Sadece bir rüya gibi. Bütün mahalleyi gezdim. Bir tanıdık, bir komşu bulamadım. Bir daha iskambil oynayamayacağız, kahve içemeyeceğiz. Yani bilemiyorum, nasıl olacak?"
Kendi aralarında böyle konuşuyordu üç kadın, harap hale gelmiş Antakya'nın Odabaşı Mahallesi'nde. Sokakları yıkıntı içinde. Bunu zaten herkes görüyor. Pek de görülemeyen, fark edilmeyen ise yörenin insanların aslında ne ile baş başa kaldığı... Afet sonrası ilk aşama geride kaldı.
Coğrafyayı ölerek öğrenenlerin topraklarında, depremin hayatın akışına nasıl tesir ettiğini, ne gibi değişikliklere yol açtığını kavramaya çalışıyoruz.
Afet bölgesindeki hemen her gazeteci bölge halkı gibi "depremzede" hissiyatını yaşıyor, evet. Ama bir süreliğine...
Sabahtan akşama geçirilen koca bir gün, ya bölgeye yakın bir kentin konforlu otel odasında ya çoğu insanın erişemediği görece rahat bir konteyner içinde son buluyor. Zaten sonrası belli. Depremzedeler olduğu yerde kalacak, gazeteciler başka haberlerin peşinden başka yerlerde koşuşturacak...
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
6 Şubat depremlerinde 10 kent içinde en çok binanın altüst olduğu, yıkıldığı, topal kaldığı yerin adı Antakya.
Medeniyetler şehrinde medeniyetin esamesi okunmuyor. Risk yönetimi kavramı hazırlık, müdahale, iyileştirme ve risk azaltmayı içeriyor normal şartlar altında.
Türkiye'de ise oy, yıkım, yara sarma ve rantla buluyor karşılığını çoğu kez. Etrafa bakınca bunu fark etmek çok güç olmuyor.
Depremin 1. ayı geride kaldı. Müdahale kısmı sona erdi. Şimdi "gözünü açma" sürecinin kapısı aralanıyor: "Hayal kırıklığı, kurtulmanın suçluluğu, öfke, kaygı, anlaşmazlıklar, bürokrasi, yalnızlık, güçsüzlük" Uluslararası Afet Sağlığı Hizmetleri Grubu, dünya genelinde sürecin genellikle böyle seyrettiğini söylüyor.
İlk günün sıcaklığı yok belki ama şu sıralar başka bir hayatın başlangıcına tanıklık ediyor insanlar. Biz de onlara eşlik etmeye çalışıyoruz.
Kıyamet sonrası filmi misali
Tam bir OHAL havası var Antakya'nın sokaklarında, caddelerinde. Halktan ziyade üniformalılar baskın geliyor, her yer asker ve polis... Kenti terk edemeyenlerden bazıları bir utanç yaşarmışcasına mahcup, tedirgin ve sessiz adımlarla yürüyor. Kimileri ise olup bitene çoktan alışmış ve öfkeli. Sanki bir post-apocalyptic filmin sahnesindeyiz... Ama gözlerimizin tanıklık ettiği her şey saf gerçeklik içeriyor.
Odabaşı Mahallesi'ne giriyoruz, hemen gözümüzün önünde kesik bir inek başı... Üstünde sinekler uçuşuyor. Kesif bir koku kaplamış bulunduğumuz alanı. Ara sokaktan çıkmak istiyoruz, merak ve endişe birbirine girmişken... Ama arabanın önünde yine bir enkaz yığını beliriyor; kiremitler, kopan bir duvarın parçası, kıyafetler, tahtalar, kırık bir saksının içinde henüz solmamış bir çiçek ve birkaç kitap...
Düz bir alana çıkıp yolumuza devam ettiğimizde hemen 100 metre ötede bir kadına rastlıyoruz, tam da insan suretini unuttuğumuz bir anda. Gidemeyenlerden ya da gidip de geri dönmek zorunda kalanlardan biri. "Sadece korku filmi... Boş! Yardım yok, sadece askerlerimiz var. Onlar da yağmalanan evler yağmalanmasın diye önlem alıyor. Ne yazık ki, hiçbir şeyimiz yok." diyor. Aracı park edip yanına geleceğimizi söylüyoruz.
Adı, Gülten Horoz. Üç çocuk annesi, köşedeki beyaz kamyonetin içinde oturuyor eşi. Binaları hala ayakta, az ya da orta hasarlı. Onlar da tam bilmiyor. Yıkıntıların arasından canlı çıkmayı başarmışlar. İlk üç günün ardından oteller afetzedelere kapılarını açınca, Marmaris'e gitmişler. Vakitleri kısıtlı. Çünkü kimse onlara sonsuza dek bakmayacak, barınacak alan tahsis etmeyecek. Bunun bilincindeler. Çocuklarını otelde bırakıp geri dönmüşler mahallelerine. Akşam olunca Yaylıca köyüne gidiyorlar, bir çadırda 10-15 kişi kaldıklarını söylüyorlar. "Burada ne yapıyorsunuz?" diye soruyoruz.
Evlerindeki eşyaları, geriye kalanları kurtarabilmek için gelmişler. Ellerini gösteriyor Gülten Horoz. Neden bakımsız olduğunu izah etmek istiyor. Konuşurken hem gülüyor hem ağlamaklı... Tüm duyguları birbirine karışmış, çaresizliğin esiri olmak istemese bile tablo apaçık ortada:
Biz iki gün boyunca yağmurda, çamurda ateşi yakmaya çalışırken şöyle ellerimi göstereyim. Ömrüm boyunca ellerimi, tırnaklarımı bu şekilde görmedim. Tarif edilemez bir şey yani... Bakın o kadar azaldı ki; kelime haznem. Kelimeleri bile dizemiyoruz artık. Yani ne anlatılabilir? Bu durumda ne söylenebilir? Eşim... Gülmekte oluyor bazen ama gördüğünüz gibi... Garibanlar gibi oturmuş, evimizi izliyoruz, mahallemizi izliyoruz. Belki bir komşu çıkar, belki bir umut görürüz. Ama ne yazık ki, sadece fotoğraflar kalmış ellerimizde başka hiçbir şeyimiz yok."
Kente, eve, elde kalan her şeye elveda
Eşi Tahsin Horoz, güç bela duruyor ayakta. Kaynak ustası. Sadece evi değil iş yeri de ellerinin arasından kayıp gitmiş.
Sinirleri altüst olmuş. Şehrini ne kadar sevdiğini anlatırken gözleri yaşlı, eşlik etmemek için zor tutuyoruz kendimizi:
Hatay bitti yani. Burası Türkiye'nin en güzel şehirlerinden birisi... En güzel... Ama bitti. Dayanışma, kültür, medeniyet, her türlü dinden insan... En güzel şehrimiz Hatay... O da gitti...
Peki evleriyle vedalaşmaya mı geldiler? "Evet" diyorlar. Nasıl yapacaklar? Vinç asansör mü kullanacaklar? Pahalı değil mi? Birikimleri var mı, parayı nasıl bulacaklar? Sorular peşi sıra düşüyor aklımıza. Onlar da bilmiyor, sadece deniyorlar.
"Bir demir merdivenimiz var. Onunla bir şekilde tırmanmaya çalışacağız. Onun hesabını yapıyoruz" diyor Gülten Horoz, devam ediyor:
Birkaç yardımcımız gelecek. Askerlerimiz var burada. Bir komutanımız yardımcı oldu. "Siz hazırlarsanız ben asansör bulup indirtebilirim" dedi. Asansör istiyoruz, 20 bin liradan başlıyor, 15 binden başlıyor. Ve dün evet, bir kısmını indirdim, 15 bine güç bela anlaştım. Ve istediklerimi de alamadım evden. Öyle olunca tekrar içeri geçiyoruz. Elimizde birkaç kuruş varken onları da eşyaları kurtarmak için döktük."
İncitmeden para yardımı yapandan, çorbaya 100 lira isteyene...
İnsanlığın yükseldiği ve fazlasıyla alçaldığı bir dönemden geçiyor Hatay ve diğer tüm etkilenen kentler. Yıkımın bile kutuplara ayırdığı bir zaman dilimi... Benzin istasyonunda cebinden para çıkarıp incitmeden kendilerine yardım etmek isteyen insanları da görmüşler, krizi fırsat belleyip bir kase çorbayı 100 liraya satan "dinlenme" tesisini de.
Konuştuklarımız depremin ilk 48 saati yardım gelmediğini söylüyor. "An itibarıyla en büyük sıkıntı ne, gıdaya ihtiyaç var mı?" diye soruyoruz. "Şu an ekmek yok" diyorlar. Gıdaya artık ihtiyaç yok deniyordu. Tek sorun barınma, o da çözülüyordu. Yoksa öyle değil mi? "Süreklilik yok" diyorlar. Anlatırken her seferinde yoruluyorlar. "Daha fazla konuşmayacağız, geldiğiniz için sağ olun" diyorlar. Ama kendilerini konuşmaktan alıkoyamıyorlar. O kadar sıkıntıyı içinde tutmak kolay olmasa gerek:
Yumurtayı, Mersin'den buraya taşıdık. Kendi paramızla gittik, getirdik. Ekmeğimizi oradan taşıyıp getirdik buraya. Yok... İhtiyaçlarımızı oradan getiriyoruz. İlk başta gıda verdiler, 1 hafta, sonra kesildi... İlk başta gıda ve yemek üzerinden özel sektör olsun, devletimiz olsun -bilmiyorum devlet o kadar var mı bilmiyorum ama- yine de hepsinden Allah razı olsun. Ama bir haftadan sonra da devamsızlık ve nasıl diyeyim... Yani süreklilik olmadı.
"200 tane çadır gerekiyor. 40 tane geliyor. Burada da bir sıkıntı var, burada da bir eksiklik var" diyor Tahsin Horoz. Baldızı Leyla Horoz sesleniyor oturduğu köşeden. "Hatay terk edildi. Kızılay çekildi, AFAD çekildi. İletişim kurabileceğimiz hiçbir kimse kalmadı" diyor. Kız kardeşi Gülten Horoz, "Kurabilsek de zaten öteleniyoruz" diye destek çıkıyor ona. Yardım bekliyorlar. Süreklilik arzu ediyorlar. En mühimi muhatap arıyorlar. Konuşmak, dertlerini anlatmak istiyorlar. İsyan değil, çağrı... Bitmek tükenmek bilmeyen haklı bir çağrılar silsilesi aslında. Bu zamanda çağrı yapılmayacak da ne vakit yapılacak? 100 yıllık memleket Türkiye, 100 yıllık devlet var...
"Bütün sokaklar kokuyor! Yazıktır, günahtır"
Leyla Horoz'un yanında lise son sınıf öğrencisi genç kızı Damla. Evi hasarlı. Okulu kapalı. Üniversiteye hazırlanacakken öylece ortada kalmış.
Yıkıntıların üstünde oturuyorlar. Teyzesi karşısında aracın tekerine dayamış sırtını, araç sallanınca eniştesi Tahsin o an deprem olduğunu zannediyor. "Yok" diyorlar. "Şu an deprem olmuyor."
Leyla Horoz uzaklara dalıyor. Ne yapacağını, bu keşmekeşten nasıl çıkacaklarını düşünüyor kuvvetle muhtemel. Sonra "Bütün her yer kokuyor, bütün sokaklar kokuyor!" diyor. Bir marketi tarif ediyor, Antakya merkezde... Oraya gidip gitmediğimizi öğrenmek istiyor. "Hayır" diyoruz. "Gidin oraya, leş kokusundan geçilmiyor! Yazık, günah bu insanlara!" derken ağlıyor.
"Artık korku diye bir şey kalmadı"
Horoz ailesinin beklediği araç geliyor. Tahsin Horoz koşturuyor. Eşi arkasından "Tahsin ne yapıyorsun orada canım, ne yapıyorsun? Allah için yavrum… Hayır, o daha tehlikeli…" diye bağırıyor. Artçı olduğunda binanın yıkılma korkusu, vesaire?
İnanın hocam, çaresizlik size hiçbir şey düşündürtmüyor"
Evlerine girip eşyalarını almaya çabalayacaklar, o sırada bir artçının ya da bir başka büyük ölçekli depremin olmaması için dua ederek. Sokağın başına çıkıyoruz. Odabaşı Mahallesi'nde bir başka depremzede beliriyor. Adı Fidan Reyhan, yanında kızı ile babası. Gazeteci olduğumuzu söylüyoruz. Önce konuşmaya yanaşmıyor, tek bir soru sonrası ise uzun uzadıya anlatıyor.
Bu mahallede doğmuş, ha keza üç çocuğu da öyle. "Buradan gitmek, hepimize o kadar ağır geliyor ki... Burayı bu halde görmek, o kadar ağır geliyor ki..." diyor. Şu an babasının yanında, dağ evinde kalıyor. "Şanslıyız, o da olmasıydı ne yapacaktık ki?" diye soruyor. Peki ya onun ne işi var burada? Evi yıkılmadı mı? Yıkılmamış. Az hasarlı evden o da Horoz ailesi gibi kurtarabildiği ne varsa almaya gelmiş. "Ama mahalleye girmemi yasakladılar" diyor. Elbette ortada başlı başına belgeli, evraklı bir yasak yok. Ama durduruyorlar işte, evine girmesine tehdit teşkil ettiği için müsaade etmiyorlar mahallede dolaşmasına...
- Annem depremden sonra bir daha gelemedi. Evinin eşyasını bile şu an zorla, ne imkanlarla biz çıkartıyoruz.
- Ne çıkartıyorsun?
- Ben yıkıkların arasına girip çıkartıyorum, annemin kıyafetlerini.
- Korkmuyor musun abla içeri girerken?
- Korkmuyorum. Artık korku diye bir şey kalmadı ki bizde...
Babası "Artık kafayı yedik, depresyondayız hepimiz" diye arka çıkıyor kızına.
Fidan Reyhan devam ediyor, anlattıkları çaresizliğin resmi gibi:
Bakın kaymakamlığa gittik, nüfus dairesine gittik, AFAD'a gittik, e-devlet'ten yardım istedik. AFAD'ı aradık defalarca ama hiçbirinden geri dönüş olmadı, hiçbirinden... Muhtarı arıyorsunuz, diyor ki "AFAD'ı ara", AFAD'ı arıyorsun "Şuraya git", onu arıyorsun "Oraya git"… E-devlet? E-devletin sistemi çökmüş, gidip bakabilirsin. Her gün 10 kişi girip bakıyoruz, sistem çökmüş."
Hiç mi yardım almadılar?
"Üç hafta oldu daha ortada bir şey yok" cevabını veriyor:
Şimdi diyorlar ki, "Eşya desteği, eşya yardımı", işte "Eşya çıkartmayın, binaya girmeyin". Peki, ben bir daha bu eşyaları alabilir miyim? Bana vereceği 10 bin lira bana eşya mı alır? Ne alır? Hiçbir şey almaz. 10 bin lirayla şehir dışına bile çıkamam ki ben. Az hasarlı olduğum için kira yardımım yok, nakliye yardımım yok. “10 bin lira yatacak” dedi her haneye. AFAD'a gittim, kaymakamlığa gittim. E, 'Yatacak' diyorlar. 3 hafta bitti, hiçbir şey yok. Benim başka şehre gidecek durumum da yok. Çocuklarımın ikisi, üçü, -üç çocuğum var- okula gidecek, okul da yok".
Peki ya diye başlayan tüm sorulardan sıkılıyoruz, yine de soruyoruz:
- Peki ya çadır?
- Çadır da yok. AFAD'a gittim ben. Ta Serinyol'a kadar. "Çadır yok bende" diyor.
Bulunduğumuz sokakta çok sayıda insanın hayatını yitirdiğini söylüyor depremzede Fidan Reyhan, sadece yan sokakta 5 kişinin öldüğünü, 2 gün boyunca bir kişinin bile gelmediğini anlatıyor. Sonra komşusu Tahsin Horoz yaklaşıyor. Güç bela bir cümle daha çıkıyor ağzından:
Türkiye'miz bir bütündür, çok iyi insanlarla dolu. Ancak insan bu acıyı yaşadığı zaman anlayabiliyor bunu. Ama öyle televizyonda görmekle olmuyor, olmuyor.
Sözü herkese.
© The Independentturkish