2023'e damga vuran 23 film

Büyük ustalardan yeni başyapıtlar, genç yönetmenlerden cesur çıkışlar… 2023'te sinema dünyasını şekillendiren 23 filmi sıraladık

Barbenheimer fenomeniyle anılan 2023'ten atlanmaması gereken 23 filmi seçtik (Kolaj: Barış Berkay Akkaya / Independent Türkçe)

Murat Özer'in anısına *

Medyanın en samimi film eleştirilerini içerecek sürekli köşemiz Vizyon Karnesi'ne, en kısa sürede yayımlayacağımız bir 2024 toplu değerlendirmesiyle başlayacağız.

Ne var ki, aslında bu başlangıcın bir sene önce olmasını murat etmiştik. İlk retrospektif dosyamızı 2023 için hazırlayacak ve The Independent'ın hazırladığı "2024'te dikkat edilmesi gereken 24 film" ile aynı gün yayımlayarak  ana sayfada da iki içeriği yan yana koyacaktık.

Mamafih, "hayat sen planlar yaparken başına gelenlerdir" sözü yine haklı çıkmak için aportta bekliyormuş meğer. 

Hiç ilginizi çekmeyeceğinden emin olduğum bir takım mevzuların araya girmesi neticesinde yazı elimizde kaldı ne yazık ki. Ama bu içeriği çöpe atmaya da gönlümüz razı gelmedi.

Sitenin bir kenarına koyalım belki sonraki senelerde bir dönüp bakmak isteyen olur dedik. 

Film izlemenin tek mecrasının sinema salonları olmadığı, filmlere erişimin kolaylaştığı bir çağda, geçmiş bir sinema sezonuna bir göz atmanın her zaman yeri olduğunu düşünüyoruz. 

Sinema vizyonunu ve elbette dijital mecraları, güncel "kapsül" eleştirilerle takip edecek sürekli köşemiz, önümüzdeki aylardan itibaren bu sayfalarda olacak.

Ama gelin önce 2023'ün nasıl bir sinema senesi olduğuna kuşbakışı bakalım.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

2023'te sinema deyince ilk akla gelen sözcük hiç şüphesiz Barbenheimer. Birbiriyle karşıtlık içinde pazarlanan bu iki film sinema tarihinde benzerine az rastlanır başarıyla toplamda 2,5 trilyon dolara yaklaşan bir dünya hasılatı yaptı. Bütün dünyada kültür sayfalarının manşetlerini meşgul etti ve sinemayla biraz olsun ilgisi olan herkesi kendisi hakkında konuşturdu. 

2023 aynı zamanda büyük ustaların senesi oldu. Amerikan sinemasının devleri Martin Scorsese'den Ridley Scott'a sinemanın yaşayan efsaneleri, Christopher Nolan'dan Wes Craven'a duayen basamaklarına varmış pek çok yönetmen yeni filmleriyle arzı endam etti. Türkiye sinemasının halen aktif olan en önemli iki yönetmeni Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz da bu ustalar resmi geçidine katıldı.  

Öte yandan, geçen yüzyıl başladıkları kariyerlerini yeni filmlerle taçlandıran (tamamı erkek) bu usta isimler bir yana, ilk filmlerini çeken iki genç kadın yönetmen belki de yılın en kayda değer filmlerine imza attı. (Laf aramızda, Nolan da bizimle hemfikir).

Artık lafı daha fazla dolandırmayalım. İşte 2023'e damga vuran 23 film. 

23- Barbie

Eleştirmenlerin yoğun teveccühüne mazhar olup Metacritics'te 80 puan toplayan film, 8 adaylıkla gittiği Oscar gecesinden sadece Billie Eilish imzalı şarkısının aldığı ödülle dönebildi.

Mattel'inki ne görkemli bir başarı, sen iki buçuk saatlik reklam filmi çek, film bu yılın en çok izleneni olsun, üzerine onlarca yıldır, milyonlarca 'beden dismorfik bozukluğu' (Barbi sendromu) vakasının müsebbibi değilmişsin gibi bir de yarı özeleştirel bir şekilde kendini akla… Böylesi bir başarıya ancak şapka çıkarılır. Barbie'nin feminizmi, hani Vietnam'la ilgili özeleştiri veriyormuş gibi görünürken alttan alta Amerikan propagandası yapan kimi filmler vardır ya işte tam onlar kadar.  Öte yandan büyük gişe başarısının dışında bu filmin atlanmaması gereken bir özelliği var; Bu tam olarak 'zamanın ruhu'nu yakalamış bir film. Bundan 50 yıl sonra bu filmle, 2022'nin öne çıkanlarından Her Şey Her Yerde Aynı Zamanda'yı (Everything Everywhere all at Once) art arda izleyen biri 2020'lerin ilk yarısında gençliğin nasıl bir duygu ve düşünce durumu içinde olduğunu (dolayısıyla zamanın ruhunu) mükemmele yakın kavrar.

22-  Napolyon (Napoleon)

Abel Gance neredeyse 100 yıl önce CGI vs. şöyle dursun sinemada henüz bildiğimiz manada renk ve ses bile yokken çok daha başarılı bir Napolyon filmi çekmişti.

Ridley Scott için bir defasında "o dışkıyı bile estetize" edebilir denmişti. Ancak bu kez Scott'ın favori yönetmenlerinden Krusowa'nın şu sözleri geçerli: "İyi bir senaryodan kötü film yapılabilir ama kötü bir senaryodan iyi film yapmak imkansızdır." David Scarpa'nın, konu edindiği kişiliği sahici bir tarihsel bağlama ve neden sonuç ilişkilerine oturtmaktan aciz senaryosu o kadar zayıf ki durumu Scott bile kurtaramıyor. Üstelik hani aman aman bir stilizasyon da yok doğrusu… 200 milyon dolar bütçeli bir Scott filminden en azından daha görkemli savaş sahneleri ve daha fazla sinemasal atraksiyon beklerdik. Austerlitz sahneleri dışında Scott'ın sineması da tam bir hayal kırıklığı. Dramatik etki çok demode bir yöntemle duvardan duvara müzik döşeyerek yaratılmaya çalışılmış. Yalnız filmin oyunculuk performansları şaşırtıcı derecede iyi. Hem Joaquin Phoenix hem de Vanesa Kirby'nin karakterlerin ruhuna nüfuz edecek mükemmel performanslar ortaya koyduğunu söylemezsek haksızlık olur. Sırf bunun hatrına bile izlenebilir. 

21- Hayat

Hayat, sinemaseverleri; "aşık olanlar ve nefret edenler" diye bölen filmlerden oldu, "aşık olanlar" tarafında yer almasak da görülmesi gereken bir film olduğu kesin.

Zeki Demirkubuz'un yaşayan ve halen film çeken en önemli Türkiyeli yönetmenlerden biri olduğuna dair sanıyoruz kimsenin şüphesi yoktur. Ne var ki, bu defa karşımızda boylu boyunca bir hayal kırıklığı var. Klişelerle dolu bir senaryo, inandırıcı olmaktan çok uzak (belki biraz Doğu Demirkol hariç) oyunculuklar, son derece konvansiyonel bir sinema, niye 193 dakikada sündürülerek anlatıldığı anlaşılamayan bir öykü… Bütün bunların üzerine filmin PR'ının, seviyesi Demirkubuz tarafından sürekli daha aşağıya doğru çekilen bir polemikle yapılması da cabası. Öte yandan bu listede yer alıyor zira bence Demirkubuz kim ne derse desin Türkiyeli bir sinemaseverin her yeni filmini takip etmesi gereken önemde bir yönetmen olmayı sürdürüyor. Ayrıca Vizyon Karnesi'nin aksine filmi çok beğenen eleştirmenler de oldu, örneğin değerli dostum Olkan Özyurt'a göre Hayat, "yılın en iyi Türk filmi"ydi. Dolayısıyla izleyip kendi kararınızı veriniz.

20- Ölümlü Dünya 2

Ölümlü Dünya, bize Dündar Dinç karakterini armağan etti… Dinç "kolunu kolumuza sokmaya" geliyor.

Artık Türkiye mizah geleneğinde, Feyyaz Yiğit komedisi diye bir gerçek var. Başlı başına bir fenomen haline gelen Gibi'nin yanı sıra sinemada da şimdilik üç filmle yansımasını bulan bir olgu bu. Ali Atay, Feyyaz Yiğit ve Aziz Kedi'nin yazıp Ali Atay'ın çektiği ilk iki film Ölümlü Dünya (2018) ve Cinayet Süsü (2019) sinemamızda benzerlerine çokça rastlamadığımız arayışçı, yenilikçi ve özgün birer kara mizah örneği sunmuştu. Tutan formülü birebir uygulayarak gişe başarısını aynen tekrar etmek mümkün ama işte arayışçılık, yenilikçilik, özgünlük gibi değerli niteliklerden feragat ederek. Ne yazık ki bu filmde bu yol tercih edilmiş, yine de ustamız Uğur Vardan'ın belirttiği gibi; Ölümlü Dünya 2 "yılın en ilgiye değer komedisi unvanını hak ediyor." Dolayısıyla bu listede yer almayı da…

19- Wonka 

Bir zamanların "genç kızların sevgilisi" kontenjanından starı Hugh Grant'i, dışlanan Oompa Loompa rolünde izlemenin ayrı bir keyfi vardı doğrusu...

Türkiye vizyonunda yılın en çok izlenen filmi Rafadan Tayfa 2'ydi ama bu listede düzeyi o kadar da düşüremiyoruz. Yine de gönlümüz listeyi daha genç izleyicilerin de eğlenerek izleyebileceği bir film eklemeden kapatmaktan yana değil. Bu yılın vizyonunda bu kategoriyi dolduran yapıt Paddington serisiyle büyük başarı kazanan Paul King'den geldi. Sinema tarihinin idrak etmekte olduğumuz postmodern dönemi için öncül devam filmleri vazgeçilmez: Bu filmde de Roald Dahl'ın sevilen karakterinin Çikolota Fabrikası'na nasıl sahip olduğunu yani klasik hikayenin öncesini izliyoruz. Kimileri beğenmese de bence Timothée Chalamet genç Willy Wonka'yı hem gençliğin acemiliği ve budalalığını içerecek hem de gelecekte dönüşeceği karizmatik ve gizemli karakterin ipuçlarını verecek şekilde canlandırmış. Filmin müzikleri de gayet başarılı ve özellikle Scrub Scrub sahnesi eski Disney filmlerindeki kolektif neşeyi hatırlatıyor. Daha güçlü bir final filme çok şey katabilirdi ama Wonka bu haliyle de keyifli bir film.

18 - Kara Cuma (Thanksgiving)

Kara Cuma'nın serüveni 16 yıl önce, Tarantino-Rodriguez imzalı Grindhouse'da yer alan bu sahte fragmanla (mock trailer) başlamıştı.

Böyle bir liste en az bir korku-gerilim içermese eksik kalır. Quentin Tarantino'nun çömezlerinden Eli Roth'un imzasını taşıyan film, ele aldığı türe, (fun teen slasher / komikli ergen kesmece), yenilikler getiren yaratıcı bir yapım. Tarantino sinemasından entelektüel içeriği tamamen çıkardığımızda elimizde Roth'un pür ergen sineması kalıyor. Roth da "madem ergen sineması yapıyoruz en ergen türe bir el atalım" demiş olmalı. 1996'da başlayan Çığlık (Scream) serisiyle zirvesini yaşayıp o gün bugündür bir şekilde ilgi çekmeyi başarmış bir tür bu. Roth bir katmanda türün klişelerine birebir riayet ederken bir başka katmanda onlarla tatlı tatlı oynuyor, dalgasını geçiyor yeni denemeler, soslar, oyuncaklar ekliyor. Sinemanın türsel geleneklerini çeşit çeşit saygı duruşlarıyla tekrar tekrar üretmek Tarantinesk sinemanın alameti farikalarından ne de olsa. Referanslara takık sinemaseverler için kaçırılmaması gereken, genel korku izleyicisi için de eğlenceli bir 90 dakikayı garanti eden bir film Kara Cuma.

17- Asteroid Şehri (Asteroid City)

Anderson'ın biçim gösterisi Asteroid City'yi 105 dakika izlemek pek çok çokları için yeterince zorlayıcı bir deneyimdi ama doyamayanlar için filme konmamış bu sahne, filmin özdüşünümlü (self-reflexive) doğasını daha doğrudan açık ediyor.

Bu yıl sırayla arzı endam eden usta sinemacılardan bir diğeri de Wes Anderson hem de en stil sahibi olanından. Ama her şeyin fazlası zarar. Anderson; "Kendimi tekrarlamamaya çalışıyorum. Ama görünen o ki sürekli bunu yapıyorum" diyor ve ekliyor; "kendi el yazımla yazmak istiyorum." Pek tabii tüm sanatçılar öyle yapmalı; ne var ki filme alma, sahneleme, tasarımda birbirini aynen tekrar eden bu tarz, artık sinema olmaktan çıkarak adeta bir plastik sanat eserine; bir video enstalasyona dönüşmek üzere. Anderson'ın bu dönemini, Woody Allen'ın 1977-2005'te müziğinden kapanış jeneriklerine neredeyse birebir aynı biçime sahip tam 30 film çekmesine benzetmek mümkün. Ama işte Allen, Maç Sayısı'yla (Match Point) bu döngüyü aşıp yepyeni sulara yelken açtı. Anderson'ın da artık maç sayısını yapması gerekiyor. Yoksa filmleri giderek kendi kendisinin parodisine ve hatta karikatürüne dönüşüyor. Öte yandan şu kadroya bir bakın hele; Scarlett Johansson, Tom Hanks, Tilda Swinton, Edward Norton, Adrien Brody, Steve Carell, Willem Dafoe, Margot Robie, Jeff Goldblum…  Sadece bir kısmını saydığımız bu kadro artık yıldızlar geçidi de değil adeta bir galaksi. 

16- Aİ (EO)

İyi-kötü bir yana Aİ'nin çok özgün bir sinemasal deneyim olduğu ortada… Polonya'nın resmi Oscar adayı olan film, Cannes'da da Jüri Büyük Ödülü'nü kazanmıştı.

Bu filmi Robert Bresson klasiği Rastgele Balthazar'ın (Au Hasard Balthazar / 1966) yeniden çevrimi olarak görenler var. Evet, benzerlik bariz, ikisi de bir eşeğin gözünden anlatılıyor ama stil ve yaklaşım olarak birbirinden bütünüyle farklı iki film bunlar. Aİ'yi izlerken benim zihnime çok daha ilgisiz bir film geldi; Antonio'nun Yazgısı (Antonio's Line). Marleen Gorris'in 1996 yapımı feminist filmindeki manifest tavrın bir benzerini hayvan hakları açısından takınan bir film Aİ. Bu yıl ustalar ve yepyeniler senesi demiştik; Aİ'nin 1939 doğumlu yönetmeni Jerzy Skolimowski çok tanınmasa da bu ustalardan biri aslında. Polonyalı 'auter'ün deneyselin sınırlarında dolaşan sinemasını tatmak kesinlikle ilginç bir tecrübe olsa da bu kadar keskin ve kontrastlı cümleleri olan bir hikayeyi bu kadar dağınık anlatmak iyi bir tercih mi emin değilim. Isabella Hupert'li İtalya sekansını filmin genel bağlamına oturtabilen beri gelsin mesela… Aİ bu listenin en iyi filmlerinden biri değil belki ama bu listedeki en ayrıksı ve ilginç film diyebiliriz ve bu nitelikleriyle de kesinlikle unutulmayacak izler bırakıyor.

15- Atatürk 1881 - 1919 (1. Film)

Filmin şimdiye kadarki en görkemli Atatürk biyografisi olduğu kesin öte yandan muhtemelen düşünsel yapısı en zayıf olanı da… Gerek Ziya Öztan'ın Kuruluş ve Cumhuriyet serisi gerekse de Can Dündar'ın Mustafa'sı kesinlikle daha fazla fikri altyapıya sahipti.

Büyük tartışmaların ardından iki bölümlü bir sinema filmine dönüşen HBO/Disney+ projesi; Atatürk 1881 - 1919’un, 2 saat 24 dakikalık ilk bölümü 2023'te gösterime girdi. Diziden sinema filmine dönüştürülmüş bir yapım olarak beklediğimden iyi bulduğumu belirtmeliyim. Yine de birkaç temel zaaf gözden kaçacak gibi değil. Bu kadar oylumlu bir biyografiyi bir arada tutabilmek için leitmotif kullanımı yoluna gidilmiş. Bunda sorun yok ancak seçilen leitmotif doğru mu, filmin murat ettiği şeye hizmet ediyor mu burası epeyce su götürür. Diğer taraftan filmin daha genç bir Mustafa Kemal'i, vatansever, kabına sığmayan, civa gibi bir genç subay olarak ele alması doğru olmasına doğru bir tercih ama Aras Bulut İyinemli'nin kararlı lider ifadesi vermek isterken zaman zaman bir sosyopatı canlandırıyormuşçasına abartılara düşmesi biraz yadırgatıcı. Öte yandan prodüksiyon kalitesinin epeyce yüksek olduğunu, Balkanlarda geçen bölümler başta olmak üzere sanat yönetiminin gayet özenli yapıldığını belirtmek gerek. 

14- Bir Skandalın Peşinde (May December)

2023'te birkaç filmin soundtrack'i unutulmazlar arasına girdi, May December'ınki kesinlikle bunlardan biri.

"Çok iyi olmasa da izlenmeli" kategorisinden "yılın en iyilerine" gelmeye başlıyoruz. Zor bir film. Ele aldığı tema da üzerine düşünmesi ve yazması da… Bir defa filmin Türkçe adı kesinlikle uygun değil. Todd Haynes'ın bir skandalın peşine düştüğü falan yok. Ayrıca Mehmet Açar'ın isabetle belirttiği gibi asla "merak ettirme, şaşırtma ve geciktirme" gibi unsurlara da meyletmiyor bu film. İncelikli işlerin yönetmeni Todd Haynes yine böyle bir iş çıkarmış. Ama projenin hayata geçmesinde aslan payı Natalie Portman'a ait. Yapım aşamasına varamayan film senaryolarının yıllık anketi Kara Liste'nin (The Black List) 2020 versiyonunda yer alan senaryoyu okur okumaz projeye yatırım yaparak filmin yapımcılarından biri olmuş Portman. Hatta bir ara yönetmen koltuğuna kendisinin oturması da gündeme gelmiş ama bu noktada bizce doğru kararı verip projeyi Haynes'e devretmiş. Persona referanslı ayna sahnesi şimdiden klasikleşti. Filmin çok katmanlı yapısını deşebilecek kadar yerimiz yok bu yazıda ne yazık ki… Şu kadarını söylemekle yetinelim; Her sinemaseverin mutlaka görmesi gereken bir film.

13- Oppenheimer

2023 sinema sezonu yaz aylarından yıl sonuna dek iki büyük filmin gişe savaşına tanık oldu. Savaşı Barbie açık ara kazanırken Oppenheimer'ın ipi önde göğüsleyebildiği 3 pazardan biri Türkiye'ydi.

Christopher Nolan günümüz sinemasının Stanley Kubrick'i… Tıpkı onun gibi büyük kanvaslar kullanmayı seven bir sanatçı. Peki onun kadar derin mi? Yoksa bu devrin Kubrick'i de anca bu kadar mı olabiliyor? Yine çok büyük bir filmle karşımızda Nolan, bu filme özel üretilen siyah-beyaz tam format peliküllerden, oyuncu kadrosuna, ele aldığı konuya kadar dev bir film bu. Ama ne yaparsın işte yine de bir derinlik eksikliği var. Üstelik biçimde de bazı sorunlar mevcut; bu kadar soluk soluğa bir anlatıyla izleyiciyi hırpalamak yerine belirli bir odak etrafında daha sakin bir film yapılabilirdi, pekala. İç içe anlatılan pek çok büyük tema ve öykü arasında parlayan biri filme biraz boyut katıyor; Oppenheimer (muhteşem bir Cillian Murphy) ve Strauss (en az onun kadar muhteşem bir Robert Downey Jr.) çatışmasının kilit noktası; tek işi gücü dedikodu, haset ve kendisi olanlarla, kendini aşan bir vizyonu taşıyabilenlerin çatışması… İşte bu karşıtlığı ele alma tarzıyla biraz olsun kendini aşmayı başarıyor Nolan. Zaafları ne olursa olsun yıllar boyu hatırlanacak bir görkem sineması örneği.

12 - The Banshees of Inisherin


Bütün bu listedeki en başarılı diyaloglardan bazıları bu filme aitti. Üstelik muhteşem oyunculuk performanslarıyla… Dominic rolündeki Barry Keoghan bu yapımdaki oyunuyla çok hak edilmiş bir Oscar adaylığı aldı.

Nolan'la aynı yıl, aynı şehirde (1970, Londra) doğduktan sonra Şekspiryen tiyatro durağından geçen Martin McDonough sinemaya adımını attığından beri adeta yaşıtının anti-tezi gibi bir sinema yapıyor. McDonuguh'un karakter odaklı filmleri Brüj'da (In Bruges, 2008) ve Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri (Three Billboards Outside Ebbing, Missouri, 2017) kendi çapında birer kült haline geldi bile. Tutkulu bir hayran kitlesi edinen "Brüj'da"yı yaratan üçlünün (yönetmen ve yazar McDonough ile başrol oyuncuları Colin Farrell ve Brendan Gleeson) 14 yıl sonra biraraya gelişi büyük beklenti yaratmıştı. İyi yazılmış senaryosu birinci sınıf oyunculuk performanslarıyla taçlandırılmış, görsel olarak da çarpıcı bir film bu. Ancak bu olay örgüsünü anlamlı bir bağlama oturtmakta biraz eksik kalıyor. Batı'da daha çok 1920 İrlanda iç savaşının bir alegorisi olarak okundu. Bu fazlasıyla zorlama okumanın da çoğu sinemasever için pek bir şey ifade etmediğini söylemek gerekir. Yine de artıları eksilerini solda sıfır bırakan bir yapım.


11 - Pasajlar (Passages)


Ira Sachs bu filmi Franz Rogowski'yi Michael Haneke'nin Mutlu Son'unda (Happy End') -özellikle de Franz'ın Sia'nın 'Chandelier' şarkısının karaoke performansını sergilediği sahnede- gördükten sonra onun için yazmaya başlamış.

Kuir sinema artık 7. sanatın demirbaşlarından… Her yıl en az bir parlak film çıkıyor bu janrdan. Bu yılınki, özel bir yönetmen olduğunu bir kez daha gösteren Ira Sachs imzalı Pasajlar. Müzik seçiminden renk kullanımına, kamera açılarından oyuncu tercihlerine, çok özenli ve birçok açıdan özgün bir iş karşımızdaki… Tabii en güçlü yanı da Sachs'ın Maurício Zacharias'la kaleme aldığı senaryosu. Son tahlilde bir aşk üçgeni filmi bu ve Sachs'ın bir söyleşisinde pek güzel özetlediği gibi, her üçü de elde edemeyeceği bir şeyi arzulayan üç kişi hakkında… Üçgenin üç kenarında üç mükemmel oyuncu performansı izliyoruz. Kimilerinin gereksiz bulduğu iki sevişme sahnesi ise bu karakterlerin inşasına hizmet eden, sağlam ve işlevli sahneler. Frank Rogowski'nin canlandırdığı Thomas karakterinde narsistin sıradan bir kötü olarak portresinden ziyade, bolca zaaflı bir insanın ruhsallığının derinliklerini bulabiliyoruz. Paddington'ın sesi olarak da bildiğimiz Ben Whishaw'ın ve filmin belki de en trajik karakteri Agathe'yi çok duru bir oyunculukla canlandıran Adèle Exarchopoulos'ın performansları da cabası…
 

10 - Sessiz Kız (An Cailín Ciúin)

İrlanda pek çok büyük filme sahne olsa da İrlandalı sinemacılar, mesleğin zirvelerinde yer alsalar da aslında İrlanda sineması dünyada hiç bilinmiyor. İrlanda filmi olarak meşhur filmlerin neredeyse tamamı İrlanda kökenli ABD'li ya da Britanyalılar'ın İrlanda'da geçen ve İrlanda aksanıyla İngilizce konuşulan filmleri. Sessiz Kız, İrlanda'nın dünyaya açılan ilk "yerli ve milli" filmi olmasıyla da önemli...

Bütün bu listedeki en "küçük" film bu… Küçük bir kız hakkında, küçük bir kasabada geçen küçük bir hikayeyi anlatan ufacık bütçeli ve görece kısa bir film. Ekranı bile 1.37:1… 

Ne var ki, ilk kurmaca uzun metrajıyla izlediğimiz Colm Bairéad'ın küçük çerçevesi Nolan gibi büyük sinemacların devasa çerçevesinden daha değersiz bir şey göstermiyor bize bilakis… Minicik anların sinemasal değerini yakalamada Tran Anh Hung başyapıtı Yeşil Papayanın Kokusu'ndan (Mùi du du xanh, 1993) bu yana bu kadar mahir bir film izlediğimi anımsamıyorum ama onda bile bu minik anlardan çarpıcı ve büyük görsel etkiler yaratma eğilimi vardı. Sessiz Kız'da bu da yok. Bir kaymaklı bisküvi planı, bir kuyudan kovayla çekilen su, bir çocuk odasının duvar kağıdı, bir oğlan çocuğunun gömleği, bunlara çok yumuşak bir fırça darbesiyle dokunup geçiyor Bairead'ın kamerası, anların kıymetini vererek ama hiç birinin dramatik etkisini abartmadan. 

sessizkiz

Ünlü İrlandalı folk şarkıcısı Méav Ní Mhaolchatha'nın kızı olan Catherine Clinch başroldeki performansıyla İrlanda'nın Oscar'ı sayılan IFTA'yı 12 yaşında kazanarak büyük bir başarıya imza attı​​​​ (Camera Film)

Ebeveynlik, sevgi, çocukluk, ait olmak gibi kavramlar üzerine söyleyecekleri var bu filmin ama fısıldayarak söylemeyi tercih ediyor bunları… "Şiirsel işlevini" sadeliğinde bulan bir yapıt Sessiz Kız ve bu özelliğiyle yıllar boyu hatırda kalacak.

9- Tanrının Unuttuğu Yer (Vanskabte land)

Filmin İngilizce adı Godland "Tanrı'nın ülkesi / Kutsanmış topraklar" gibi anlamlara da geliyor. Ancak filmin orijinal adı olan Vanskabte Land, İzlanda dilinde ve bazı nüanslarla Danca ve Norveççe’de de “bozulmuş, biçimsiz, kötü biçimlendirilmiş kara parçası” anlamlarına geliyor. Filmin Türkçe isminin her iki anlamı da içererek filme cuk oturduğunu söylemeden geçemedim.

Tanrının Unuttuğu Yer (bundan böyle kısaca TUY) ecnebi sinema eleştirilerinin "falanca meets filanca" klişesini kullanmak için insanı tahrik eden bir film; zira sanki Lucrecia Martel'in Zama'sıyla, Kelly Reichardt'ın İlk İnek'i (First Cow) birlikte bir kuzey seferine çıkmış sonucu da bu film olmuş. Aynı "frontier" ruh hali, medeniyetin ve doğanın sınırlarında yitip gitme teması.

İlk İnek iki iskeletin tesadüfen bulunmasıyla başlıyordu. TUY da şu anonsla açılıyor; "İzlanda'da içinde Danimarkalı bir rahip tarafından çekilmiş 7 ıslak plaka fotoğraf bulunan bir kutu bulundu. Bu görüntüler güneydoğu kıyılarının ilk fotoğraflarıdır. Bu film bu fotoğraflardan esinlenmiştir." İlk İnek'in iskeletleri nasıl hayal ürünüyse bu fotoğraf kutuları da öyle elbette… Ama bu başlangıç noktası iki filme de benzer bir gerçeklik duygusu katıyor. 

TUY

Filmin bir diğer ruh ikizi de Werner Herzog'un unutulmaz yapıtı Tanrının Gazabı (Aguirre, Der Zorn Gottes) ve TUY'un başrolündeki Elliott Crosset Hove'un performansı da yer yer Klaus Kinski'nin efsane oyunculuğunu hatırlatmıyor değil (Bir Film)

Tıpkı andığımız diğer iki yapıt gibi Tanrının Unuttuğu Yer de yaratmak istediği etkiyi salt olay örgüsüne yükleme yolunu seçmeyen, öyküsünün lafzından ziyade poetikasının peşine düşen bir film. Bu yüzden de izleyicisinden bölünmemiş bir dikkat, sürekli aktif ve sorgulayan bir zihin ve epeyce de sabır talep eden zorlayıcı bir film… Belki pürüsüz bir seyir keyfi değil ama her gerçek sinemaseverin tatmak isteyeceği bir deneyim vadediyor.

8- Güneş Sonrası (Aftersun)
 

Orijinal Mubi yapımı olduğu için Mubi koleksiyonunun daimi bir parçası olan film, platformdan her daim izlenebilir.

Bu yıl "baba" sinemacıların resmi geçidine sahne oldu ama asıl şaşırtıcı filmler ilk filmini yapan genç kadınlardan geldi demiştik. İşte bu genç kadınlardan biri Charlotte Wells. Ama ne film! Güneş Sonrası, Batı ülkelerinde 2022'de vizyona girdi ve bütün eleştirmen listelerinin bir numarası olmakla kalmadı, çeşitli festival ve yarışmalardan 178 adaylık alırken çoğu eleştirmen jürisi ödülleri olmak üzere 92 ödül kazandı. 

Son yıllarda dünya sinemasında eleştirmenlerin bu kadar büyük bir ittifakla başyapıt olduğuna kani olduğu bir başka film olmamıştı sanırım. Güneş Sonrası tüm listeleri öylesine domine etti ki en son SİYAD listesinde yine bir numarayı aldığında "yeter artık, yine mi bu film" yorumları gelmişti. Belki bu listede görünce de öyle diyenler olacak. Ama evet bu film önemli bir film. Bir defa Wells'in üslup açısından çok maceracı ve arayışçı bir sineması var ama bunu hiçbir anında gözümüze sokmuyor. Bu kadar abartısız bir üslup gösterisi az bulunur. 

SİYAD'ın dijital platformlarda yayına giren en iyi 10 film listesinden iki film bizim listemizde de kendine yer buldu.

Sinema tarihinde finaliyle yepyeni bir anlam kazanıp bir daha en baştan izleme isteği uyandıran ve yeniden izlendiğinde sahnelere yedirilmiş çok minik ama çarpıcı ayrıntılarla insanı şaşırtan aynı zamanda nostalji duygusu böylesine güçlü başka filme az rastlanır doğrusu. Filmin önemli bir kısmının Türkiye'de geçmesi de cabası.

7- Dolunay Katilleri (Killers of the Flowers Moon)


Her bir ayrıntının özenle düşünüldüğü filmde Osage kabilesinin 44 gerçek üyesi (üstelik hepsi de cinayete kurban gidenlerden en az birinin akrabası) yer almış

Başlarken, büyük ustaların yeni filmleri demiştik. Bu ustalardan belki Scott, Demirkubuz ve Anderson bizi biraz hayal kırıklığına uğrattı ama tersi yönde şaşırtanlar da var. Evet şaşırtmak… Neredeyse ittifak halinde yaşayan en büyük sinemacı kabul edilen Martin Scorsese 60 yılı bulan kariyerinde hem sanki hep aynı filmi çekiyor (yani kendi el yazısıyla yazıyor) ama hem de her filmine sürprizler eklemeyi başarıyor. 

80'i devirmiş ve kendini fazlasıyla kanıtlamış bir yönetmenin sinemasına hâlâ yeni atraksiyonlar katabilmesi mesela daha önce Scorsese sinemasında tesadüf etmediğimiz bir planla, kendisinden çok genç bir sinemacıya (Ari Aster'ın Midsommar'ından bahsediyorum) selam gönderebilmesi her türlü övgünün üzerinde. 

Osage

Film, Amerikan tarihindeki korkunç suçlardan birinin, Osage kabilesinin petrol zenginliğine türlü çeşit komplo ve cinayetlerle el konmasının arka planını faş ediyor. Cinayetler dönemin basınında şöyle görselleştirilmiş (Wikimedia)​​​​​

Scorsese bunları yaparken asla marifet gösterisine düşmüyor. Tematik düzeyde de altı dolu anlamlı filmler yapmayı sürdürüyor. Dolunay Katilleri, Amerikan tarihini deşmeye meraklı yönetmenin yine izleyiciyi yine bu tarihin en karanlık sayfalarından biriyle yüzleştirdiği çok çarpıcı bir film. Güçlü bir politik alt metinle, en hakikisinden sinemayı birlikte barındıran bir yapıt bu. Oyunculuk tarafında da her ne kadar Robert de Niro ve Leonardo di Caprio kendilerini bir miktar tekrar etse de Lily Gladstone'un unutulmaz bir performansı mevcut.

6- Fabelmanlar (The Fabelmans)

Aşağıda sayacağımız özellikleriyle Fabelmanlar, dünyada gayet olumlu eleştiriler aldı ve pek çok eleştirmenin 2022'nin en iyileri listelerini süsledi. Ne var ki, bizde 6 Ocak'ta vizyona girmiş olmasından mı bilinmez aynı eleştirmen teveccühünü göremedi. Fablemanlara bizim listemiz dışında bir tek Mehmet Açar'ın 2023 yıl sonu listesinde tesadüf ettik.

Bu filmde tutkulu bir çocuğu Steven Spielberg'e dönüştüren ideal bileşimin bir formülü veriliyor adeta: Zeki, icatçı, mühendis bir baba, biraz nevrotik, sanatçı bir anne… Nietzsche'nin diliyle ifade edersek; Diyonizyen ve Apollonik özelliklerin bir bileşimi… Annesinin uçucu ve yaratıcı personasıyla babasının teknik kafalı, mantık ve sağduyuyla hareket eden mühendis zekası. 

Spielberg bu mükemmel karışım sayesinde aynı anda Hollywood'un hem en tüccar hem en yaratıcı yönetmenlerinden biri olmadı mı? Büyük ustanın her biri birer mühendislik harikası gibi duran set tasarımları, sinemasal buluşlarıyla bazen kendisinden beklenmeyecek ölçüde parlak sanat kıvılcımlarının bir aradalığı tam da bu bileşimde saklı herhalde.

fableman/spielberg

Spielberg ailesinin internetteki kimi fotoğraflarıyla Fablemanlardaki aileyi karşılaştırınca neredeyse ürkütücü denebilecek bir benzerlikle karşılaşıyoruz.  Çekimler sırasında oyuncular Spielberg ailesinin geçmişine ait ev filmlerine, fotoğraflara ve hatıralara erişmiş. Fablemanlar kelimenin her anlamıyla Spielberg'ün en kişisel filmi. Filmin yapımı aileyi yeniden birbirine yaklaştırmış.

Anne babayla gidilen ilk film ve ondaki bir sahneye dair takıntı geliştirerek tekrar tekrar onu canlandırmak, sinemayla büyülenmek, lisedeki ergen zorbalığından sinema sayesinde kurtuluşu… Salvatore'nin Cennet Sineması'ndan bu yana 7. sanatla bir çocuğun kurduğu masum ilişkiyi böylesine güçlü kutsayan bir film görülmemişti.

Nitekim günümüz sinemasının en büyük yönetmenlerinden Dennis Villeneuve da filmi "Sinemanın gücü üzerine şimdiye dek yapılmış en iyi film" diye tanımlamış. 

Üstelik filmin "entrikasının" düğüm noktasına da tam da sinemanın, gerçeklerin asla kadrajından kaçmadığı kameranın yol açması… Projeksiyon cihazından yayılan büyünün yansımaları üzerine zihnimize unutulmaz anlar imgeler nakşediyor bu film.

1946 doğumlu boomer yönetmen şu aşamada sinemayı bırakmaya dair hiçbir sinyal vermiyor ama tadında bırakacak olsa bu mükemmel bir vasiyet film olurdu.


5- Bir Düşüşün Anatomisi (Anatomie d'une chute)

Beyazperde uzun zamandır entrikasını bu kadar başarılı kuran bir filme tanık olmamıştı. BDA, izleyiciyi jüri yerine koyuyor ve elindeki kısıtlı bilgiyle bir karar vermesini talep ediyor. Sonuç hepimizin kararlara verirken ne kadar konformist olabildiğimiz üzerine bir anlatı oluyor. Internet, filmde gerçekte ne olduğuna dair birbirinden tamamen farklı senaryolarla dolu...


2023'e damga vuran kadın yönetmenlerden bir diğeri de Justine Triet oldu. Triet yılın diğer parlayan kadın yıldızları gibi ilk uzun metrajını yapmıyor belki ama gerçek anlamda uluslararası arenaya çıkışı bu filmle oldu diyebiliriz. Ama ne çıkış! Bir Düşüşün Anatomisi (BDA), altın palmiyeyi uzanmakla kalmadı, Oscarlardaki adaylıklarıyla da adından söz ettirdi, eleştirmenlerin büyük teveccühünü kazandı. 

Bu, bir katmanda tıkır tıkır işleyen bir gizem ve mahkeme filmi. Ama başka bir katmanda 21. yüzyıl dünyasında ilişkiler, evlilik, ebeveynlik vs. üzerine çok fazla sözü olan bir yapıt. Oliver Stone'un JFK'i, Noam Baumbach'ın Marriage Story'siyle buluşuyor desek yeridir.

Triet, yönetmenlikteki en büyük başarısını filmin temposunu ele alışındaki kabiliyetle gösteriyor. Elindeki hikayeyi ne Demirkubuz'un Hayat'ı gibi sündürüyor ne Nolan'ın Oppenhemier'ı gibi haldır haldır soluksuz bir tempoyla veriyor. Hikayenin ihtiyacı olan iniş ve çıkışları mükemmel bir zamanlamayla yönetirken, izleyicinin karakterler ve konuyla mesafesine de sürekli değişen dinamik bir ince ayar çekiyor. 

BDA bir yönüyle bir mahkeme ve gizem filmi evet ama bir yönüyle de 21. yüzyıl ilişkilerinin anatomisini çıkaran derinlikte bir ilişki filmi. Film, bu alandaki başarısının hatırı sayılır bir kısmını başrolündeki Sandra Hüller'in olağanüstü performansına borçlu.

Bazı eleştirmenler Triet'nin sinemasını fazla konvansiyonel bulsa da biçemin içeriği yiyip yuttuğu günümüz sinema ortamında bu belki de bir eksi değil bir meziyet. Birilerinin de hikaye anlatması lazım. BDA bize etkileyici ve çok fazla imkana kapı aralayan ucu açık bir hikaye anlatıyor. En iyi köpek oyuncuya verilen Palm Dog'u Snoop rolüyle kazanan ve hatta Oscarları karıştıran border collie Messi'yi izlemenin keyfini de unutmayalım!


4- Kızıl Gökyüzü (Roter Himmel)

Hani bazı filmler vardır, üzerinden ne kadar geçerse geçsin olay örgüsüyle, tekniğiyle falan değil de her şeyden önce atmosferiyle, bıraktığı duyguyla hatırda kalır işte Kızıl Gökyüzü o filmlerden.


Her ne kadar sinema tarihi birbirini takip eden akımların ya da "dalgaların" tarihi olsa da 21. yüzyılda halen iyi kötü ayakta kalabilen iki güncel akım saptayabiliyoruz… Biri 1960'lardan beri bir şekilde halen varlığını sürdürebilen Cinéma vérité (ve elbette Amerikan versiyonu Direct Cinema) diğeri de 1990'ların ortalarından bugüne varlığını devam ettiren Berlin Okulu…  Berlin Okulu deyince de bunun simge yönetmeni Christian Petzold akla geliyor. 

Petzold'un yeni filmi de uzun çekimler, minimalist bir sinematografi ve geleneksel hikaye yapısından uzak bir anlatımla karakterize olan Berlin Okulu sinemasının mükemmel bir örneği. 

Gümüş Ayılı filmin tematik tarafına baktığımızda, yaratıcılık sıkıntıları çeken baş karakterimiz Leon'da cisimlenen tanıdık bir tipolojiyi buluyoruz. 

Sanki Ahlat Ağacı'nın Sinan'ı Türkiye taşrasından Almanya taşrasına ışınlanmış. Tıpatıp benzeyen trajikomik narsizmiyle aynı yarı-aydın, genç irisi tipolojisi… Ancak Ahlat Ağacı'ndan daha iyimser bir film bu. Ahlat Ağacı'nın Sinan'ının hikayesi bir dönüşememe ama kabullenme hikayesi olarak okunabilir. Kızıl Gökyüzü'nün Leon'un hikayesi ise bir değişme, dönüşme, açılma hikayesi… 

Kendiyle ve kafasının içindeki dünyaya fazla meşgul Leon'un (Thomas Shubert) filmin sonunda, dünyayla daha sahici bir ilişki geliştirebilmiş olduğunu söylemek mümkün. Tabii Leon'un, Sinan'a göre ona yeni kapılar açan Nadja gibi bir avantajı var.

Dondurmacı olarak çalışan, edebiyat doktorası yaptığını Leon'a söyleme gereği bile duymayan Nadja kendine güvenli, hayatın hakkını veren, yaşam dolu bir karakter ve Paula Beer bu rolde öyle iyi bir iş çıkarıyor artık Petzold'la birlikte yaptığı bu üçüncü filmin ardından Beer'in "Berlin Okulu'nun kraliçesi" Nina Hoss'un tahtına geçmekte olduğunu söylemek yanlış olmaz.

paulabeer(birfilm)

Paula Beer, yine Petzold'la işbirliğinin bir ürünü olan Undine'deki başrolüyle Berlin Film Festivali'nden çok hak edilmiş bir Gümüş Ayı'yla dönmüştü. Bu kez başarılı performansını ödüllü taçlandıramasa da uzun yıllar akıldan çıkmayacak bir perfomansa imza attığına şüphe yok (BirFilm)​​​​​

Kızıl Gökyüzü, mizahi öğelerin bolca serpiştirildiği bir yaz filmi gibi başlayıp Petzold'un nüanslı ve yetkin sineması sayesinde geniş bir anlam dünyasına açılıyor. Yetkin sinema demişken mesela bu filmin müzik kullanımı o kadar etkili ki, filmlerine duvardan duvara müzik döşeyen Scott ya da Nolan biraz buradan feyz alsa diye düşünmeden edemiyor insan. Farklı anlamlardan bahsetmişken de filmi bambaşka bir perpektiften okuyan Enis Köstepen'in Altyazı'daki şu önemli yazısını önermeden geçmeyeyim.


3- Kuru Otlar Üstüne

Nuri Bilge Ceylan'ın Youtube sayfası sinemaseverler için hazinelerle dolu. Şimdiye dek keşfetmediyseniz karıştırmayı ihmal etmeyin derim ama saatleriniz su gibi akabilir ona dair de uyarmış olayım.

Sadece yaşayan en önemli Türkiyeli yönetmen değil belki de sinemamızın gelmiş geçmiş en büyük yönetmeni Nuri Bilge Ceylan, çok cesur bir yeni filmle çıkageldi bu yıl. 

Üç açıdan cesur bir film bu; Birincisi, NBC ilk defa sinemasına bir politik boyut eklemeye cüret etmiş.

NBC sinemasında her zaman güçlü felsefi ve psikolojik boyutlar ve her filmde giderek oylumlanan bir sosyolojik boyut zaten mevcuttu ama bir politik boyutun varlığından ilk kez bu filmde söz edebiliyoruz.

Filmin bu noktadaki başarısını ancak "kısmen" diye tarifleyebiliriz. Zira Kuru Otlar Üstüne'nin (bundan böyle KOÜ) Kürt meselesine bakışının yüzeysel, kurduğu cümlelerin ise harcıalem olduğunu söylemek gayet mümkün. 

Öte yandan, Nuray karakteri şahsında bir gençlik kuşağının son derece etkili çizilmiş politik portresini de görüyoruz KOÜ'de… 

Benzer bir etkili portreye en son Özcan Alper'in başyapıtı Sonbahar'da tesadüf etmiştik. Alper, bu filmde sert bir yenilgiye uğramış bir başka kuşağın, 90'lar kuşağının portresine yer veriyordu.

Bu kez, aşağı yukarı 2011'de liselilerin sınav hırsızlığına karşı eylemleriyle sahaya çıkıp arada Gezi'yi yaşayıp 10 Ekim 2015 Gar Katliamı'yla tarih sahnesinden çekilen bir gençlik kuşağının gayet çarpıcı çizilmiş bir portresini izliyoruz KOÜ'de… Politik katmanın Kürt tarafı ne kadar zayıfsa bu tarafı da o kadar kuvvetli.

İkinci cesur hamleyse dördüncü duvarı yıkmak olmuş. Yadırgatma ve öz bakışımsallık (self reflexitivity) NBC sinemasında alttan alta hep bir şekilde varlığını duyumsatsa da ilk defa bu kadar net ve altı çizili bir Brechtyan sahne görüyoruz. Ve gerek filmdeki yeri ve gerekse filmin anlam bütünlüğüne yaptığı katkıyla mükemmel bir sahne bu. 

ecebagci(birfilm)
İlk uzun metrajında ikonikleşen bu kareyle filmden hafızamıza kazınan Ece Bağcı Chicago Film Festivali'nden de "En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu" ödülüyle döndü (BirFilm)


Ama belki de hepsinden cesur hamle, filmin temasının önemli bir kısmını oluşturan; "Samet'in Sevim'e ilgisi"... Nabokov'un Lolita'yı yazdığı ya da Stanley Kubrick'in bunu filme aldığı yıllarda değiliz. Bu temayı hele de erkek bir yönetmenin işlemesinin çok riskli tarafları var. Mazallah hiç niyet etmediğiniz bir sürçmeyle iptal oldunuz gitti. Ceylan bu bıçak sırtı durumu da çok iyi idare etmiş. Öyle ki Paste Magazine'den Katarina Docalovich filmi "feminist bir epik" ilan etti bile.

Elbette, NBC'nin insan canlısının özsel kötücüllüğüne dair mutlak inancını yansıtan ısrarcı nihilist felsefesi, narsisistik yarı aydın tiplemeleri, klasik romanları aratmayan derinlikte ama bir şekilde karakterlerin ağzına da oturan o müthiş diyaloglar, muhteşem görüntüler, bir yanıyla sade, bir yanıyla görkemli ama her daim çarpıcı sineması bu filmde de mevcut.

Ah bir de o finali öyle bağlamasaydı da bu film de yönetmenin başyapıtlar panteonuna rahatlıkla yerleşseydi ne vardı? 

2- Çocuk ve Balıkçıl (Kimitachi wa dô ikiru ka)

boyandaheronafis(ghibli)

Japonca orijinal adı İnsan Nasıl Yaşar anlamına gelen film, Japonya'da sadece bu afişle, tek bir fragmanı tanıtımı, reklamı vs. olmadan gösterime girdi. Filmlerin pazarlama/tanıtım bütçelerinin neredeyse prodüksiyon bütçeleriyle yarışmaya başladığı günümüz sinemasında çok cesur ve sadece Studio Ghibli'nin ve Miyazaki'nin cüret edebileceği bir hamle. Hele ki Japon  sinema tarihinin en büyük, en pahalı prodüksiyonundan söz ediyorsak (Studio Ghibli)

"Ustaların ustası", "yaşayan en büyük yönetmen" derken Martin Scorsese'den bahsediliyor genelde ama bu köşenin müellifinin gözünde bu unvanların tartışmasız sahibi Hayao Miyazaki.

Kuşkusuz Martin Scorsese çok önemli bir yönetmen ama Miyazaki'nin yaşamı boyunca animasyon türüne dolayısıyla sinema sanatına yaptığı katkının eşi benzeri yok.

Miyazaki bizzat yönettiği 13 uzun metrajın yanı sıra kurup geliştirdiği Studio Ghibli'yle burada birlikte çalıştığı ya da yetiştirdiği diğer sinemacılarla benzersiz üslubu bu türe ve sanata getirdiği yenilikler, buluşlar ve bıraktığı etkiyle çığır açan bir sanatçı. 

Böylesi bir sanatçının eserine üretildiği sırada tanık olmak biz sinemaseverler için diyelim; Rönensas ressamlarıyla aynı devirde yaşayıp resim sanatının en önemli klasiklerinin yapımına bizzat tanık olmak kadar muazzam bir deneyim.

İşte, bu düzeyde bir ustanın son filmi listemizi taçlandırıyor. Çocuk ve Balıkçıl, sanki büyük ustanın tüm filmografisini özetleyen bir vasiyet filmi. 

Çocuk ve Balıkçıl, büyük ustanın hayranları için bilinçli ya da bilinçsiz yapılmış o kadar çok benzerlik, gönderme (hatta dilerseniz pastiş) sunuyor ki sırf bu paha biçilmez filmografinin izdüşümlerini yakalamak bile başlı başına bir keyfe dönüşüyor. 

Sadece Prenses Mononeke, Totoro ya da Ruhların Kaçışı gibi çok bilinen başyapıtlarla olan benzerliklerden söz etmiyorum. Mahito'nun babası Shoichi Maki'nin otomobiliyle telaşla eve gelişindeki animasyonun Kagliostro'nun Şatosu'ndaki bir kaçma kovalamaca sahnesini anıştırmasından, Deniz Kızı Ponyo'da gördüğümüz bir karakterin eşine rastlamaya veya Rüzgar Yükseliyor'un unutulmuş bir sahnesindeki bir ayrıntının izdüşümüne dek neredeyse hiçbir sahnesi bu anlamda boş geçmeyen bir Miyazaki filmleri kataloğu bu film adeta.

Öte yandan ne görsel dünyasıyla ne de tematik düzeyde eski yapıtlarının soluk bir tekrarından ibaret değil Çocuk ve Balıkçıl. Özellikle tematik katmanda Miyazaki filmografisine yepyeni açılımlar ekliyor bu film.

Her ne kadar Japonya tanıtımı tek bir posterle yapılmış olsa da bu 124 dakikalık başyapıt İngilizce olarak vizyona girerken bir resmi fragmanı oldu. İngilizce dublaj kadrosunda; Christian Bale, Willem Dafoe, Mark Hamill, Robert Pattison gibi bir yıldızlar kadrosu yer alsa bile ilk kez izleyecek olanlara Kô Shibasaki gibi Japon yıldızların seslendirdiği orijinal versiyondan şaşmamalarını öneririm. Bu arada bir müjde; Çocuk ve Balıkçıl, Netflix'teki Studio Ghibli koleksiyonuna da eklendi.

Miyazaki yalnızca animasyon türüne değil binlerce yıllık tarihi olan masal anlatıcılığına da yeni bir soluk getirmeyi başarmış bir yaratıcı zihin. Masallar binlerce yıldır iyiyle, kötünün hem de sıklıkla mutlak iyiyle mutlak kötünün mücadelesini anlatırken Miyazaki'nin masallarında bu durum değişiyor. Masalın olay örgüsü bir kötüyü/kötülüğü yenmekle sınırlanmadığı gibi iyi ve kötünün arasındaki sınırlar da giderek silikleşiyor. 

İyinin içindeki kötü, kötünün içindeki iyi basitliğinde de değil… Başka bir masalın rahatlıkla kötüler ve iyiler diye ayrıştırabileceği karakterler, kendi motivasyonları, kendilerince bir takım ahlaki doğruları, arzuları, korkuları, zayıflıkları ve güçlü yanları olan yaşayan varlıklara, yaratılan masal alemi de hayatın ta kendisine dönüşüyor. 

Miyazaki külliyatının bütününe içkin bu özelliğin en güçlü duyumsandığı filmlerden biri İnsan Nasıl Yaşar ve bu özelliğiyle tam da hayatın kendisi gibi bir film. Evet, filmin orijinal Japonca adı; "İnsan Nasıl Yaşar" manasına geliyor. Filmdeki kimi sembollerden, Miyazaki'nin bazı röportajlarındaki sözlerinden yola çıkarak, kimileri bence biraz "fazla okuma" da içeren onlarca farklı yorum, yapıçözümü vs.'ye rastlamak mümkün gerek hakkındaki yazılarda, gerekse bazı youtube videolarında filmin Miyazaki'nin hayat felsefesinin toplu bir serimini verdiği ve bu yapıtla 40 yıldır inşa ettiği animasyon ülkesini torununa bıraktığı gibi yorumlara da rastlamak mümkün. 

boyandaheronbuyukamca(ghibli)
Muhtemelen büyük amca biraz Takahata, biraz Miyazaki, biraz da kendisi (Studio Ghibli)


Miyazaki'nin her daim nüanslı ve şaşırtıcı karakterler yarattığı hepimizin malumu… Ancak bu defa "balıkçıl" karakterinde kendini bir kez daha aşıyor, "güneşin altında anlatılmadık bir şey kalmayan" sinema panteonuna yepyeni özgün, benzersiz bir karakter armağan ediyor. Fazla spoiler vermemek için onun ayrıntısına girmeyeceğiz ama filmin hepsi de çok güçlü çizilmiş karakterler galerisinden "Büyük Amca" da son derece etkileyici. Filmin Miyazaki'nin torununa bir hediye olduğunu ve "Büyükbaba yeni bir dünyaya gidiyor ama sana bu filmi bırakıyor" diye çekildiğini vurgulayanlar, bu karakteri de Miyazaki'ye benzetiyorlar ve kuşkusuz haklılık payları da var. Öte yandan filmin yapımına dair bazı kamera arkalarında Miyazaki, karakterden, Çocuk ve Balıkçıl'ın çekimleri sırasında hayatını kaybeden, büyük ustanın 50 yıllık dostu, Ghibli'nin kurucularından ve kendisi de büyük bir usta olan Isao Takahata'ya hitap ettiği şekilde Paku-San şeklinde seslendiği görülebiliyor. Muhtemelen büyük amca biraz Takahata, biraz Miyazaki, biraz da kendisi…

Kurduğu olağanüstü geniş, şaşırtıcı, büyüleyici görsel dünyasıyla, Miyazaki'nin alameti farikası zengin düşünsel çağrışımlarıyla, her biri ayrı ayrı etkileyici karakterleriyle, Miyazaki'ye özgü bütün hareketleri o yumuşacık, usulcacık veren animasyon tekniğiyle, her zamanki gibi muhteşem müzik kullanımıyla ve bunların hepsinden ortaya çıkan anlam bütünlüğü ve duygu çeşitliliğiyle daha üzerine çok kalem oynatılabilecek bir film bu. 

Ne var ki, böyle bir listede ayırabileceğimiz yer kısıtlı üstelik bütün bunları benim hayal edemeyeceğim kadar güzel yazmış biri var daha fazlasını isteyenleri onun yazısıyla başbaşa bırakayım...


1- Başka Bir Hayatta (Past Lives)

Başka Bir Hayatta, özünde iki insanın 12, 24, 36 yaşlarında biri Kore'de, biri internet ortamında ve biri de ABD'de olmak üzere üç karşılaşmasından ibaret bir film. İlkokulu beraber okuyan ve birbirlerinin çocukluk aşkı olan Nora ve He Young…

Onca büyük ustanın, milyonlarca dolarlık dev yapımların, yüz milyonlarca seyirciye ulaşan gişe canavarlarının, Oscarları ve Palmiyeleri toplayan filmlerin arasından, ipi göğüsleyen (en azından bu listede) genç bir kadın yönetmenin ilk bakışta gayet mütevazı görünen ilk filmi oldu.

"Falanca meets filanca" klişesine bir kez daha başvurursak, bu film için Won Kar Wai'nin"Aşk Zamanı" ile Richard Linklater'ın "Before" serisi buluşuyor diyebiliriz. "Aşk Zamanı"nın Doğulu mistisizmi, idealize ve sonsuzluğa uzanan aşk anlayışıyla "Before" serisinin Batılı nostaljisi, hayatın gerçekleri ve duygular arasındaki antagonizma bir arada sunuluyor.

Başka Bir Hayatta (bundan böyle BBH), In-Yun göndermesiyle Aşk Zamanı'nın (Fa yeung nin wah) mistisizmine, zamanın akışı, zorunluluklar, kariyer yolları, kesişen ve kesişemeyen yollar gibi anlatılarıyla "Before" üçlemesinin "zorunluluklar dünyasında hayatın gerçekleri içinde yer kaldığı kadarıyla romantizme" göz kırpıyor. İki dünyanın varoluşunu kıyaslıyor, Doğu ve Batı'nın mana evrenlerini Nora'nın kişiliğinde bir araya getiriyor.

Bu açıdan bakıldığında, filmi finaliyle birlikte bu iki dünyanın karşılaşmasında Batı'nın (rasyonalitenin, aklın) kazanmasının zorunlu olduğu şeklinde de yorumlayabiliriz. Hatta, tıpkı "Aşıklar Şehri" (La La Land) gibi, düşler, arzular, duygular dünyasıyla zorunluluklar dünyası arasında seçim yapmak zorunda kalmanın hüznüyle de izlenebilir.

Evet, bunların hepsi var ama Song bu temaların ötesinde bir derinliğe ulaşıyor. Film, zorunluluk ve tercihlerin bizi getirdiği yerden geçmişe, "başka türlü olabilirdi"ye özlem duymanın ötesinde bir hikâye anlatıyor. Olgunlaşmanın, yetişkin olmanın, kim olabileceğimizden ziyade gerçekte kim olduğumuzu huzurla kabul etmekle ilgili olduğunu duyumsatırken bir yandan da, gerçekleşmemiş potansiyellere dair nostaljiyi, özlemi ve diğer duyguları da ruhsallığımızın bir parçası kılarak benliğimizi zenginleştirmeyi öneriyor.

Bulunduğumuz yerden geçmişe bakıp "şöyle olsa, böyle olurdu" diye hayıflanarak yaşamak ne kadar acıklıysa, bulunduğumuz yeri yaşam yolculuğumuzun varmak zorunda olduğu tek rota olarak görmek de bir o kadar kısıtlayıcı değil mi?

BBH, başka bir olgunluk düzeyini öneriyor: Hayatın bizi getirdiği yerden memnun olmak ama "ne olabilirdi"yi de düşünmek, düşünsel düzeyde araştırmak. Gerçekleşmeyen potansiyelleri, sapılmayan yolları, keşkeleri ya da başka türlü olamazları da ruhsallığımızın bir parçası kılarak benliğimizi zenginleştirmek.

baskabirhayatta(A24)

Song, yoğun otobiyografik özellikler taşıyan filminde Nora ve Arthur'un şahsında, sinema perdesine klişelerden, toyluklardan, yalanlardan uzak, içtenliğe, empatiye, anlamaya dayalı olgun bir 2020'ler ilişkisi getiriyor. Belki Aragon haklıdır ve mutlu aşk yoktur ama mutlu beraberliğin mümkünlüğü Nora ve Arthur'un ilişkisinde mevcut (A24)

Genç yönetmen bütün bu tematik zenginliği, eşine benzerine zor rastlanır yetkinlikte bir sinemayla peliküle aktarıyor. Uzun süredir ne yaptığının bu kadar farkında olan, her bir sahnesinde ayrıntılara gösterdiği özenle elindeki aracın anlam yaratma olanaklarını sonuna kadar kullanabilen yeni bir yönetmene şahit olmamıştık.

Finaldeki 6 dakika 26 saniyelik muhteşem plan-sekansla başlayalım; Song iki ana karakterini sağdan sola doğru yürütür yani her zaman soldan sağa doğru ilerleyen zaman çizgisinin tersine, dolayısıyla birlikte yürürken geçmişe giderler. Hae Sung taksiye bindiğinde daha da geçmişe doğru yol alırken Nora evine ve kocasına dönerken soldan sağa doğru yürüyerek geleceğine ilerler. 

Bu hem izlerken rahatlıkla fark edilen hem Song'un röportajlarında da altını çizdiği için iyice barizleşen bir sinemasal kullanım. Ama BBH'nın her bir karesi hepsi bu kadar da bariz olmayan onlarca ayrıntıyla, ustaca düşünülmüş, özenle hayata geçirilmiş sinemasal hazinelerle dolu. 

Filmin anlatısal düzeyde postmodernizme göz kırptığını söylemiştik ama biçimsel açıdan Song'un sineması, bırakın postmoderni, bazı açılardan belki modern bile değil, neredeyse klasik. Sinemanın klasik döneminden kalan bazı erdemlerin bu filmde yeniden hayat bulduğunu görüyoruz. Song'un ustalığı, bu sade ve klasik sinemanın içinde maharetini gösterebilmesinde yatıyor.

Sessiz Kız'dakinden biraz farklı bir sadelik türü bu. İrlanda filminde birkaç çizgiyle birkaç ayrıntıyla bir duyguyu anlatmanın sadeliği vardı buradaysa çok sadeymiş gibi görünen her planda oya gibi işlenen ince işçiliğin tadına varmak var. Aslında bir yönüyle epeyce süslü bir sinema bu ama o süslemeler filmin kumaşına öyle ince ince yedirilmiş ki…

baskabirhayatta2(A24)

Nora geleceği düşünürken dönen bir atlıkarıncanın önünde otururlar; bu, ilişkilerinin dairesel ritimleri ve birbirinden ayrı, bilinmeyen kaderlerini izlemeye devam etmeden önce birbirlerine nasıl döndükleri üzerine bir yorumdur. Filmde çerçeveye giren her şeyin, en küçük ayrıntının tesadüfen arka plandaymış gibi duran bir manzaranın önemi var. Eleştirmen Asher Luberto'nun mükemmel tanımıyla; "Song sanki, sıradan nesnelerden oluşan 40 parçalık bir orkestrayı yönetiyor." Üstelik üç karakterden ibaretmiş gibi duran küçücük bir filmde… (A24)


Hediyesini hemen seyircisine sunuvermeyen nazlı bir sinema bu. Kendini biraz sakınan, izleyiciden kendisine doğru adım atmasını bekleyen, sırrını şıpın işi açık etmeyen güzelliklerini fark ettirebilmek için izleyicisinin emeğine ihtiyaç duyan bir sinema… Günümüzün dikkati dağınık insanına çok uygun bir film değil belki de bu yüzden.

Oysa klasik sinemanın büyük başyapıtlarından bu yana benzerine nadiren tesadüf edebildiğimiz; mizansenin başlı başına bir metafor ve hatta şiirsel işlev haline gelmesine 2024'te rastlayabilmek, bu sanata gönül verenler için ne büyük bir mutluluk. 

baskabirhayatta3(A24)

Mizansenin kendisini metafor haline getirmek her filmin harcı değil Başka Bir Hayatta sırf bu özelliğiyle bile geleceğe kalacak bir film kanımca (A24)​​​​​​


Belki de bu nedenle, BBH, geçen sene sinemaseverleri en çok bölen filmlerden biri oldu. Birçok eleştirmenden olağanüstü övgüler alıp, aralarında Oscar'ın da yer aldığı 230 ödül adaylığına ulaşırken bir yandan kimi pek çok seyircinin; "bomboş bir film neden bu kadar abartıldığını anlayamadım" yorumlarıyla karşılaştı. 

celinesong
İlk filmiyle parlayan pek çok yönetmen gibi Celine Song da ikinci filminde ölçek büyütüyor. Her ne kadar yine A24'te kalsa da Pedro Pascal, Chris Evans, Dakota Johnson gibi Hollywood yıldızlarıya çalıştığı Materialists umalım ki Song'un özgün damgasını taşısın  (A24)


Şahsi kanaatim, Başka Bir Hayatta'nın abartılmak bir yana, henüz yeterince kıymeti anlaşılmamış bir şaheser olduğu yönünde. Beni bıraksanız daha sayfalarca bu film üzerine yazabilirim ama bu yazının sınırlarında burada kesmek zorundayım.

2023 ustaların senesiydi, birçok büyük yönetmenler güçlü filmleriyle arzı endam eylediler dedik. Ama tüm bu eski ve güçlü isimlerin arasından ilk filmini yöneten çok genç bir kadın yönetmen birinciliği (en azından bizim listemizde) kaptı. Bu kadar zirveden başlamak zordur ama Celine Song'un bundan sonraki filmlerini dört gözle bekleyeceğiz.
 

 

* 2022'nin soğuk ve karlı bir mart gününde Sakarya'da toprağa verdik Murat Özer'i… Türkiye'de sinema üzerine kalem oynatmış pek çok kişinin (ve bu arada bu satırların yazarının da) üstünde emeği olan çok değerli bir sinema yazarıydı. Diğer sinema yazarlarından her yıl sonu, o yılın en iyi filmleri listeleri istemek ve çıkarmaktan hiçbir zaman vazgeçmediği dergilerinden birinde bu soruşturmanın sonuçlarını açıklamak, SİYAD'ın bu efsane başkanının alışkanlığıydı. Bu yüzden Independent Türkçe'de bu yıllık listeleri hazırlayabildiğimiz sürece Mözer'e ithaf edeceğiz.

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU