Kurban Bayramı'nı idrak ediyoruz.
Bu bayram, hac ibadetinin önemli unsurlarından birisi.
Hac, Müslümanların en siyasal ibadeti olarak karşımıza çıkıyor.
Müslümanların kendisinden fedakârlık yaptığı, mallarından Allah için dağıtırken makamların-mevkilerin terk ederek tek bir vücut olarak birleştiği ve yeryüzünde eşi benzeri bulunmayan bir gövde gösterisi adeta.
Kadının-erkeğin eşitlendiği, fakir ve fukaranın arasındaki farkın ortadan kaldırıldığı, hiçbir faninin sahip olduğu unvanlardan dolayı bir üstünlük görmediği bu ibadet mahşerin bir provası olarak görülmekte.
Müslümanların "Lebbeyk [buyur] Allah'ım lebbeyk; hamd ve nimet senin için, mülk de senin için. Senin ortağın yok, lebbeyk!" nidaları ile yaratıcısı arasındaki tüm perdeleri yırtıp attığı bir ibadet.
Dr. Ali Şeriati bu ibadetin mahiyetini ve doruk noktasını şu sözlerle aktarır:
İbrahim'in sahnesi Mina'dasın şu anda; İbrahim gibi davranmak üzeresin. O, oğlu İsmail'i kurban etmek için getirmişti. Senin İsmail'in kim veya ne? Mevkiin mi? Şerefin mi? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Çiftliğin mi? Araban mı? Aşkın mı? Bilgin mi? Sosyal sınıfın mı? Sanatın mı? Elbisen mi? Hayatın mı? Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Hangisi... Ben bilemem. Fakat sen kendini bilirsin.
Kim ve ne olursa olsun, beraberinde buraya kurban etmek için getirmelisin. Sana hangisini olduğunu söyleyemem, ama yardımcı olmak için bazı ipuçları verebilirim; inancını ne zayıflatıyorsa, sorumluluk kabul etmekten ne geri çeviriyorsa, çağrıyı duymana ne ve gerçeği itiraf etmene ne engel oluyorsa, 'kaçma'ya ne zorluyorsa, rahatın için bahaneler bulmana ne yol açıyorsa, seni kör ve sağır ediyorsa... işte odur kurban edeceğin!
Türkler ve bayramlar
Yeryüzünde dini bayramları Türkler kadar coşkuyla kutlayan çok az millet vardır.
Bilhassa Osmanlı döneminde tüm hayat bayramlara göre düzenlenirdi.
Devlet memurları maaşlarını çoğunlukla toplu olarak bayramda alır, terfi ve atamalar bayramlarda yapılır velhasıl kritik kararlar çoğunlukla bereketinden yararlanmak için bayramlara denk getirilirdi.
Küsler, mutlaka bayramlarda barıştırılır. Evlilik gibi önemli kararlar çoğunlukla bayramlarda nihayete erdirilir ve bayramlarda kan akıtılması çok büyük günahlardan kabul edilirdi.
Bunun yanı sıra el öpmek, kolonya tutmak ve tatlı ikram etmek gibi gelenekler Türklerin bayramlara eklediği en güzel süsler arasındadır.
Gelin bu şirin geleneklerin kökenine birlikte bakalım.
Türklerde el öpmek geleneği
Biz Türklerin kültüründe el öpmek esasen bir protokol kültürü ile halka yayılmıştı.
Elçilerin; padişah, sadrazam ve önemli paşaların elini öpmesi bir geleneği olarak görülmekteydi.
Bunun yanı sıra tasavvufta el öpme bir istiğfar ve arınma nişanesi olarak görülmesi yine halkı etkilemişti.
Cumhuriyet döneminde bizzat Mustafa Kemal Atatürk de el öpme geleneğini sürdürdüğünü görüyoruz.
1937 yılında yani vefatından bir sene evvel, manevi kızı Sabiha'nın Paşa'nın elini öptüğünü tespit ediyoruz.
Atatürk'ün el öpme geleneğini sürdürse de 1930'lu yılların başında "el öpme" geleneği yeni cumhuriyet aydınlarınca son derece tiksinç ve barbarca bulunduğunu ortaya koyan sayısız köşe yazısına rastlıyoruz.
Halk arasında ise el öpme geleneği ise hiç değişmeden bilhassa bayramlarda vazgeçilmez gelenekler arasındadır.
Kolonya tutmak
Kolonya parfümün bir çeşidi olarak ortaya çıktı.
Parfümün tarihi ise bundan beş bin yıl öncesine kadar dayanıyor.
Antik Mısır döneminde rahipler hoş kokuları yaratıcıya bir yakarış şekli olarak algılayarak ibadetlerinde ve ibadethanelerde kullanmaya başladı.
Sonrasında Asurlar, Romalılar ve Bizans'a kadar uzanan geniş bir coğrafyada kullanıldı.
Parfüm, ilkel dönemlerde hoş koku yayan bitkilerin yakılması veya yağının çıkarılması yöntemiyle elde ediliyordu.
Hristiyanlar ve Museviler de bu hoş kokuyu ibadethanelerinde kullanmayı sürdürdü ancak hoş kokunun yaydığı haz, kadınların; iyileştirici gücü de doktorların dikkatini çekmesi üzerine parfüm gündelik hayata da dâhil oldu.
Artık din adamlarının dışında şifacıların ve kadınların da vazgeçilmez alışkanlıklarından birisine dönüşmüştü.
Parfüm kullanımı yaygınlaşmasına rağmen kokuların etkilerini kısa sürede kaybetmesi ve her zaman aynı kalitede kokuların üretilememesi büyük bir sorundu.
Bu noktada beklenen devrimi Arap dünyasının önemli isimleri El Kindi ve İbn-i Sina gerçekleştirdi.
Arap dünyasının hoş kokuların özünün damıtılarak muhafaza etmesi parfüm tarihinin kırılma noktası oldu.
İslam ulemasının parfüm ve esanslara bu denli düşkün olmasının altında yatan sebep İslam Peygamberi Hazreti Muhammed'in hoş kokulara olan hayranlığıydı.
Özellikle gül kokusuna dair söylediği sözler ve temizlik vurgusu büyük mütefekkirlerin kokularla yakından alakadar olmasını sağlamıştı.
Arap dünyasının büyük buluşuna rağmen parfüm biliminin 16'ncı yüzyıldan itibaren Avrupa'da büyük bir gelişim göstermesinin sebebi yalnızca hoş kokulara duyulan arzudan kaynaklanmıyordu.
Parfümün Avrupa'da bu denli yaygınlaşmasının sebebi vücuttaki ağır kir ve sokaklardaki lağım kokusunu kesmekti.
İngiltere ve Fransa başta olmak üzere birçok önemli ülkede balçık balçık birikmiş lağım insan için dayanılması zor bir kokuya dönüşmüştü.
Ayrıca evlerde kişisel tuvalet kullanılmamaması, insan dışkılarının sokaklara dökülmesine neden oluyordu.
En büyük sıkıntılardan birisi de "yıkanma" kültürünün Avrupalılarca uygulanmamasıydı; bunun en önemli gerekçe ise sağlıktı.
Şifacılara göre bedenin ağır kokusu dönemin tehlikeli salgınları tifo, veba ve cüzzam gibi hastalıkların önüne geçiyordu.
Banyodan daha etkili olan bir yöntem de kokuların içinde bulunan yağların koruyucu özelliğine olan inançtan dolayı ağır kokulu parfümlerdi.
Bu inanç, Avrupa'da güçlü ve geniş bir parfüm endüstrisinin gelişmesini sağladı.
Baştan aşağı yıkanmak ve suyun vücutta mikrop geçiriciliğini artırdığına olan inanç 18'inci yüzyıla kadar sürmüş; ancak yabancı seyyahların Türk hamamını ve onun iyileştirici özelliğini keşfetmesiyle suya karşı olan mesafe büyük oranda kırılmıştır ve Arupa'da Türk hamamları modası başlamıştır.
Kolonyanın ortaya çıkışı ve dünyaya yayılması ise Fransız askerlerinin Almanya ile yaptığı savaşlarda Köln suyu olarak getirdiği "Eau de Cologne" de ile olmuştur.
Ancak Almanların bu suyu 14'üncü yüzyıldan itibaren kullanıldığı tahmin ediliyordu.
Özellikle Napolyon'un kolonyaya karşı düşkünlüğü, bu alkollü ve hoş kokulu suyun duyulmasını sağladı.
Türkler, "Buhur suyu" ismi verilen kokuyu yaygın olarak kullanıyordu ve bunun yanında gül suyu da toplum içinde bir hayli yaygındı.
Gül suyu ve buhurun dışında çeşitli miskler ve galiye isimle koku yayan macunlar da mevcuttu; fakat Türkler kolonya ile tanıştığında bu güzel kokudan sadece hoşlanmamış, ona adeta âşık olmuştu.
Kolonya kullanımı ferahlatıcı özelliği ile kısa sürede gül suyu da dâhil olmak üzere diğer tüm kokuların yerini alarak Türk halkı için ekmek ve su gibi gündelik hayatın vazgeçilmezleri arasındaki yerini almıştı.
Kolonya Türk toplumunda öylesine yaygınlaştı ki kısa süre içinde dünyanın en kaliteli kolonya üreticisi olarak Türk şirketleri Fransız rakiplerini çok geride bıraktılar.
Türk girişimciler "Ethem Pertev, Süleyman Ferit, Necip Bey, Hasan Hassan, Evliyazade Nurettin, Ahmet Ekrem, Hasan Sevki, İsmail İbrahim ve Kemal Kamil ve Faruki" kolonya markaları kısa süre içinde Türk halkının vazgeçilmezleri arasına girdi.
Kolonyanın kullanımı ise Türk kültüründen nezaketin en önemli göstergelerinden birisi olarak yerini aldı.
Gelin suyu gibi çeşitli isimler verilen kolonya; Türkler için bir misafir geldiğinde, otobüs yolculuklarında, hasta ziyaretlerinde, kız isteme fasıllarında, tıraş sonrasında veya bir kişi bayıldığında akla ilk gelen ilk şeydir.
Tüm bunların yanı sıra elbette bayramların vazgeçilmez imgesidir.
Bayramlar ve tatlı geleneğimiz
Bayramlarda çikolata bizim için vazgeçilmez bir gelenek ama çikolatanın Türk tarihindeki yeri bir asırdan biraz fazladır.
Bu efsunlu atıştırmalığın Osmanlıya gelişi çok gecikmişti.
Saadet Özen'in araştırmalarına göre çikolatayı Osmanlı topraklarına ilk defa din adamları getirmişti:
Osmanlı İmparatorluğu'nda en azından Avrupa'yla bağlantılı din adamlarının Avrupa'ya paralel bir takvim ve alışkanlıkla çikolata tüketimine başladığı düşünülebilir. Fakat bu sınırlı çevre dışında örneğin Osmanlı sarayında bu dönemde çikolata tüketildiğine dair hiçbir ipucumuzun olmadığı bir gerçek.
Elimizdeki on yedinci yüzyıl sonu ve ondokuzuncu yüzyıla ait veriler arasındaki boşluk da soru işaretleriyle dolu. Bu eksikliğin ileride, yeni araştırmalarla dolacağını umarak şimdi doğrudan on dokuzuncu yüzyıla, çikolatanın hem arşivlerde hem basında boy gösterdiği yıllara gidebiliriz.(Çukulata, Çikolatanın Yerli Tarihi)
İtalyan Seyyah Giovanni Francesco Gemelli Careri, Osmanlı seyahati sırasında daha önce çikolata ile hiç tanışmamış bir Türk'e çikolata vermesi sonrası yaşananları oryantalist bir bakış açısıyla şu sözlerle betimler:
Seyde Ağası Beni görmeye geldi, ona çikolata verdim. Ama bu vahşi, o güne kadar hiç tatmamış olduğu için, belki çikolata onu sarhoş ettiğinden veya daha ziyade tütünün dumanı yüzünden aklını karıştırmak, dengesini bozmak niyetiyle kendisine içki içirdiğimi söyleyip üzerime yürüdü.
Öyle ki öfkesi dinmese kesinkes başıma bir iş gelir, ben de bu kadar kaba bir adamı çikolatayla mest ettiğim için hak ettiğimi bulmuş olurum(Çukulata, Çikolatanın Yerli Tarihi)
Çikolatanın Osmanlı'daki makus talihini Kırım Savaşı değiştirecekti.
Ruslara karşı Fransa ve İngiltere ile ittifak kuran Osmanlı bir Avrupa devleti olarak kabul görmüştü.
Birçok yabancı askerin yanı sıra, Avrupalı tüccarın İstanbul'a gelmesi Türk halkının çikolatayı yakından tanıyıp benimsenmesine neden oldu.
Sonraları bazı Fransızlar Beyoğlu'nda çikolata dükkanları açmaları çikolatanın sırasıyla Türk sosyetesi daha sonra da halk arasında yaygınlaşmasını sağladı.
Pastane kültürünün yaygınlaşmasıyla çikolata, halkın yiyeceğine dönüşmüş ve kültürüne girmiş oldu.
Kısa bir süre sonra çikolata; Bayramlar başta olmak üzere Türk kültürü ve inancında vazgeçilmez tüketim maddelerinden birisi olacaktı.
Çikolatanın yanı sıra bayramların vazgeçilmezi olan baklavanın tarihi ise bambaşkadır.
Osmanlı Sarayı esasen uzun yıllar şerbetli tatlılardan uzak durmuştu.
Muhallebi ve pekmez türü tatlılar daha çok tercih edilmişti.
Hatta baklavaya, hamurun üzerine dökülmüş sıcak su ile fukaranın karnı doysun ve ağzı tatlansın nazarı ile bakılıyordu.
Lakin Yeniçerilerin bu tatlıya düşkünlüğü zamanla baklavanın saygın bir konum kazanmasını sağladı.
Baklavanın odunu eksik tutulsa askerin morali bozulur, maazallah iş isyana kadar gidebilirdi.
Padişahların, her Ramazan Hırka-i Şerif ziyaretlerinden sonra dağıttığı baklava tepsisi bini aşabildiği çeşitli kaynaklarda belirtilmesi halkın da bu tatlıya en az Yeniçeriler kadar düşkün olduğunu göstermektedir.
III. Selim'in bu ziyaretlerin birinde bin tepsi dağıtılmasına dair fermanı arşivlerde durmaktadır.
Elbette biz Türklerin kısaca bir bayram medeniyetine sahip olduğunu düşündüğümüzde daha sayısız gelenek var; ama şimdilik burada durmak zorundayız.
Sözü Alvarlı Efe M. Lutfî'ye bırakalım:
Cân bula cânânını bayram o bayram ola,
Kul bula sultânını bayram o bayram ola,
Hüzn ü keder def ola dilde hicâb ref ola,
Cümle günâh affola bayram o bayram ola.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish