrine uyabilir:
Bir yerde veba olduğunu işittiğinizde oraya girmeyiniz. Bir yerde veba ortaya çıkar ve siz de orada bulunursanız hastalıktan kaçmak için oradan çıkmayınız.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu
© The Independentturkish