Uğur Talısumak, Türk düşünce dünyasında yeteri kadar ele alınmayan "patronaj" meselesini işlediği tezini nihayet kitaba dönüştürdü.
Yazar, patronajı açıklarken okuru şu sözlerle kitaba davet ediyor:
Neredeyse her gün bilimin kutsallığı ile ilgili haberler dinliyoruz. Bilime değer verilmeli! liyakat olmalı! gibi büyük sözler işitiyoruz. Ancak bilimin ve entelektüel bu zümrelerin patronları kimdir? Bu patronlar, ne istiyorlar, bilgiye, bilime ve her şeyden önce akla nasıl şekil veriyorlar? Bunları hiç konuşmuyoruz. Tarihte bilim insanları neden saraylarda yaşamaya zorlanmış, saraylarda yaşamak istemeyen bilim insanları neden katledilmiştir? Peygamberlerin akıl, bilgi, adalet ve inanç üzerinde yükselen bir bilincin ve onun da üzerinde yükselen bir hayatın inşa edilmesi için mücadele ettiklerini neden konuşmuyoruz? İslam dünyası neden bilgi üretememektedir? Neden meyve ağaçları değil de hep dikenler sulanmaktadır? İşte tüm bu sorunların tartışılması ve çözümlerinin bulunması, yalnızca İslam coğrafyasının değil tüm insanlığın, bilgiye tahakküm eden bilimsel (!) despotik güçlerden kurtuluşu için de gereklidir. Bu güçlerin, toplumları kontrol etmek için geçmişten günümüze uyguladıkları taktiklerin ve stratejilerin neler olduğunu öğrenmek, bize öğretilenlerden farklı bir tarihî ve felsefî bakış açısı kazanmak isteyenler! O halde, kitabın kapağını çevirin ve okumaya başlayın.
Patronaj nedir?
Tatlısumak, soruyu şu sözlerle tanımlıyor:
Patrimonyal sistem: Patron ile patrona biatı kabullenenler veya güç olgusunu en üst düzeyde kullanan iktidar ile gücün üzerlerinde kullanıldığı sosyal tabakalar arasında ortaya çıkan ilişki modelidir. Patrimonyal ilişki, aynı zamanda bir patron ve hizmetkâr ilişkisidir. Buna göre tarihte böyle bir ilişkiler sisteminin tarihî geçmişinin oldukça eskiye gittiğini söyleyebiliriz. Çünkü tarihte güç kullanımı, insanlık tarihinin en eski zamanına kadar gider. Tarihteki siyasî sistemler de zaten bu güç kullanımının sistematize edilmiş bir halidir. Bu sebeple patrimonyal sistemin başlangıcı çok eskidir.
(Osmanlı Uleması ve Patronaj İlişkisi, Uğur Tatlısumak)
Marx Weber ise bu sistemi doğudaki geleneksel aile modelinin geniş kitlelere yansıması olarak gösteriyor.
Hükümdarın kendi ailesiyle kurduğu ilişki biçimi ile toplumla kurduğu ilişki biçiminin benzerlikleriyle açıklıyor.
Bu bağlamda itaatin keskin olduğu ve babaya yakın olanın kazandığı bir model ortaya çıkıyor.
Bir ailede babanın aile fertlerine sağladığı haklar, kazanılmış veya elde edilmiş haklar değildir.
Bunlar babanın ailesine ihsanıdır ve patronaj sisteminde hükümdarın tebaasına sağladığı imkânlar bir aile babasının ihsanlarına benzer şekilde onun yüce gönüllülüğünün bir tezahürü olarak algılanır.
İbn Haldun ilk itiraz eden aydındı
Mukaddime eserinin yazarı İbn Haldun hükümdarların sınırsız patronaj sistemini ilk defa eleştiren düşünürlerden biri olarak sistemin sebep olacağı sosyal çürümeyi şöyle açıklıyor:
Hükümdara tabi olmazlarsa, geçimlerini ve zenginliklerini sürdüremezler, yaptıklarının da hiçbir anlamı ve değeri olmaz; bu da, toplumun bir hükümdara boyun eğmesi ve yaltaklanması sonucunu doğurur. Müsaderenin de sultanlık sistemiyle yakından alakası vardır; çünkü hükümdar, her nereden gelirse gelsin, her nasıl elde edilirse edilsin bireylerdeki zenginliğin kaynağını kendi ihsanı olarak görmektedir.
İslami anlayış ve peygamber aydının patronajını reddetti
İslam ise toplum idaresinde bir patronaj sistemine kesin hatlarla karşı çıkmıştır.
Müminlerin kendilerine rabler ve efendiler edinmesini yasaklamış, hatta bunu Müslümanlığın ilk şartı saymıştır:
La ilahe illallah.
Allah'tan başka efendi/ilah yoktur.
Buradaki ilahı yalnızca Allah'tan başka bir tanrı olarak değil, "Müslüman için başka bir efendi de yoktur" şeklinde de okumak gerekir.
Yani İslam patrimonyal anlamda sultanlık veya hükümdarlık sistemlerini kökten reddederek işe başlamaktadır.
İslam peygamberi ve Kuran'ın patronaj sistemine karşı ortaya koyduğu tavrı yıkmak için sultanların çarpık bir "kader" anlayışını kullandığını görüyoruz.
İktidarlarının onlara Allah'ın bir lütfu olarak verildiğini tasdikleyen güçlü ve çarpık kader anlayışları vardır.
Siyasi cürüm ve cinayetleri de yine bu anlayış sayesinde aklayarak kendilerini temize çıkartmış olurlar.
Hazreti Hüseyin cinayeti ve sonrasında zürriyetine yapılan kötü muamelede sultanlar patronaj sistemlerini meşrulaştırmak için Hz. Hüseyin'in başına gelenleri bu çarpık kader anlayışı ile açıklamışlardı.
Örneğin patronaj sisteminin ulemasından İbn-i Ziyad'a göre Hz. Hüseyin'in elim akıbetinin suçlusu Yezid değil, Allah'ın kendisiydi.
Hızını alamayan Ziyad, Ali Asgar'ın hunharca cinayetini de Allah'a yükleyince Hz. Hüseyin'in yine Ali ismindeki küçük oğlu Ziyad'a şöyle cevap verecekti:
Ziyad: Allah Hüseyin'in oğlu Ali'yi öldürmemiş miydi?
Ali: Benim Ali isminde bir abim vardı, onu insanlar kılıçlarıyla öldürdüler.
Burada Hazreti Hüseyin'in oğlu Ali'nin Allah'a iftira atılmasının önüne özellikle geçtiğini görüyoruz; çünkü İslam literatüründe bu konuda Allah'a iftira atanlardan ilkinin Şeytan olduğunu görüyoruz.
Şeytan, Allah'ı kendisini saptırmakla suçlayarak şunları söylüyordu:
Rabbim madem sen beni yoldan çıkardın, ben de onları (saptırmak) amacıyla senin dosdoğru yoluna oturacağım. (A'raf 7:16)
Patronaja karşı gür bir ses: Hasan el-Basri
Patronaj sisteminin yerleşik hale gelmesi için aşırı kaderci anlayışı yerleştirmeye çalışan statükoya karşı çıkan en önemli İslam âlimlerinden bir diğeri de Hasan el-Basri olarak karşımıza çıkıyor.
Sultan Abdülmelik, patronaj sisteminin kader anlayışının dışına çıkarak farklı yorumlamada bulunan Hasan el-Basri'den savunma talep eder.
Basri'nin uzun cevabında şüphesiz dikkati celbeden noktalardan birisinde Abdülmelik'e şöyle cevap verir:
Ey Müminlerin Emiri, bu, Allah'ın konuştuğu Kitabıdır -Ve Allah'tan daha güzel söz söyleyen kim vardır?:
'Takdir (determine) ve hidayet (rehberlik) eden O'dur' (87/3).
Ve O: 'Takdir eden ve saptıran O'dur' demedi. Allah kullarına bunu açıklamış ve onları asla ne dinlerinde bir karışıklık, ne de bir şüphe içinde bırakmamıştır, hatta O, 'De ki: Eğer ben sapıtırsam, ancak kendi aleyhime olarak sapıtırım, fakat ben doğruya (hidayete) erersem bu Allah'ın bana vahyetmesiyledir.' (34/50) diyerek hidayeti kendine, dalaleti Peygamberine atfetmiştir.
Sapmanın Hz. Muhammed'den olduğuna razı olursunuz da, aynı şeyin kendimiz için olmasına razı olmaz mısınız? Allah: 'Şüphesiz ki, hidayet etmek bizdendir.' (92/12) der de, 'Dalalet bizdendir' demez.
Osmanlı aydın geleneği patronaja teslim olmuştu
Kanunî Sultan Süleyman döneminin önemli kaynaklarından biri olan Sinan Çavuş'un Süleymannâme adlı eserinde: Sultanın Allah'ın yeryüzündeki gölgesi ve halifesi olduğu yüce Allah'ın padişahı herkesten farklı yarattığı, Allah'ın nimetlerinin padişahta tecelli ettiği, her kim padişaha itaat edip ona muti olursa, yıldızı parlar, talihi açılır iddiasındadır.
Bu aslında Osmanlı aydınının iktidara olan bakışının önemli bir yansımasıdır.
Divan edebiyatının büyük şairlerinden Necati aydının muhalefetten neden kaçınması gerektiğini şöyle dile getirir:
Yakın olma muhalif olana devletlü başunçün;
Irağ olsun ayağun toprağından cümle âfâtlar
Oysa tüm şairler için bu durum geçerli değildir; mesela halk şairleri bırakın otoriteye yaslanmayı ona hakaret etmekten çekinmez.
Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yiyende ortak Osmanlı(Aşık Veli)
Aslında üzerine daha uzun uzun yazılacak ve örnekler verilecek bir konu patronaj; ama uzun telkinlerimizden sonra değerli dostumuz Uğur Tatlısumak patronaj meselesini "Bilgi(n)lerin Tutsaklığı" ismiyle kitaplaştırdı.
Sosyal bilimlerle uğraşan her entelektüelin büyük bir dikkatle okuyacağını düşündüğümüz eser akılda soru işaretine yer vermeyecek biçimde cevaplar sunuyor okura.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish