Orada ve burada şiddet ve demokrasi üzerine

Fotoğraf: Reuters

Donald Trump'a yönelik başarısız suikast girişiminden sonra, şiddete yönelik yeniden incelemelere ve dikkatlice düşünmelere geniş bir kapı açıldı. ABD’nin çok iyi bildiğimiz gibi, yerli halk "Kızılderililer” ve "siyah" Afro-Amerikalılara yönelik şiddet ile dolu bir tarihi var. Yine ABD silah bulundurmanın vatanseverlik, siyaset ve bunlarla ilgili tartışmaların temel konusunu oluşturduğu bir yer. Şiddet, TV şovları, Hollywood filmleri ve oyunların da temel konusu. Bunlara bir de Amerika Birleşik Devletleri ile sınırlı olmayan sosyal medyanın ve sahte haberlerin rolü ekleniyor. Son suikast girişimiyle birlikte medya bize Amerikan başkanlarının da cinayetlerden kurtulamadığını, suikasta uğrayan son kişinin 1963'te John Kennedy, 1981’deki son suikast girişimine maruz kalanın da Ronald Reagan olduğunu hatırlattı.

Yazarlar ve yorumcular, ABD’de hem sağ hem de sol popülizmin tarihini hatırlamayı da unutmadılar. Trump'ın 2016'da başkan seçilmesiyle popülist kitle yeniden büyüdü. O tarihten bu yana siyasi ve kültürel görüş alışverişlerinde “halk düşmanları” kavramı güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor. Bu kavram, halkı “düşmanlarından” arındırmak için “halkın dostlarını” görevlendirdiği için şiddeti meşrulaştırıyor. Trumpçılar arasında, nasıl “seçkinler” eşittir halk düşmanı ise, Trump karşıtları arasında karalayıcı dile kapılanlardan bazılarının gözünde de "beyaz çöp" eşittir "halk düşmanıdır.

Ancak son suikast girişimine tepki olarak Amerikalı siyasetçilerle Avrupalı ​​siyasetçiler tarafından dile getirilen kınamalarda tekrarlanan bir nakarat var. Bu nakarata göre suikast ve şiddet, onlarla bir arada var olamayacak veya görüş ayrılıklarının ifade edilmesi için onlara alternatif siyasi araçlar sunan demokrasiyle bağdaşmaz.

Bu nakarat sadece tekrarlandığında, tehlikeleri uzaklaştırmaktan çok davet eden bir büyüye dönüşebilir. Bu nedenle Batı düşünce ve kültür hayatı, temsil biçimi ve formüllerinden eşitlik ve sosyal adalet koşullarına, dış politikalardan askeri harcamalara, ulus-devlet ile küreselleşme arasındaki mevcut uyumsuzluğun düzenlenmesinden teknolojinin yeni koşulları ve izole çalışmaya kadar uzanan konuları ele alan çeşitli incelemelere sahne oluyor.

Ancak bir tılsım olarak bile demokrasi, bizzat demokrasinin yargılanması da dahil olmak üzere, yönetim ve yargılama için bir standart olmaya devam ediyor. Nitekim suikastı kınayanlar,  ne “halkımızın örf ve adetleri”, ne “Batı adetleri arasında”, ne “bizim geleneklerimiz”, ne “bizim yapımız”, ne de “bizim dinimiz”de suikast yoktur demediler. Öyle deselerdi ırkçılık yapmış ya da ırkçılığa meyilli olurlardı. Çünkü onlar dünyayı, miras aldıkları veya miras aldıkları söylenen niteliklere göre değil, insanların seçip ürettiği siyaset ve yaşam biçimlerine göre düzenlediler. Böylece demokrasi ile şiddet arasında aşılmaz olması gereken teorik bir sınır çizilmiş oldu. Demokratik bir sistemde, hatta demokratik bir yaşamda “halkın düşmanı”, “halkın dostu”, dolayısıyla siyasi şiddet ve suç olmamalıdır. Ve bu ikisi gerçekten var olduğu için demokratik sistem ve hayat, tedavi gerektiren büyük bir sıkıntı yaşıyor. Dahası toplumun medeniyetinin üzerinde yükseldiği temel milliyetçilik, din, "geleneklerimiz" veya "göreneklerimiz" değil de demokrasi olduğundan, şiddet "medeniyetin" kendisine amansız bir hastalık bulaştırır.

Bu, demokrasinin bir hastalık olduğunu savunan otoriter, nihilist ve totaliter teorilere tamamen aykırıdır. Bu teorileri savunanları kamusal alanı kapatmaya, partileri kapatmaya, diğer bakış açılarını yasaklamaya sevk eden de budur. Bu yaklaşıma göre demokrasinin var olması engellenerek kendisi felaketten kurtarılabilir. Ancak bu durumda hayatın kendisi şiddet üzerine kurulu hale gelir. Daha da kötüsü şiddete dayalı olması nedeniyle, şiddeti yüceltilen bir nesneye dönüşür. Öldürme, savaşma, şehitlik, şehitler, suikast, adam kaçırma ve her türlü iç savaş, yapılarımızı inşa eden taşlardır. Buna bir de yaşamları ve ölümleri ile ilgili konularda farklı bakış açılarına sahip olan halk düşmanlarına karşı ihanet ve ajanlık suçlamalarında bulunma konusundaki şaşırtıcı cüretkarlık eşlik ediyor.

Burada şaşırtıcı bir olgunun açıklamasını bulabiliriz, o da bizde şiddetin tatmin edilemediğidir. Bu nedenle savaşlar, savaşa dair beklentiler bir savaş ile diğeri arasındaki tek ayırıcı çizgiye dönüşene kadar devam ediyor. Bu da halklarımızın söndürülemeyecek ya da onsuz yaşanamayacak yeni şiddet enerjilerinin patlamasından duyduğu sürekli korkuyu haklı çıkarıyor. Yazı yazanların, televizyona çıkanların ya da kameraların kaydettiği çocuklarını kaybedenler, evleri yıkılanlar ya da geri dönüşü olmayacak şekilde yerinden edilenler dahil, yaşadıkları trajedilere ağıt yakanların ifade ettiği, şiddete dair bireysel acılarımız ve inlemelerimiz var. Ancak barışı teşvik eden, şiddeti reddeden, acıyı kınayan bir edebiyatımız yok. Batılıların şiddetin karşısında demokrasiyi koyması anlamında, şiddetin karşısına koyacak hiçbir şeyimiz olmadığından bahsetmiyoruz bile. Bedelini kendi canlarıyla, çocuklarının canıyla ödedikten sonra aramızda bu suçlu bilinci sorgulamaya cüret edenleri ise korkak unvanıyla onurlandırıyoruz.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU