Batı Şeria'daki Filistin Yönetimi hükümetinde kültür bakanı olan 50 yaşındaki yazar Atıf Ebu Seyf, 7 Ekim'de Gazze savaşının patlak vermesiyle birlikte günlüğünü yazmaya başladı.
Ebu Seyf, Gazze Şeridi'nde doğdu ve 2019 yılına kadar orada yaşadı.
Hem ailesini ziyaret etmek hem de bazı işlerini halletmek üzere 5 Ekim'de 15 yaşındaki oğlu Yaser ile birlikte Gazze'ye geldi.
7 Ekim sabahı pikniğe gittiğinde gökyüzü binlerce roketle aydınlandı.
Roket saldırıları Hamas'ın yaklaşan saldırısına zemin hazırladı ve savaş başladı...
O günden beri baba ve oğlu Gazze'de mahsur kalırken Atıf Ebu Seyf bombardıman, yıkım ve ölümle ilgili günlük yazıyor.
Savaşın ilk günlerinde oğlu İsrail hava saldırısından sağ kurtuldu. Ayın 17'sinde kuzeninin ailesi öldürüldü.
Bombardımanda aileden sadece Visam ölmedi, ancak bacaklarını ve sağ kolunu kaybetti. Bugün bir mülteci kampında yaşıyor.
Ebu Seyf'in günlüğü Fransız gazetesi Le Monde tarafından Ocak 2024'te yayımlandı.
Independent Arabia, Fransızca olarak basılan Le Monde'da yayımlanan bu günlüğün tercüme edilmiş bir bölümünü aşağıda yayımlıyor:
Dün gece okulda yatmak zorunda kaldım. Kız kardeşim Halime'yi ziyarete gitmiştim. O da bir okula sığınmıştı ki saldırılar bir anda yoğunlaştı. Gecenin çökmesini ve bombardımanın azalmasını bekledim. Ancak gece dışarı çıkmak için çok geç olduğundan olduğum yerde kaldım.
Okulun içinde insanlar yeni bir hayat yarattılar. Bazıları yaşamak için kumaş parçaları ve battaniyelerden derme çatma çadırlar yaparken, bazıları da geceyi sınıflardan birinde veya ders aralarında çıkılan okul bahçesinde geçirdi.
Binanın 5 tuvaleti vardı ve yüzlerce mülteci bu tuvaletleri sırayla paylaşmak zorunda kalıyordu. Bazı günler insanlar sıraya girip saatlerce sıra bekliyor. Gece olup ışıklar söndüğünde çadırlardaki kovaları idrar yapmak için kullanıyorlar. Yakındaki çadırların içinde yapılan konuşmaları duyabiliyoruz. Burada izolasyona yer yok.
Gece saat 02.30 sıralarında okulun avlusuna moloz parçaları düştü ve altında uyuduğumuz çatıya bir beton parçası isabet etti. Bir kadın çığlık attı ve hepimiz onun çığlıklarıyla uyandık. Adeta gece gündüze karışmıştı.
Mermi ve bombaların ıslıklarını duydum ve çadırın yarıklarından gökyüzünün parıldadığını gördüm. Kovayı kullanmamak için kendimi zorladım ama saat dörtte bıraktım.
İnsanlar erken olmasına rağmen şafak vakti uyandı. Yollar, halka açık yerlerde uyuduktan sonra evlerine dönen insanlarla doldu. Burada insanlar karşılaştıklarında birbirlerine 'Günaydın' demezler. Bunun yerine 'Güvende olduğun için Allah'a hamdolsun' derler. Burada her sabah hayatımıza eklenen bir hediye veya lütuf günüdür.
"Ölüm bir dilek olabilir mi?"
Dün, Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Cibaliye Mülteci Kampı'nın kalbinde bombalanan bölgeye gittim. Yıkılmış 6 bina gördüm: El-Hicazi, Ebu Kumsan ve Ebu Dayir binaları…
Enkazların arasında yüzlerce kişi çalışıyordu ve onlarca kişi kayıptı. Yaralıların Endonezya Hastanesi'ne nakledilmesi gerekiyor. Çünkü eş-Şifa Hastanesi İsrail kontrolüne girdi.
Kız kardeşim Ayşe'nin komşusu olan emekli öğretmen, küçük kızının ve ailesinin öldürülmesinin yasını tutuyor. Kızı doktordu.
Bir adam, öldürülen çocuklarının okul kitaplarını toplama girişiminde bulundu ve sanki onlarla birlikte ölmeyi diliyormuş gibi görünüyordu.
Ölüm bir dilek olabilir mi? Evet, şimdi bir adamın enkaz altındaki ailesiyle birlikte bu dünyadan ayrılmak istediğini anlayabiliyorum.
Kampı yoldan yola, mahalleden mahalleye geçiyorum. Ezbere bildiğim bu kampı artık tanıyamıyorum. Binaları, simgeleri, meydanları, sokakları yıkıldı, silindi.
İnsanların takıntılı olduğu soruysa hava durumu. Yürürken güneşi bulmak için Egökyüzünü taramaktan kendimi alamıyorum. Bulutları aşıp yağmur önlenebilir mi?
"Cenabı Hak, bu yıl kış mevsimini takvimden silebilirse bu ne iyi olur"
Eğer Cenabı Hak bu yıl kış mevsimini mevsim takviminden silebilirse bu ne iyi olur. Kış, talihsizliklerimizi artırmaktan başka bir işe yaramayacak. Oğlum Yaser şakayla, 'Allah kışı durdurmak için yola kontrol bariyeri koysun' dedi.
Kız kardeşim Ayşe'nin evinde bu günlüğü yazarken, korunmak için odanın diğer tarafına koşmak zorunda kaldım. Kısa süre sonra odaya bir toz bulutu girdi ve ardından bir füzenin patlamasıyla yüzlerce küçük çakıl taşı etrafa saçıldı.
Füze bizden yaklaşık 100 metre uzaktaki bir binaya çarptı. Birkaç dakika sonra toz dağıldı ve balkonda binaların molozlarından çıkan bir duman bulutu gördüm. Birkaç saniye önce bu enkaz Arini ailesinin eviydi. Kahvemi elime aldığımda içinin duvar kaplaması parçaları, çimento parçaları ve toz tanecikleriyle dolu olduğunu gördüm.
21 Kasım Salı:
Toplandık ve olduğumuz yerde kalamayacağımıza karar verdik. Son iki gecede top mermileri çok yakınımıza düştü.
Mermilerin patlamasının parıltısını gördüm, gök gürültüsünü duydum ve penceremden fezaya uçan bomba parçalarını gördüm. İsrailliler her dakika şehre doğru ilerliyor. Geceleri tanklar sokağımızı bombalamayı bırakmadı.
Uyanık ölmek istiyorum. Kardeşim Muhammed'e 'Ne olacağını görmek istiyorum' dedim. Yaser uyumadan önce bize hayatındaki en korkunç dönemi geçirdiğini söyledi.
Geçtiğimiz 45 günde inanılmaz bir dayanıklılık gösterdi. Ancak her birimizin üstesinden gelemeyeceği potansiyel bir enerji de var.
"En ufak bir gecikme bize pahalıya mâl olabilir"
Muhammed, Yaser, Mahir (kız kardeşim Ayşe'nin kocası) ve ben sabah çayını içerken, kafamızda yarından itibaren güneye (İsrail ordusunun kimlik belgelerini kontrol ettiği Salahaddin Yolu'ndan Gazze'nin güneyine) yönelme fikri olgunlaştı.
En ufak bir gecikme bize pahalıya mâl olabilir. Dün gece yatağımda uzanırken burada kalma kararımın bedelini 15 yaşındaki oğlumun ödemesinin adil olmadığını fark ettim. 45 gün hayatta kaldı ama sonraki 45 gün hayatta kalmasına izin verilecek mi?
Ölümden kaçma şansı yavaş yavaş azalıyor ve onun adına ne istediğine karar verme hakkım yok. Son telefon görüşmemizde eşim Hana bana şunu söyledi:'Oğlumu istiyorum. Onu Gazze'ye götürdün, şimdi onu bana geri vermelisin.'
İsrail askerlerini 2005'ten bu yana ilk kez Gazze'de görüyorum. Bu karışıklıkta yollarımızı ayırmak zorunda kalabileceğimizi bildiğim için Yaser'e büyükannesine bakmak zorunda olduğunu söyledim.
Tekerlekli sandalyesini iterek onun rahat etmesini sağlamalı, tutuklanıp ondan ayrılmamak için İsrail askerlerine refakatçisi ve birinci yardımcısı olduğunu bildirmeli.
"Sadece önümüzde olana bakma hakkımız var"
Sonunda saat 7.20'de İsrail toplanma ve gözlem noktasına ulaştık. Yolun solunda İsrail zırhlılarından oluşan devasa bir sıra var.
Askerlerin araçlarına bindiğini, birinin elinde kahve tuttuğunu, diğerlerinin ise yanımıza yaklaşarak kendilerine bakan herkese bağırdıklarını gördüm.
Karşımızdaki çocukların, askerleri kızdıracak ve onları ateş açmaya sevk edecek bir şey söylemekten korktukları için titrediklerini gördüm.
Zaman zaman askerlere bakıp komutanın kim olduğunu, geçişimizden ya da tutuklanmamızdan kimin sorumlu olduğunu ayırt etmeye çalışıyordum. Bir buçuk saat bekledikten sonra bir asker hoparlörden bizimle konuştu ve aynı emri tekrarladı:'Sırada kalın, sağınıza solunuza bakmayın.'
Sadece önümüzde olana bakma hakkımız var. Yol çamura batmış, asfalt ufalanmış, her yer taş ve çöplerle kaplanmış. Yaser tekerlekli sandalyeyi ittiğimden strese girmiş gibi görünüyor.
Birkaç kez amcamın karısıyla sandalyeyi taşımasına ve yoldaki bir çukuru geçmesine yardım etmek zorunda kaldım. 3 kez düşen yaşlı kadını kaldırıp sandalyeye oturtmak zorunda kaldım.
"Yakınlığımızdan bu kadar mı korkuyorlar?"
20 dakika sonra geçici bir binaya, yolun ortasında inşa edilmiş tuhaf bir odaya götürüldük ve sıraya girip kimlik kartlarımızı göstermek zorunda kaldık.
Sonunda solumuza dönmemize izin verildi. Bunu yapmak zorunda kaldık ki askerler bize baksın ve yüzlerimizi kimlik kartımızın fotoğrafıyla karşılaştırsın. Bizden uzakta oldukları için dürbünle kontrol ettiler. Yakınlığımızdan bu kadar mı korkuyorlar?
Şimdi tutuklama ve gözaltı zamanı. Kimliği ne olursa olsun insanlar seçilip askerlere yaklaşmaya çağrılıyordu:'Beyaz tişört giyen, sarı çanta taşıyan öne çıksın' veya 'bıyıklı olan öne çıksın' gibi.
Çağırdıkları kişilerin, çantayı bir kenara bırakıp sorguya çekilinceye kadar çamurun içinde diz çökmesini istediler.
Yaser, kendisinin ve büyükannesinin kimlik kartını gösterdi. Ben de onlara kartımı gösterdim. Büyük ihtimalle çok sayıda insanı görünüşlerinden şüphelenerek tutukladılar. Maalesef bu tacize Mahir'in kardeşi de maruz kaldı.
Bir asker 'Koyu renk kazaklı olan!' diye bağırdı. Yaser koyu renkli bir kazak giyiyordu. 'Olduğun yerde kal. Sen olsaydın şöyle derlerdi: Tekerlekli sandalyeyi iten'diye fısıldadım kulağına.
"İşte başsız bedenler... Bir de kesik başlar..."
Daha sonra iki kilometre boyunca yol üzerinde İsraillilerin kuşatmayacağı bir yere ulaşmak için her türlü çabayı gösterdik. Sırtım ağrıyor, omuzlarım ve kollarım kas spazmlarından acı çekiyordu.
Bu yolculuğumuzun zor kısmı. İstediğimiz yere bakmamız serbest olduğu halde Yaser'e 'Bakma' dedim. Yolun her iki tarafına atılmış onlarca ceset var. Bunların bir kısmı çürüyor, bir kısmı da görünüşe göre toprak, çakıl ve asfaltın içinde ayrışıyor. Koku dayanılmaz.
Yanan bir arabanın camından sanki bana özel olarak bir şey soruyormuş gibi bir elin çıktığını hissettik. İşte başsız bedenler... Bir de kesik başlar... 'Sağa sola bakma, önüne bakarak yürü oğlum' dedim yine Yaser'e.
"İnsanların bizi nasıl gördüğünü hayal etmeye cesaret edemiyoruz"
Bir kilometre yürüdük ve eşek arabalarının toplandığı, insanları arabaların beklediği yere taşıdığı bir yere ulaştık. Refah'ı Han Yunus'a bağlayan doğu yolu üzerindeki Avrupa Hastanesi'ne (burada kuzenimin kızı Visam tedavi görüyor) bizi götürecek kimseyi bulamadım.
Sonunda aşırı yüklü bir kamyonun sürücüsü bizi taşımayı kabul etti. Tekerlekli sandalyeyi kaldırıp bir köşeye sıkıştırdık. Muhammed ve Yaser onu yolculuk boyunca sabit tuttular. Kamyonda yaklaşık 40 kişiydik.
Gazzeli mülteciler olarak nasıl göründüğümüzü ve insanların bizi nasıl gördüğünü hayal etmeye cesaret edemiyoruz.
20 Aralık Çarşamba:
5 Ekim günü öğleden sonra Gazze'ye kısa bir iş gezisi için Ramallah'taki ofisimden ayrıldığımda, hayatımda tanık olduğum en uzun ve en yıkıcı savaşta yaklaşık üç ayımı orada sıkışıp geçireceğimi bir an bile düşünmedim.
İlerleyen haftalarda ailemi, yakın arkadaşlarımı, en değerli anılarımı ve ailemin evini kaybettim. Çok sevdiğim mahallem ve kampım Cibaliye'yi kaybedeceğim, büyükannem Ayşe'nin yolundan gideceğim ve nihayet 1948'de Yafa'dan Gazze'ye acılı çıkışı sırasında söylediği her kelimeyi anlayacağım hiç aklıma gelmemişti.
Bilal Cadallah'a (Filistinli gazeteci ve 18 Kasım'da evinin bombalanmasında ölen Filistin Basın Evi Kurumu Müdürü), eğer bir gün yayınlarsam bu günlüğü ona vereceğimi söyledim. Kitabı çok sevdiği yayınevinde imzalayacağıma söz verdim.
Bu son konuşmamızı çok iyi hatırlıyorum. Bahçede karşımda oturuyordu ve komşusunun evinin çatısına bıraktığı kedi için endişeleniyormuş gibi görünüyordu.
Bilal, çatıda uyuyan kediyi beslemek için akşam erkenden dönmesi gerektiğini söylemişti. Geceleri bu yükümlülüğünü yerine getiremiyor. Çünkü birisinin evinin çatısına bir şey atmak için çıktığını görmek, derhal saldırı yapılmasını gerektiriyor. Bugün Bilal öldü.
"Hayatta kalmamı sağlayan şeyin ne olduğunu merak ediyorum"
Geçtiğimiz 70 gün boyunca yaşadıklarımı düşündüğümde, hayatta kalmamı sağlayan şeyin ne olduğunu merak ediyorum.
Bombardımanda eşimin kız kardeşi Hüda, kocası ve iki oğlu öldürüldüğünde, kızının bacağı kesildiğinde benim onun evinde olmam mümkündü. Bilal için de bu mümkündü, beraber olabilirdik.
Bizse birlikte Gazze'nin güneyine gitmeyi, birlikte öldürülmeyi planladık. Bombalanan yüzlerce yerde bulunma ihtimalim vardı.
"Bir gazetecinin 'Kazanan kim?' diye sorduğunu hatırlıyorum; 'Ben kazandım'"
2014 savaşının sonunda ateşkes ilan edildiğinde bir gazetecinin bana 'Kazanan kim?' diye sorduğunu hatırlıyorum. O gün 'Ben kazandım' dedim. Hayatta kalmadım mı? O soruya cevabımın bu savaşın sonunda aynı olacağından emin değilim.
Refah'ta bir çadırdayken henüz bitmemiş olan bu günlüğü düşündüğümde, tüm bunları hatırlamama isteğime şaşırıyorum. Hatırlamak istediğim şey savaştan önceki hayat. Yakınımdaki birçok insanın yok edildiğini hatırlamak istemiyorum. Onları sanki hâlâ yanımdalarmış gibi yanımda tutmak istiyorum.
Yazmaya başladığımda günlük tutmamam gerekiyordu. Ölürsem arkamda bırakacağım olayların bir kaydını yazmak istedim. Ölümün varlığını birçok kez hissettim; onun etrafımda, omuzlarımda yüzdüğünü hissettim.
Onu uzaklaştırmak, ona meydan okumak, hatta onu yenmek, düşüncelerimi onun boyunduruğundan kurtarmak ve ondan uzaklaştırmak arzusuyla yazdım.
Savaş devam ederken ilk kaygım hayatta kalmak. Şimdi bu konuları düşünmenin zamanı değil. Yazarken sevdiğim ve kaybettiğim herkesi görebiliyor, röportaj yapabiliyor ve arayabiliyorum. Onlar her zaman benimleler.
Independent Arabia