Eski BM Filistin Raportörü Falk: Batı sadece Hamas'ı değil İsrail'i de kınamalı, Hamas bir IŞİD değildir

Uluslarası hukukun saygın ismi Emeritus Prof. Dr. Richard Falk, İsrail-Hamas çatışması ve tarihsel perspektif ile ilgili Independent Türkçe'nin sorularını yanıtladı


Princeton Üniversitesi'nde uluslararası hukuk alanında emeritus profesör olan Richard Falk, aynı zamanda Euro-Akdeniz İnsan Hakları İzleme Kurulu'nun Yönetim Kurulu Başkanı. Uluslararası hukuk ve Birleşmiş Milletler hakkında çok sayıda kitabın altında imzası var / Görsel: Independent Türkçe

Emeritus Profesör Richard Falk, New York'ta bir Yahudi ailesine doğdu. 

Kendisini "Amerikalı Yahudi" olarak tanımlıyor.

Gerçek manada bir yere ait olmama hissinin, sonradan Amerikan dış politikası üzerine yaptığı ciddi eleştirilerdeki rolünü etkilemiş olabileceğini düşünüyor. 

Bugünlerde dünyanın meselesi Profesör Falk'un 92 yıllık yaşamında belki de yüzlerce kez tanıklık ettiği İsrail-Filistin geriliminden ibaret, yine, yeniden ama özö itibarıyla kesinlikle yeni değil.

Daha doğru ifadeyle İsrail-Arap geriliminden, İsrail-Filistin gerilimine ve son kertede İsrail-Hamas çatışma eksenine artık iyice yerleşmiş olan gerginlikten, savaştan söz ediyorum.

Son günlerde İsrail'in orantısız güç kullanımı ve sivillerin hayatını etkileyecek yöndeki saldırıları kadar uluslararası hukuka aykırı şekilde fosfor bombası kullandığı yönündeki iddialar da konuşuluyor.

Öyle ki; Uluslararası Af Örgütü, İsrail'in Gazze'de beyaz fosfor kullandığına dair kanıtları paylaştı.

 Sderot kentine konuşlanmış obüslere ait fotoğraflarda "beyaz fosfor bazlı mühimmat" etiketli top mermileri yer alıyor.

İsrail ordusunun Gazze'ye yönelik hava saldırıları sürüyor.

Son olarak Han Yunus kentine düzenlenen saldırılarda yaralanan çocuklar, tedavi için kentteki Nasır Hastanesi'ne getirildi.

Gazze Şeridi'nin elektrik, su ve internetini kesen İsrail sınıra 300 bin asker yığmış durumda.

Uzun lafın kısası bölge kara, hava ve denizden ablukaya altında.

Halihazırda İsrail kara birliklerinin Gazze'ye baskınlar düzenlediği biliniyor.

Bir yandan psikolojik harp de devam ediyor, Kassam Tugayları, İsrailli askerlerin telefonlarına "Mayın tarlasına hoş geldiniz. Gazze sizi selamlıyor. Ya ölü, ya esir ya da sakat olarak geri döneceksin. Gazze seni bekliyor" mesajları gönderiyor.

İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, "Bir sonraki aşamaya hazır mısınız?" diye sorarken geniş ölçekli bir kara operasyonundan söz ediyor.

Gazze'deki İsrailli esirlerin aileleri, akşam saatlerinde Hamas'ın roket saldırısı düzenlediği Tel Aviv'de Netanyahu'yu istifaya davet ediyor.

İran ise BM aracılığıyla İsrail'e "Saldırıları durdurmazsanız müdahale ederiz" mesajı gönderiyor.

Ortadoğu çok daha çetin günlere doğru ilerken uluslararası hukuk uzmanı Profesör Falk olup bitene tepkili. 

BM'de 2008-2014 arası Filistin İnsan Hakları Raportörü olarak görev yapan Falk'a göre Yahudi olmanın en mühim anlamı, dünyada adaletsizliği aşmaya odaklanıp adaleti arzulamak, bu da beraberinde başkalarına saygılı olmayı, milliyetleri veya dinleri ne olursa olsun diğer insanlara karşı empatik olmayı ve insanın maruz kaldığı herhangi bir mağduriyete karşı duyarlı olmayı içeriyor. 

Belki de bu yüzden vatandaşı olduğu ABD ve İsrail'de otoriteyle arası pek de iyi olmayan bir isim Falk.

Bu çerçevede birazdan okuyacağınız röportaja sadece son bir hafta içinde yaşanan gerilim, çatışma, savaş, kıyım, acı ekseninde değil; aynı zamanda eşitlik, insan hakları, uluslararası hukuka adanmış 92 yıllık bir hayatı da kapsayacak bir gözle bakmakta yarar var.

Independent Türkçe soruyor, Princeton Üniversitesi'nin emektar profesörü Richard Falk yanıtlıyor.

"Batı'nın İsrail'e bakışı=Filistinlilerin uluslararası hukuk düzlemindeki karanlığı"

Bildiğiniz gibi İsrail-Hamas çatışmasının ardından bölge yeniden gergin durumda. Bu sadece Ortadoğu için değil tüm dünya için ciddi bir endişe kaynağı. Size hem uluslararası hukuk bağlamında hem geçmişte Birleşmiş Milletler'de üstlendiğiniz önemli roller çerçevesinde bazı sorularım var. İlk soru mevcut durumla ilgili. Ortadoğu'nun en güçlü ülkelerinden İsrail acı, korku ve öfke içinde. İsrail'in bakış açısıyla ilgili pek çok tartışma yapıldı yazıldı çizildi ama Filistin perspektifinden olaylar nasıl görünüyor?

Filistin açısından bakıldığında İsrail'e tam destek veren Batılı bir bakış açısı var. Ve bu durum Filistin halkının uluslararası hukuk çerçevesinde temel haklarını elde etme yönündeki her türlü çabasını desteklemedeki başarısızlığın devamı. Bu durum Filistinlilerin deneyimindeki çok karanlık bir durumu temsil ediyor. Çünkü onlar son yaşananları onlarca yıldır kendilerini baskı altına alan ve son birkaç ayda aşırılık yanlısı Netanyahu hükümetinin vurguladığı bir sürecin doruk noktası olarak görüyorlar. Bu baskı Gazze halkına getirdiği acıların yanı sıra, Hamas'ın 7 Ekim saldırısıyla birçok Filistinli için ise ahlaki ve siyasi açıdan bir felaket.  
 

FOTO 2.png
Fotoğraf: Reuters


Bu saldırı sırasında işlenen vahşetten pişmanlık duyuyorlar, ancak Filistinlilerin tarihten silinmeyeceklerini ve Ortadoğu haritalarından silinmeyeceklerini göstermeleri ihtiyacını da sempatiyle karşılıyorlar. Netanyahu, geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda Filistin'in yer almadığı, hiç temsil edilmediği, İsrail'in genişletildiği, yeni Ortadoğu haritasında varlığının genişletildiği bir haritayı sallayarak bunu yaptığını iddia etmişti zaten.

"Hamas terörizm kapsamında eylemler gerçekleştiriyor ama..."

Peki Hamas bir terör örgütü mü yoksa sömürgecilik karşıtı bir kuruluş mu?

Yani (Hamas) terörizm olarak nitelendirilen eylemleri gerçekleştiren bir örgüt. Ancak siyasi bir aktör ve bu anlamda Filistin halkını hedef alan ve bizzat Hamas'ın içinde olduğu türden devlet terörüne daha yakın. Evet, misilleme amaçlı şiddet olarak görülebilir.
 


Aynı zamanda savaş yasalarını da ihlal etti ve savaş suçları işledi. Ancak bu sürekli, zalim ve istismarcı işgal ve baskı ortamında oldu. Unutmamak gerekir ki; Gazze'nin hâlâ uluslararası insani hukuka tabi, işgal edilmiş bir bölge olması, yani Batılı hükümetlerin söylediklerinin aksine, İsrail'in kendisi tarafından işgal edilen bir halka karşı meşru müdafaa hakkına sahip olup olmadığı konusu var.  Hamas bölge içerisinde güvenliği sağlayabilir. Ancak öncelikli yükümlülüğü işgal altındaki halkı korumaktır, onları bu tür cezai şiddete maruz kalabilecek bir düşman olarak hedef almamaktır.

"Cezayir gibi terör eylemi gerçekleştirmiş siyasi hareketler meşru hükümet olabildi"

Ne Hamas'ın ne de Filistin Kurtuluş Örgütü'nün devlet olamayacağının netleştiği ve meşruiyet zemininin iyice düştüğü görüşüne katılıyor musunuz?

Bu, şu aşamada cevaplayabileceğimizden kesinlikle emin olamadığım politik bir soru. Terör eylemleri gerçekleştiren siyasi hareketler, ülkenin meşru hükümeti olan hükümet haline geldi. Mesela Cezayir'de kesin olarak terör eylemlerinin olup olmadığını akla getirebiliriz. 
 

ham.jpeg
Fotoğraf: AP


Yine aynı örnek üzerinden gidersek, Cezayir'de kurtuluş hareketi, sömürge karşıtı hareket sonunda galip geldi ve sonunda uluslararası toplum tarafından tanındı, Birleşmiş Milletler'de kabul edildi. Terörizme bulaşan ancak siyasi olarak galip gelen ve sonunda meşru hükümet olarak kabul edilen hareketler var. Bunu anımsatmak isterim.

"Hamas bir IŞİD değildir"

Uzun yıllar Princeton Üniversitesi'nde uluslararası hukuk profesörü olarak çalıştınız. 2008'den 2014'e kadar 1967'den bu yana işgal altındaki Filistin topraklarındaki insan hakları konusunda Birleşmiş Milletler Özel Raportörü olarak görev yaptınız. İsrail, Filistin ve çatışmaya ilişkin görüşleriniz nedeniyle hem İsrail hem de ABD tarafından eleştirilip hedef gösterildiniz. Hatta İsrail sizin Gazze Şeridi'ne girmenizi engelledi ve o dönemde ABD de görevden alınmanızı talep etti. Bunun nedeni neydi?

İddia edilen sebep, Yahudi uyruklu olmama rağmen Yahudi karşıtı ve önyargılı olmamdı. Asıl sebep ise yeterince objektif olabilecek biri olarak algılanmamdı. İşgal altındaki topraklarda Apartheid (EN: Irksal ayrımcımlığı savunan sistem) tarzı bir idari yapı olan ve aslında bir bütün olarak Filistin halkıyla ilgili olan gerçek durumu bildirmekti. Bu artık birçok ana akım medya tarafından da belgelendi. İsrail'in önde gelen insan hakları örgütü Beth Salem ve ardından Batılı kuruluşlar, Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün de aralarında bulunduğu kuruluşlarca... 
 

foto 4.jpg
Emeritus Profesör Richard Falk / Fotoğraf: Reuters


İsrail'in Apartheid rejimini sürdürmesi yeni bir haber değil. Yeni haber nedir? Mevcut krizde liderlik, Hamas'a karşı olduğu iddia edilen misilleme şiddetini tanımlamak için soykırımcı bir dil ve soykırımcı taktikler kullandı. Ancak nüfusun büyük bir kısmının Hamas'ı desteklemediği ve Hamas'ı destekleyenlerin çoğunun destekçisi olmadığı çok iyi bilinmesine rağmen, Hamas'ın yaptıklarından Gazze'deki tüm sivil nüfusu sorumlu tutuldu... 7 Ekim saldırısındaki bilgi veya rol; geriye dönüp bakıldığında Hamas'ın 2006'da Gazze'deki seçimlere siyasi olarak katılmaya ne zaman teşvik edildiğine bakmak gerekir. Hamas'ın bu seçimleri kazanmaması gerekiyordu! Seçimlere katılmaları halinde kendilerine siyasi aktör muamelesi yapılmayacak ancak terör kulübesine geri döneceklerdi! Bu da kendileriyle ilgili her şeyin yolunda olduğu anlamına gelecekti. Bakın BM Filistin Özel Raportörüyken Katar'da sürgünde yaşayan iki Hamaslı bana oldukça ayrıntılı ve ikna edici yollarla bilgi verdi. Diplomasik çerçeveyi uzun bir menzile ulaşmayı hedefliyorlardı. Hamas'ın 50 yıla kadar sürecek bir ateşkes, barış içinde, bir arada yaşama konusunda anlaşmaya hazır olacağını söylemişlerdi. Bununla beraber eğer bu yapılmazsa söz konusu vaziyetin her iki tarafta da korkunç bir şiddet ve acıya yol açacağından korktuklarını dile getirmişlerdi. Yani son günlerde İsrail hükümetinin dile getirdiği gibi Hamas IŞİD  gibi değil. Tarihinin çeşitli dönemlerinde siyasi aktör olmaya çalıştılar. Bununla beraber her zaman ihtiyatlı, yasal veya ahlaki olarak hareket etmediler. Tıpkı İsrail hükümeti gibi... Dolayısıyla Hamas'ın tek taraflı kınanması değil, her iki tarafın da hesap verebilirliğinin dikkate alınması gereken bir durum var bugün ortada. Bakış açım böyle.

İsrail uluslararası hukuku ihlal ediyor mu?

Bir sonraki sorum uluslararası hukukla ilgili. İsrail Sağlık Bakanı Moshe Arbel'in açıklaması üzerinden... Saldırılarda yaralanan Filistinlilerden söz edip, tedavi olamayacaklarına değindi. Buradan hareketle uzun zamandır gündemde olan soruyu anımsatayım: "İsrail uluslararası hukuka ne kadar uyuyor?" İnsan Hakları İzleme Örgütü, 10 ve 11 Ekim'de Lübnan ve Gazze'ye yönelik topçu saldırılarında İsrail'in cephaneliğinde beyaz fosfor kullanıldığını video ve görgü tanıkları aracılığıyla doğruladıklarını söylüyor. İsrail'in ise bunu yalanladığı belirtiliyor. Gerçekten de İsrail uluslararası hukuka aykırı mı davranıyor? Savaş suçu mu işliyor? Ve bununla birlikte Hamas'ın Aksa Tufanı Operasyonu'nda sivillere yönelik şiddet eylemlerini de uluslararası hukukun ihlali olarak değerlendirebilir miyiz? Bu soruyu bir yandan da Filistinlilerin uluslararası hukuka uygun olarak direnme hakkına inandığınızı ve onların silahlı mücadelesini bazı açılardan meşru algılayan biri olarak gördüğünüzü bilerek yöneltiyorum...

Evet, bunlar önemli sorular. Biraz da bağlantılı birbiriyle. Özellikle beyaz fosfor meselesi... Tam olarak bilinmeyen gerçeklerin, onun gerçekten kullanıldığına dair ikna edici kanıtlara sahip olması gerekir. Kullanılması halinde bu durum kimyasal silah yasağının ihlali anlamına gelir. Ve şunu unutmamak gerek, İsrail misilleme gerçekleştirirken  ne sebeple olursa olsun, uluslararası ceza hukukunu ihlal etmeye hakkı yok,  yasal hakkı da yok... 
 

FOTO 5.jpg
Fotoğraf: AA


Uluslararası ceza hukuku, İsrail'e aynı şeyi yapma konusunda yasal bir yetki yaratmamakta. Bu nedenle İsrail, misilleme iddiasında bulunduğunda, kuşatma kurmaktan da sorumlu... Tüm sivil nüfusu etkileyen gıda, elektrik ve yakıt konusunda... Bu kısıtlamalar ağır bir savaş suçudur. Toplu cezalandırmayı yasaklayan Cenevre Sözleşmesi'nin 33. maddesine atıfta bulunularak ifade edilebilir. Ya da aslında uluslararası toplumun soykırım komisyonunu engellemek için elinden gelen her şeyi yapmasını zorunlu kılan Soykırım Sözleşmesi'ne de atıf yapılabilir. İsrail kesinlikle soykırımın dilini ve taktiklerini çok açık bir şekilde kabul ediyor hem de en üst düzeyde.

"Yahudi üstünlüğüne dayalı bir devlet kurmak uluslararası hukukla bağdaşmaz"

Tüm taraflardan neredeyse herkes iki devletli çözümün artık gerçekçi olmadığını söylüyor. Siz daha önce tek devletli çözümün daha adil ve demokratik olacağını ileri sürmüştünüz. 31 Aralık 2021'de, 2022'ye girerken Middle East Eye'da yayımlanan makalenizde ise şöyle bir değerlendirme yapmıştınız: "Önümüzdeki yıl dünyaya İsrail'in Yahudi üstünlüğüne dayalı tek devletli-tek taraflı çözümü tercih ettiğini ve Filistinlilerin böyle toksik bir şeyi yutmayı reddettiğini duyabiliriz" Bugün gelinen nokta ortada. Bu bağlamda iki devletli çözüm tamamen imkansız mı? Buna ilaveten İsrail'in bir apartheid rejimi olduğu ve bunun sona erdirilmesi gerektiğini mi öneriyorsunuz? Ve sizce bu önerme gerçekçi temellere dayanıyor mu?

İsrail, başlı başına uluslararası insan hakları hukukunun ciddi ihlali niteliğindeki bir "apartheid" rejimi. Güney Afrika'nın 1990'ların ortasında yaptığını yapmak gerekiyor.  Bu da İsrail'i parçalamaktır. Apartheid yapıları ve ideolojisinin aksine tüm sakinlere ve vatandaşlara eşitlik temelinde davranan ve insanlara karşı eşitlik vaadini uygulayan yeni bir anayasal çerçeve gerektirecektir. Bahsettiğiniz makale İsrail Knesset'inin 2018'de Yahudilerin üstünlüğünü ilan eden yeni bir temel yasayı kabulünün hemen sonrasına denk geliyordu. O dönem değindiğim husus Yahudi yerleşim yerlerinin kurulduğu bölgeler ve dolayısıyla bu manada İsrail temel yasasında "apartheid" kelimesini kullanılmasa bile apartheid yapısının açık bir şekilde onaylanmasıydı. 

FOTO 6.jpg
Fotoğraf: Times of Israel


Ancak bir halk, özellikle de bölgenin yerli nüfusu olan başka bir halk üzerinde üstünlük iddiasında bulunduruyorsa, bu apartheid'in özüdür. Yalnızca şiddet yoluyla sürdürülebilir. Dolayısıyla bu ihtiyaçla ilgili, Yahudi üstünlüğüne sahip bir devlet kurma yönündeki Siyonist proje uluslararası hukukla bağdaştırılamaz. Orijinal Balfour Deklarasyonu'na bakın. 1917'de, 20'de, 27'de Yahudilere Filistin'de bir vatan teklif ediyordu. Ki; bu da Filistin'in egemenlik haklarına bir saldırı anlamına geliyordu. Ama en azından Filistin halkının egemenliğini sorgulamamıştı. Ve sonra ne oldu? Yerleşimci sömürgeciliğinin karakteristik özelliği... Yani yerli halkın yerinden edilmesi... Yani yerleşimci nüfus tarafından boyunduruk altına alınması... Bu süreçte, özellikle sömürgecilik karşıtı bir dönemde, zorla boyun eğdirmeyi ima ediyordu. İnsanlar kendi ülkelerinin dış yerleşimler tarafından kamulaştırılmasına barışçıl bir şekilde boyun eğmiyorlar.

"İsrail-Filistin çatışmasında Türkiye gurur duyacağı bir sicile sahip"

Siz Filistin meselesiyle ilgili sadece vatandaşı olduğunuz ABD'yi değil, diğer ülkeleri de eleştirdiniz. Bilhassa İsrail'in yanında yer alan veya sessiz kalan Avrupa ülkelerini, Arap ülkelerini ve hatta Türkiye'yi de sorumluluk almaya çağırmıştınız. Türkiye sizce tüm bu yaşananlarda ve elbette dünden bugüne bu sorumluluğu yerine getiriyor mu?

Türkiye'nin dış politikası konusunda uzman değilim ama Avrupa ülkeleri, AB ve Kuzey Amerika ülkeleriyle karşılaştırıldığında Türkiye, zaman içinde Filistin mücadelesiyle dayanışma içinde bir duruş sergiledi ve bu son günlerde ABD tarafından da teyit edildi.
 

foto 7.jpg
Fotoğraf: AA


Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın açıklamaları ekonomik kaygıların ve belki de bölgedeki istikrarın Türkiye'yi, İsrail ile uzlaştırma ve Filistin halkına yönelik politikalarını sorgulamama yönünde daha pragmatik bir politikaya yönelttiği dönemler oldu. Ancak her şeyi hesaba katarsak, Türkiye'nin bu çatışma konusunda gurur duyabileceği bir sicili olduğunu düşünüyorum.

50 yıl öncesinden bugüne bakış

Son sorum biraz uzun. Belki de sizi şaşırtacak. Ve tüm bu konuştuklarımızın üstünde, çok daha genel kapsamda bir çerçeve sunacak okurlara. Malumunuz; çatışmalar, savaşlar, iklim krizleri, göç dalgaları, yükselen ırkçılık... Tüm bunlar dünyamızın artık hem tartışmasız gerçekleri hem -ne yazık ki- insanlık için artıkk sıradanlanmış ölümcül meseleler. Tam da burada "This Endangered Planet; Prospects and Proposals for Human Survival" kitabınızı yeniden inceleme imkanım oldu. Yayımladığınızda tarih 1972'ydi. Dünyanın karşı karşıya kaldığı dört temel tehditten bahsediyordunuz: Savaş sistemi ve nükleer silahlar, nüfus artışı, doğal kaynakların tükenmesi ve çevre kirliliği... Kitaptan kısa bir alıntıyla artık sorumu yöneltmek isterim: "9 Mayıs 1969'da Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri U Thant, gezegenin acil bir durumda olduğuna inancını ifade etti: 'Aşırı dramatik görünmek istemem, ancak Genel Sekreter olarak bana ulaşan bilgilere dayanarak Birleşmiş Milletler üyelerinin, eski anlaşmazlıklarını bir kenara bırakıp silahlanma yarışını durdurmak, insan çevresini iyileştirmek, nüfus patlamasını önlemek ve dünya kalkınma çabalarına gereken hızı kazandırmak için belki de on yıl gibi bir süresi kaldığını düşünebilirim' diyordu" Kitapta daha o zamanlarda, Birleşmiş Milletler'in reforma ihtiyacı olduğunu belirtmiş, Güvenlik Konseyi'nin yapısının değiştirilmesini, Genel Kurul'un yetkilerinin artırılmasını ve BM bünyesinde yeni organlar kurulmasını önermiştiniz. Yaklaşık yarım asır sonrasının dünyasına baktığımızda, o uyarının ardından bugün dünyanın geldiği durum için içler acısı diyebilir miyiz? Var olan sistem bozukluğunun üstesinden gelebilmek için hala bir şans var mı?  Yoksa dünya bu kaotik düzen içinde gittiği yere kadar dönmeye mi devam edecek?

Bu bana sorduğun çok iddialı bir soru oldu! Mülakatın sonunda geldiğine sevindim! Kısaca şunu söyleyeyim. Bu kitabı yazdığım 50 yıl öncesine göre durumun çok daha ciddi olduğunu düşünüyorum. Ve evet, bahsettiğim boyutların bazılarında ilerleme kaydedildi. Dünyanın önemli yerlerinde, özellikle de Doğu Asya'da ve belki de Hindistan'da ve Latin Amerika'nın bazı kısımlarında kesinlikle bazı etkileyici kalkınma kazanımları oldu ve nüfus sorunları bir şekilde istikrara kavuştu ve o zamanki kadar tehdit edici görünmüyorlar. 
 


Öte yandan devlet gücü düzeyinde oldukça gerici eğilimler yaşandı bu 50 yıllık süreçte. Uluslararası siyasi liderlik düzeyi kötüleşti, bütünüyle otokratik liderlerin yükselişi gerçekleşti. Trump olgusu gibi... Bu otokratik liderlerin ortak özelliklerinden biri de sorunları görmek istememeleridir. Yokmuş gibi davranıyorlar ve bu durum kimilerinin bilime dayalı ve ampirik uygarlık olarak adlandırdığı, bilgiye ve gerçeğe dayanan şeyin reddinden ibaret. Bazı bakımlardan, bu diktatör liderlerin, sorunlarla yüzleşen ve liderleri takdir eden demokratik bir toplumdan bekleneceğinden ziyade, sorunlarla yüzleşmedikleri için vatandaşları arasında büyük bir popülerliğe sahip oldukları bir post-truth dünyada yaşıyoruz. Sorunları kabul etmeyi reddeden liderlerin reddedilmesi... Ve böylece, çözülmemiş sorunlardan kaynaklanan pek çok dikkat dağıtıcı yayılma var. Bunlardan en bariz olanı göçe karşı dönüşler ve yaşadıkları yerde geçimini sağlayamayan, kendileri ve aileleri için başka yerlerde daha yaşanabilir bir gelecek arayan insanların yaşadığı zorluklar.
 

son.jpg
Görsel: Amazon


Bir yandan siyasi liderler ve halk nezdinde dikkat eksikliği bozukluğu olarak adlandırılabilecek bir durum var. Çünkü bu liderler yaygın bir halk desteğine sahipler. Geçmişte demokrasilerin toplumlarının ihtiyaçlarını karşılamakta başarısız olmalarına yol açan da aslında bu durumdur. Weimar Almanyası, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra mağlup bir Almanya'nın durumuna yanıt vermekte başarısız oldu. Antik Atina demokrasiden yana yüz çevirmişti çünkü yurttaşlar, halkı iç meseleleri ele almaları gerekirken dış maceralara atılmaya kışkırtan demagoglara karşı çok savunmasızdı.
 


Dolayısıyla, insan türü söz konusu olduğunda bugün de çok tehlikeli bir zamanda olduğumuzu düşünüyorum... Ve dönemin BM Genel Sekreteri U Tant, yeterli tepki verme konusundaki karamsarlığını bir zaman çizelgesine koyarken muhtemelen karakteristik olarak hatalıydı. Belki daha fazla zamanımız var, belki daha az zamanımız... Kimsenin geleceğin ne getireceğini gerçekten bildiğini sanmıyorum! 
 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)


Ancak mevcut eğilimlerin daha da ileri gitmesine izin verilirse, çocuklarımız ve torunlarımız için umutlu bir gelecek için çok az temelimiz kalır. İnsan türü ve insan toplumunun doğal yaşam alanıyla olan ilişki açısından çok üzücü bir dönem. Çok derinden endişelenmek için pek çok neden var ve bunun yerine, çatışmanın bu eski gündemi ve daha az gelişmiş toplumlardan yararlanmaya çalışma meseleleri dikkatimizi dağıtmaya devam ediyor. Ve bu dünya liderliğini meşgul ettiği sürece, yok olma olmasa bile felaketin uçurumuna giderek daha da yaklaşacağız.

Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim Profesör.

Sorularınız için teşekkürler. Çok iyiydiler!

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU