Hasankeyf’e ilk olarak 1996 yıllında gitmiştim.
Dicle kıyısına paralel yükselen yek pare doğal kaya kütlesi, kayalara oyulan yüzlerce antik mağara ve eski çağ kalıntıları benim için oldukça etkileyiciydi.
Eski köprünün devasa ayakları ve dağlara doğru genişleyen vadi, Dicle’nin nazlı akışında olağanüstü güzellikteydi.
On bin yıllık bir geçmişe sahip Hasankeyf’te kendimi bir an eski zamanlarda bulmuştum. Zaman kavramı adeta yer değiştirmiş, en eski çağlar yaşadığım ana gelmişti.
Binlerce yıllık yapıların büyük kısmı yıkıntı da olsa, müthiş bir ihtişamın izleri taşıyordu. Ortaçağın en görkemli kentlerinden biriydi.
Kayalara oyulan devasa mağara evler, insan emeğinin yoğun olarak hissedildiği taş eserler, Dicle kıyısında adeta bir ilk çağ tablosu gibi duruyordu.
Dicle ise bütün çağların kadimliğiyle nazlı ama bir inatla akıyor, yüzlerce yıllık eski taş köprünün ayaklarını yalayarak, yoluna devam ediyordu.
Attığım her adım, dokunduğum her taş bana yüzlerce yıllık uygarlıktan haber veriyor; acılardan, savaş ve yıkımlardan dem vuruyordu.
Zamanın durduğu benzersiz bir mekandı Hasankeyf. En derin acıların umuda dönüştüğü, insanlığın en eski dönemlerinde inşa edilen bir yerdi.
Son büyük darbeyi kenti yakıp, yıkan Moğollar’dan alsa da ihtişamından bir şey kaybetmedi, ayakta kalabildi.
Bütün güzelliğini, tarihi dokusunu ve kültürel yapısını Dicle’den alıyordu. Kayalara oyulan kentin can damarı Dicle’ydi. Kadimlik akardı Dicle ile Hasankeyf’e.
Ama bir sorun vardı.
Hem de Moğol saldırılarından daha ağır bir sorun.
Dicle nazlı akıyordu ama bir süre sonra önünde devasa bir bend yapılacak, su geriye doğru şişerek can verdiği Hasankeyf'i yutacaktı.
Hasankeyf’e yıllar içerisinde birkaç kez gittim. Her gittiğimde sular altında kalacak olan antik kenttin yok olma sürecinin, biraz daha belirginleştiğine tanık oldum.
‘Hasankeyf yok olmasın’ kampanyalarının gölgesinde, antik kent yavaş yavaş boğulma süreci yaşadı ve kamuoyunun bütün ısrarlarına rağmen proje adım adım ilerledi.
Her ne kadar baraj suları halen bütün olarak Hasankeyf’i yutmasa da, yapılan müdahaleler, bazı tarihi eserlerin taşınması, betonlaştırılan yollar, tarihi çarşının dozerlerle yıkılması Hasankeyf için hazin sonun geldiğini gösteriyor.
Her gün binlerce insanın ziyaret ettiği, aslında bir turizm cenneti olan Hasankeyf, on bin yıllık tarihiyle eski çağların izlerini taşıyan nadir alanlardan biri olmasına rağmen, baraj sularının altında kalmamasına yönelik tek proje hazırlanmadı.
Bazı eserlerin taşınması dışında, ciddi bir çalışma yürütülmedi. Doğası, doğasında yaşayan canlıların yaşam alanları dikkate alınmadı.
Gerçeklere gözler kapatıldı, gözler lal, kulaklar sağır oldu.
Oysa bilimsel raporlardan birisi bile dikkate alınsaydı sonuç böyle olmayacaktı. Hasankeyf insafsızca yok edilme süreci girmeyiyecekti.
10 bin yıllık tarihi geçmişi olan Hasankeyf’in sular altında bırakılması kime, neye yarıyor anlamakta güçlük çekiyorum?
Bir barajın ömrü yüz yıl bile değil ama Hasankeyf korunmuş olsaydı, kim bilir daha kaç asır ayakta kalacaktı?
İlk defa 1954 yıllında gündeme gelen Ilısu Barajı yıllardır tartışılmasına; çevrecilerin, tarihe sahip çıkanların bütün eleştirilerine karşın, hiçbir hükümet projeyi rafa kaldırma iradesini göstermedi.
“Hasankeyf yok olmasın” eylemleri süreci geciktirse de sonuç değişmedi. Mahkeme kararlarına uyulmadı, bölge kültürel varlıkları koruma kurullarının kararları da bay bass edilerek, proje hayata geçirildi.
Uluslararası finans kuruluşları zaman zaman projelerden çekilse de, her seferinde yeni ortaklar devreye girerek, yola devam edildi.
Yani uzun lafın kısası, Hasankeyf için yok olma süreci oldukça ince bir politikayla yıllardır devam ettirilerek, bugünlere gelindi.
Ve belki çok kısa bir süre sonra Hasankeyf’in büyük kısmı sular altında kalacak. Binlerce yıllık tarihi doku, yüzlerce çeşit canlı türü ve köyleriyle bir ilçe insanlarıyla hayattan çekilecek…
Ne arkeolojik kazıların bir önemi kalacak, ne de eski neolitik çağların.
Tıpkı Samsat’ta, Halfeti’de, Elazığ’da, Nevala Çori’de oldu gibi bir bütün olarak tarih, doğal yaşam ve insan habitatları bilinçli bir şekilde yok olacak.
Oysa bu alanlarda ki tarihi doku milyonlarca insanı buralara çekmeye yeter, artardı bile.
Baraj ve HES politikaları bölgedeki tarihi dokuyu bitirme noktasına getirmiş, aslında bacasız sanayi olarak bilinen turizme de büyük darbe vurmuştur.
Bu tarihi ve kültürel dokuların insanlığın ortak mirası olduğu gerçekliği ortadayken, barajlarda ısrar etmek anlaşılır bir yanı yoktur. Koruma planlarının daha gerçekçi ve yaşatmaya yönelik olması gerekiyordu.
Ama öyle olmadı.
Dicle’nin rahminde kurulmuş, kadimliğin timsali Hasankeyf artık son demini yaşıyor, ölmesi an meselesi.
Yazık, çok yazık.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish