Kapı Abdo, her sabah erkenden, bir başına kaldığı evden çıkar; köhne, eski dükkanının neredeyse çürümüş tahta kepeneklerini açar, çocukları gibi sevdiği kedilerini dışarı çıkararak güne başlardı.
Yavru kediler de Kapı Abdo’nun gelişine sevinir, hep bir ağızdan miyavlayarak ayaklarına sokulur, kucağına atlamak isterlerdi.
60 yaşlarında olmasına rağmen hiç evlenmeyen Kapı Abdo, evden getirmiş olduğu peyniri, fırından aldığı sıcak ekmeği yemlik olarak kullandığı eskimiş alüminyum tabağa müthiş bir yavaşlıkla doğrayarak, üzerine de biraz süt dökerek, kedilerin karınlarını doyurur, kendisine demli bir çay söyleyerek,geriye kalan ekmek peynirle azıcık kahvaltı yaptıktan sonra da dükkanında ki işlere koyulurdu.
Yemeniciydi Kapı Abdo. Dar ve karanlık, toprak damlı dükkanında gece gündüz yemeni yapar, sipariş üzerine yaptığı kösele yemenilerden, deri ayakkabılardan elde ettiği gelirle yaşamaya çalışırdı.
Her ayakkabıyı tek tek eliyle kalıplara alır, diker ve giyime hazır hale getirirdi.
Kuri Aşiretinden olan ve Viranşehir’den geldiği söylenilen Kapı Abdo; uzun ve ince boylu, kırlaşmış pala bıyıkları, çökmüş yüzüne rağmen müthiş bir karizması vardı Siverek’te.
Uzun boylu ve heybetli cüsseli olduğu için de Kapı Abdo olarak bilinirdi. Asıl adı Abdo’yê Nazo’ydu.
Az konuşan, kimilerince zaman zaman duman çektiğiyle tanınan bu yaşlı usta, kelli felli birisi olmamasına rağmen Siverek’te en çok tanınan insanlar arasındaydı.
Kimdi, hangi aşirettendi bilen pek yoktu ya da kimse bu yönüyle tanımazdı onu.
O, kendi başınaydı. Ne kardeşleri, ne aşireti, ne de ailesi sayesinde tanınıyordu.
Siverek’in Şeytan Küçesi'nde, Hec Abzer Hanı girişinde köhne bir dükkânda, deri kösele kundura dikerek yaşamını sürdürür, onlarca kediye sahiplik eder, onlara bakardı. Hem de evlatları gibi.
Bir de kimsesizlere, deli ve divanelere dosttu, onlarla ekmeğini paylaşır, tütününü bölüşürdü.
Yaz-kış omuzlarından indirmediği ama hiçbir zaman da kolunu geçirmediği gabardin ceketi hep üzerindeydi.
Yılların solmuşluğu kumaşa işlese de, değiştirmezdi.
Suriye’den hediye gelen ceketin altına yine gabardin kahverengi şalvarını giyer, kendi elleriyle yaptığı kösele kunduraların topuklarını kırarak ve ellerini arkasında bağlayarak, her sabah Kale Boğazı’ndan ağır ağır yürüyerek ve sıklıkla derin derin öksürerek dükkanına gelirdi.
Dükkanına geldiğinde ilk iş kedilerini doyurur, yıllardır boyanın ve yapıştırıcının etkisiyle tahtalaşan önlüğünü giyer, elindeki “drevti” denilen deliciyi bir deriye, bir köseleye batırarak yemeni yapmaya başlardı.
Kösele yumuşasın diye birkaç gün suda bekletir, delicisini sürekli sivrilterek işinin çabuk olmasını sağlardı.
Kuzu derisi kullandığı ayakkabılar özellikle orta yaş insanlarda oldukça rağbet görür, herkes Kapı Abdo’nun ustalığına hayran kalırdı.
Zorba insanları sevmezdi Kapı Abdo.
Arkadaşlarının çoğu yoksul, bêçare ve meteliksiz insanlardı.
Delileri çevresinde toplar, ekmeğini ve sigarasını onlarla paylaşırdı.
Gelen misafirlerine çay ikram eder, köhne de olsa dükkânının bir köşesinde oturturdu.
En çokta “talebe” dostları vardı. Okuyanları sever, sayardı.
Sabahın köründe başladığı çalışmasını yazın sıcak bastırana kadar sürdürür, sonra ara verir, önlüğünü çıkartır, dükkânını öylece bırakıp, ceketini omuzlarına alarak Siverek’in dar sokaklarına dalardı.
Kapı Abdo istisnasız her gün bunu yapar ama nereye, niçin gittiğini bilen olmazdı.
Soran olsa da cevap vermez, sigarasından derin derin duman çekerek, yoluna devam ederdi.
Dükkanı ise öylece açık kalır, her şey yerli yerinde dururdu.
Kapı Abdo yıllarını böyle geçirdi.
Parmaklarındaki dırevti yaraları nasırlaştı, nasırlar kemikleşti yıllar içerisinde.
Ekmeğini kedilerle paylaştı.
Devrimcilerin dünyalarına yakın durdu, dükkanında bildirilerini sakladı, Yılmaz Güney’in posterlerini toprak sıvalı dükkanının en aydınlık yerine astı…
Onun heybetli boyu ve karizmatik kırlaşmış bıyıkları Şeyh Bedreddin’i andırdığı için o yıllarda Siverek ve çevresinde belgesel çekmeye gelen ünlü fotoğraf sanatçısı Tuğrul Çakar’ın dikkatini çekmiş, dükkanının önünde ki tezgah başında ki hali fotoğraflanarak ölümsüzleştirilmişti.
Siverek’in en kadim ayakkabı ustası Kapı Abdo’nun bu olağanüstü siyah beyaz fotoğrafı aynı zamanda bir kartpostala dönüşmüştü.
Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin adlı şiiri Kapı Abdo’nun heybetiyle birleşince, ortaya sahici bir Şeyh Bedreddin silueti çıkmıştı.
Kartpostal kısa sürede en popüler kartların arasına girmeyi başardı, elden ele dolaştı.
Yakınında bulunan birkaç dostu hariç, kimse fotoğraftaki kişinin Kapı Abdo olduğunu bilemedi.
O da kartpostallardaki fotoğrafına aldırış bile etmeyerek yaşamına devam etti.
Yıllarca sol düşünceyi taşıyanlar bu kartpostalı cezaevlerine, sevdiklerine, dünyanın diğer uçuna gönderdi.
Şeyh Bedreddin yıllar sonra Kapı Abdo’nun köhne dükkanında yeniden hayat buldu.
O yıllarda (1978-79-80) Siverek ateş çemberinde yangınlardaydı; ülke darbe girdabına, gençler dar ağacına, işkence tezgahlarına alındı.
Her şey hızlıca darmadağın olurken, Kapı Abdo yaşam biçimini hiç değiştirmedi.
Az konuşan ama konuştuğunda da çok şey söyleyen birisi olarak yalnızlığını sürdürdü.
Çok misafiri olsa da, o hep bir başına yaşadı.
Kapı Abdo’nun bir gün dükkanı açılmadı. Hayatında ilk kez dükkanını açmıyordu.
Siverek’in dışına bile çıktığı duyulmamış, görülmemişti.
Bir yere gitse, anahtarı birilerine verir, dükkanını açtırırdı.
Ama bu kez dükkan açılmamıştı.
İçerde mahsur kalan kediler o gün akşama kadar miyavladılar, kepenekleri tırmaladılar.
Komşuları kötüye yormak istemediler Kapı Abdo’nun gelemeyişini.
Ertesi gün kara haber ulaştı Şeytan Küçesi'ne.
Kapı Abdo tek başına kaldığı toprak damlı evde, Ahmed Arif’in şiirlerinde yazdığı gibi bir kuşluk vakti ölmüştü, habersiz ve kimsesiz.
Ölüm bu,
Fukara ölümü
Geldim, geliyorum demez.
Ya bir kuşluk vakti, ya akşamüstü,
Ya da seher, mahmurlukta,
Bakarsın, olmuş olacak.
Bir hastan vardır umutsuz,
Hayreti uykularda,
Hayreti soğuk sularda.
Gayrı, iki korku çiçeğidir gözleri,
İki mavi, kocaman korku çiçeği,
Açar, derin kuyularda...Ahmed Arif
Sıvası dökülmüş duvarlar, birkaç parça kap kacak ve Suriye malı ceketi odanın orta yerindeydi.
Anlaşılan kendisini zor atmıştı yer döşeğine. Ölüm onu bir başına yakalamıştı.
Zulalarında birkaç adres ve çok az bir para bulundu.
Kurumuş bir ekmek, yarım bırakılmış bir sarılı kalın sigara, üzüm karası kehribar tesbihi ve Halep malı bir tütün tabağı özel eşyaları olarak toplandı…
Yalnızdı, bir başınaydı Kapı Abdo.
Akrabaları, kardeşleri vardı ama o bir başına yaşamayı tercih etmişti.
Öldüğünü duyan deliler, kimsesizler o gün ağladılar durmadan.
Kedileri miyavlayıp durdu kepeneklerin arkasından.
Anlamışlardı sanki kötü bir şey olduğunu.
Ertesi gün komşular kepenkleri açar açmaz kedilerin her biri bir tarafa kaçıştı.
Can yoldaşlarını aradılar insan kalabalıkları arasında.
Ama Kapı Abdo yoktu, geriye dönülmeyecek bir yolculuktaydı.
Sokaklarda aç aç dolaşan kediler birkaç gün sonra Kapı Abdo’nun semtini terk ettiler ve kayboldular ortalıktan.
Kapı Abdo bildiği gibi yaşayan, yoksul ve bir o kadar da mağrur birisi olarak yaşamını noktaladı.
Kedilerle, delilerle, devrimcilerle paylaştığı sofrası ve nasırlı elleri onu ölümsüzleştirdi Şeytan Küçe’sinde.
Aradan 40 yıl geçti. Kapı Abdo’nun karanlıklar içerisinde, bütün heybeti ile oturan resmini görünce içimden bir şeyler koptu sanki.
O yıllara, çocukluğumun geçtiği sokaklara, hayatın siyah beyaz olduğu yıllara döndüm.
Kaç insan hatırlanır ki onca yıl sonra? …
Merhum Tuğrul Çakar’ın objektifinden günümüze ulaşan siyah beyaz fotoğrafı Kapı Abdo’nun hikayesinin bir özetti gibi.
Yorgun gözler, kırlaşmış bıyıklar ve nasır tutmuş eller…
Kapı Abdo yüreğinde kaç sevda eritti, kaç vurgun yedi bilinmez.
Bilinen o ki her gün yeniden acıtarak, kanatarak yüreği ateşlerde kavruldu, hançerlendi, yaşamın girdabında çırpındı ve ansızın sessizce terk ê diyar etti...
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish