Helen O'Hara & Patrick Smith - The Independent
Efsanevi film eleştirmeni Roger Ebert 7. sanat için “tüm sanatlar içindeki en güçlü empati makinesi” demişti. Sinema, bizi neredeyse kendi vücudumuzdan çıkarıp başka bir insanın hayatına götürebildiği için tamamen farklı bir gerçekliği yaşamamızı sağlar.
Fakat sürekli yeni filmleri yapılan o ünlü karakterin de dediği gibi “büyük güç, büyük sorumluluk getirir” ve en iyi filmler de bu gücü, bize yardım etmek için kullananlardır. Bize kendi hayatımızdan kaçma, korku, macera ya da büyük bir aksiyonla katharsis yaşama ve bu sayede günlük problemlerimizin gözümüze daha küçük görünmesi imkanını sağlayabilir.
Filmler, hayatımızı insanlık ölçeğinde görmemizi sağlayarak endişelerimizde yalnız olmadığımızı ortaya koyar ve bizi bağlayan ortak duygularımızı anlamamıza yardımcı olur. Ya da yasak bir ilişki veya bir cinayetin olay örgüsünü gözlerimizin önüne sererek kendi yaşamımızdaki olasılıklarla zihnimizde oynayabilmemizi sağlar böylelikle gerçek yaşamda bu türden felaketlerle flört etmekten daha kolay kaçınabiliriz.
Sinema, artık 100 yaşını epeyce aştı ve yüksek kaliteli televizyon ve oyunların yarattığı rekabetten dolayı belki de hiçbir zaman 1930’lardaki altın çağında ulaştığı seyirci sayılarına ulaşamayacak. Fakat yine de yüzlerce kişi bir arada, karanlıkta kendini kaybederek film izlemenin hala bir benzeri yok ve işte size ayağınızı yerden kesecek 42 film.
Kutsal Hazine Avcıları (Raiders of the Lost Ark, 1981)
1930’ların seri maceralarının güncellenmiş ve yükseltilmiş bir sürümü olan bu filmle Steven Spielberg, yalnızca pastiş olarak kalabilecek bir eseri harika bir film haline getirmeyi başarıyor. Harrison Ford’un canlandırdığı gözüpek arkeolog, neredeyse tüm film boyunca boyunu aşan işlere kalkışan ama kaybedenlere has kusursuz cazibeye sahip bir karakter. Douglas Slocombe’un gelişigüzel gibi görünen ama çarpıcı sinematografisi ve John Williams’ın en iyi film müziklerinden biri bir araya gelince ortaya harika bir iş çıkmış. Bütün olay örgüsü değerlendirildiğinde Indiana Jones, en nihayetinde konu dışı kalsa da onun sürekli doğru olanı yapma çabası, ilginç bir şekilde hala ilham vermeyi başarıyor. HO
Güvercinin Kanatları (The Wings of the Dove, 1997)
Henry James, bu karanlık ve tüyler ürpertici istisna dışında, eserlerinin adapte edilmesinin zorluğuyla bilinen bir yazar. Helena Bonham Carter, hiçbir başrolünde bir yandan entrikalar çevirirken diğer yandan bir içine sıkıştığı koşulları aşamayan Kate Croy karakterinin üstüne çıkamadı. Onun performansına Linus Roache’nin yeteneği de eklenince film sıradan bir psikolojik gerilimin çok ötesine çıkıyor. Iain Softley, Venedik sekanslarını büyüleyici bir oyunbazlıkla yönetiyor ve finalde de kalbinizi paramparça ediyor. PS
Ruhların Kaçışı (Sprited Away, 2001)
Japon animasyon efsanesi Hayao Miyazaki’nin filmleri, parlak renkleri, yaratıcı karakterleri ve cesur (genellikle) kız çocuğu kahramanlarıyla çocukları büyüler. Fakat özellikle zirvelere ulaşan bu epik fantezide yetişkinler için de güçlü bir öz var. Küçük Chihiro’nun ailesini kurtarmak için ruhlarla dolu bir hamamda işe başlamasından itibaren, izleyiciler geleneksel Japon mitlerinden, II.Dünya Savaşı’na ve Miyazaki’nin Batı sineması tutkusuna kadar pek çok konuya derinden göndermeler taşıyan bir dünyayı keşfe çıkıyor. Ayrıca film görsel açıdan da eşsiz. HO
Endülüs Köpeği (Un Chien Andalou, 1928)
Luis Buñuel ve Salvador Dalí, izleyiciyi jiletle yarılan bir göz bebeğiyle karşı karşıya getiren 16 dakikalık bu kısa filmle sinemanın yüzünü değiştirdi. Filmin her türlü safradan arındırılmış anlatısı ve üst üste bindirilmiş görüntülerden oluşan rüya benzeri montajının sinir bozucu kuvveti hala güçlü bir elektriğe ve insanın aklını alan bir etkiye sahip. PS
Yenilmezler (Avengers, 2012)
Durun bir dinleyin; Yenilmezler ihtişamlı bir deneysel filmdir. Marvel, sinema tarihinde eşine rastlanmadık bir riski göze alarak, arka arkaya filmleri çevrilmekte olan dört popüler süper kahramanını masaya sürüp zar attı. Kazandığı için de dünyayı uzaylılardan kurtaran bu alışılmadık takımın arasındaki göz kamaştıran kimyanın kolay bir şey olduğuna bizi inandırdı. Ancak o günden bu yana Marvel’ı taklit etmeye çalışan herkesin başarısızlığı, bu milyar dolarlık kumarın ne kadar etkileyici bir şey olduğunu ve bu ölçekteki gişe canavarı filmlerde karakter odaklı öyküler anlatmanın nasıl da zor olduğunu gösteriyor. Ayrıca, bir de bonus; bu filmde Hulk var! HO
Cinnet (The Shining, 1980)
Stanley Kubrick’in bu klasik korku şöleni, finaldeki unutulmaz kovalama sahnesiyle hatırlanır fakat filme ününü kazandıran ve sinema sanatında etki yaratan asıl özelliği bu finale kadar adım adım yükselttiği gerilimdir. Jack Nicholson, romanını bitirmek için kış sezonunda dünyanın geri kalanından tecrit olan üstelik de perili bir otelin bekçiliğini ailesiyle birlikte üstlenmeyi kabul eden ama mevsim ilerledikçe aklını yitiren, tutunma çabasındaki gayretkeş bir yazarı, Shelley Duvall de onun giderek daha da çaresiz hale gelen eşini canlandırıyor. Zamana meydan okuyan bir hayalet hikayesi anlatırken aile içi şiddet sorununa da dokunan bu film, içinize nüfuz edecek ve oradan kolay kolay çıkmayacak. HO
Invasion of the Body Snatchers (1978)
Philip Kaufman’ın McCarthy döneminin uzaylı istilası furyasınından fırlayıp bunu, içine biraz Watergate sonrası paniği de katarak hınzırca 1970’lerin psikolojik saçmalıklar dünyasına tercüme ediveren yeniden çevrimi, yeniden çevrimleri aklayanlardan biri. Donald Sutherland’in canlandırdığı insan kılığına girmiş uzaylıların düşmanı, kederli ve somurtkan sağlık müfettişi güzel güzel homurdanırken histeri ustalıkla bacayı sarıyor. PS
Tennenbaum Ailesi (The Royal Tenenbaums, 2001)
Wes Anderson’ın titizlikle terbiye edilip, güzelce düzenlenen filmleri her izleyicinin damak tadına göre değildir ama bu kalibredeki bir oyuncu kadrosu ve her zamankinden daha samimi bir senaryoyla birleşince de büyülümeye muktedirdir. Dahilerle dolu bir ailenin gözden düşmüş babası rolünde Gene Hackman son bir kefaret ve af dileme girişiminde bulunuyor. Adeta “Hollywood’da kim kimdir rehberi” gibi bir oyuncu kadrosunun da katkısıyla öykü, tam da aile hayatının kendisi gibi tuhaf, komik ve duygulu bir hal alıyor. HO
Arabistanlı Lawrence (Lawrence of Arabia, 1962)
Steven Spielberg’in yeni bir film yapmaya başlamadan önce her defasında yeniden izlediği, David Lean’in TE Lawrence ve I. Dünya Savaşı hakkındaki bu epik filmi halen sinema tarihinde kilometre taşı olma özelliğini koruyor. Bu filmde dahice olan, çok büyük ölçekli savaşlarla (örneğin Akabe’ye yapılan saldırı) Lawrence’ın beynindeki savaşın psikolojik içgörülerini aynı bilançoda birleştirebilmesidir. Her ne kadar Arap karakterlerin beyazlar tarafından oynanması bugünün gözleri için itici olsa da cesur ve baş döndürücü sineması sayesinde bu film mutlaka izlenmeye değer. HO
Bisiklet Hırsızları (Ladri di biciclette, 1948)
Vittorio De Sica’nın bu yeni gerçekçi baş yapıtının yoksulluk açmazını kahredici tasviri hala tümüyle geçerli. Çaresizce iş arayan Antonio’ya (Lamberto Maggiorani) bir iş teklifi gelir fakat bu iş için bir bisiklet gereklidir ve bisikleti çalındığında Antonio’yla oğlu onu geri almak için sıradışı yollara başvurur. Profesyonel olmayan ve filmdeki karakterlere benzer hayatları olan oyuncularla çekilen bu film, tam bir sevgi ve empati çalışması. HO
Elveda Cariyem (Farewell My Concubine, 1993)
Çin tarihinin 50 yılını kapsayan bu destan, Pekin Operası’nın iki erkek opera yıldızının hayatını zorlu çocukluklarından II. Dünya Savaşı’nın can tehlikeleri arasındaki eğitimlerine, komünistlerin iktidarı ele alışından Kültür Devrimi’ne dek takip ediyor. Yönetmen Chen Keige, hem Ziaolou (Zhang Fengyi) ile Dieyi (Leslie Cheung) ve hem de Ziaolou ile eski bir hayat kadını olan eşi Juxian (Gong Li) arasındakileri çığır açan, acılı bir romansla anlatırken kendisinin Kültür Devrimi’nde geçen gençliğine dair anılarına da başvuruyor. HO
Brasil (1985)
Aslında ilk ismi 1984½ olarak düşünülen, Terry Gilliam’ın, Orwell’in eserinden etkilenerek yarattığı bu distopik komedi dünyası bir anda patlama noktasına geliyor: bürokrasiyle ilgili bir hata Jonathan Pryce’ın canlandırdığı şaşkın memur karakterini delilik ve kaosa sürükleyen olayları başlatıyor. Retro-fütüristik bir baskı toplumunun kabusu, çılgın bir maharet gösterimi ve bilim kurgu tarihinin en iyi yapım tasarımlarından biriyle tamamlanıyor. PS
Tokyo Hikayesi (Tokyo Story, 1953)
Sinema yazarı ve kuramcısı Pauline Kael, sinemanın en temel çekiciliğinin, aksiyon ve romantizmin “kiss kiss ban bang” (öp öp vur vur) yapısından kaynaklandığını düşünse de Yasujiro Ozu, bu sessiz aile dramasında sinemanın bundan çok daha fazlasını yapmaya ehil olduğunu gösteriyor. Bu, iki yaşlı ebeveynin yetişkin çocuklarını ziyaret etmesi ve yeni kuşağın bambaşka şeylerle meşgul olduğunu fark etmesinden ibaret çok basit bir hikaye. Ama aynı zamanda, zamanın geçip gidişi, yas, hayatın yeniye doğru sürekli akışı üzerine her izlediğinizde yüreğinizi acıtacak bir meditasyon. HO
Çifte Tazminat (Double Indemnity, 1944)
Eğer film noir türünden bir şey öğrendiysek bu da iki kişinin yaptığı cinayet anlaşmasının iki taraf için de asla iyi sonuçlanmayacağıdır. Bu tam da Fred MacMurray’in canlandırdığı kara sevdalı satıcının Barbara Stanwyck’in oynadığı femme fatale karakterine, sevmediği kocasından gelecek hayat sigortasını teklif ettiği bu hikâyeden alınacak ders. Karakterlerimizin planladığı entrika, şüphe ve paranoyayı perçinleyen bir yol açıyor. Stanwyck’in acımasız kararlılığı MacMurray’i kendini bile tanıyamayacak hale getirirken yönetmen Billy Wilder da izleyicinin üzerinde gerilimi artırıyor. HO
O Güzel Günler (Days of Heaven, 1978)
Terrence Malick’in ikinci -ve pek çok insan için de en iyi- filmi O Güzel Günler, Eski Ahit’te geçen kısa bir hikâyeden serbestçe esinlenilerek oluşturulmuş, 1916’da Teksas Panhandle bölgesinde geçen büyüleyici ve bir aşk üçgenini konu alır. Filmde, Richard Gere ve Brooke Adams, zengin ve ölmek üzere olan bir çiftçiyi (Sam Shepard) kandırmak için kardeş rolü yapan bir çifti canlandırır. Nestor Almendros’un “magic hour”da (gündoğumu ve günbatımındaki eşsiz ışık) çektiği görüntülerle bezeli hayret verici görüntü yönetmenliği hak edilmiş bir Oscar kazanırken Linda Manz, Gere’in küçük kızı rolünde açık sözlü ve kalplere dokunan bir anlatı ortaya koyar. PS
Yurttaş Kane (Citizen Kane, 1941)
Bir filme “tüm zamanların en iyi filmi” demenin kötü tarafı. bu sıfatı koymanın ardından o filmin bir ev ödevi gibi görülmeye başlanmasıdır. Sinema tarihinde çığır açan göz kamaştırıcı tekniklerini unutun, Orson Welles’in başyapıtının hala atan kocaman bir kalbi ve damarlarında da kan var. Dahası, filmin tasvir ettiği son derecede hırslı ve yerine göre demagojik kodaman ve başarısının tam ortasındaki sığlık her zamanki kadar geçerli ve Amerika’nın medya manipülasyonuna ne kadar uygun olduğu önermesi de hala inandırıcı. HO
Cennetin Çocukları (Les Enfants du Paradis, 1945)
Marcel Carné berrak ve duygusal epiğinde bir 19. yüzyıl tiyatro topluluğunda Nirvana’ya varmayı ve umutsuzluğu bir arada anlatıyor. Bu film Fransız sinemasının Altın Çağı’nın çiçek açmasını temsil etmekle kalmıyor ayrıca sinemanın üzerine inşa edildiği sahne sanatı geleneğine de zarif bir bakış atıyor. Görüp görebileceğiniz en duygusal soytarılar da cabası. PS
Arka Pencere (Rear Window, 1954)
Bu film, ister Alfred Hitchcock’un röntgenciliğe övgüsü ister sadece şimdiye kadar yapılmış en çok tırnak yediren gerilimlerden biri olarak görülsün her iki durumda da ‘Gerilimin Üstadı’nın iş başında olduğunu gösteren harika bir örnek. Filmde, James Stewart’ın canlandırdığı fotoğrafçı, ayağını kırıp eve kapanmak zorunda kaldıktan sonra komşularının hayatlarını takıntı haline getirir ve bir cinayet şüphesine kapılır. Yükseklik Korkusu’nda (Vertigo) da rastlayacağımız gibi, alışık olmadığımız ölçüde kırılgan kahramanımız bahsi artırır ve sadece kas gücüyle günü kurtaramayacağını anlarken, Hitchcock da gözü pek kız arkadaş Grace Kelly’yi aslanın ağzına sokarak gerilimi dayanılmaz bir noktaya taşır. HO
Bir Gecede Oldu (It Happened One Night, 1934)
Milyoner babasından kaçan bir varis (Claudette Colbert) ve yazacak bir haber arayan işsiz ve serüvenci bir gazeteci (Clark Gable) Greyhound’a giden bir otobüste bir araya gelir, birbirlerine temkinli yaklaşan ve hatta sinir olan ikilinin arasında bir aşk gelişecektir. Frank Capra’nın bu her zaman taze romantik komedisi, otostop çekmeleri gerektiğinde Colbert’ın eteğini sıyıması gibi klasikleşen sahneleri, bu tür filmlerin vazgeçilmesi haline gelecek aşk-nefret kimyası, Gable’ın sırnaşıklığı gibi öğleleriyle yıllarca taklit edilecektir. Bir Gecede Oldu, döneminin en çok izlenen filmi olmasının yanı sıra 5 önemli Oscar’ı aynı anda kazanan ilk film olma onurunu da taşır. PS
Hoop Dreams (1994)
Hoop Dreams, Şikago’lu genç siyahların “ya hep ya hiç” düsturuyla basketbol yıldızı olmak için verdikleri mücadeleyi, yetişme tarzlarını, umutlarını, karşılarına spor sayesinde çıkan fırsatları ele alıyor. Kent yoksulluğunun bu portreleri, hüsran ve zafer arasında gidip geliyor. Steve James’in getto gerçekleri epiği kendisinden sonraki tüm spor belgeselleri üzerinde etkili oldu. Akademi’nin belgesel bölümü, bu filmi aday göstermeyerek yaptığı yanlışı asla affettiremeyecek. PS
Garsoniyer (The Apartment, 1960)
Bir aşk hikâyesinin tümden acıklı olmadan nasıl da karanlık olabileceğini ispatlayan bu hararetli Billy Wilder ve I.A.L. Diamond senaryosu kendisinden sonra gelen kolaycı ve ağlak komedilerin karşısında onları yargılayan bir anıt gibi dikilir. Bütün kadro yıldızlardan oluştuğu ve özellikle Shirley MacLaine bu filmde kariyerinin en iyi performansını sergilediği halde hepsini bir kenara bırakıp Jack Lemmon’ın canlandırdığı mütevazi ofis çalışanını izlemek bile yeter. Her jesti ve bakışı öyle kusursuzdur ki tek kelime etmeden bütün sahneyi taşıyabilir. HO
Paris, Texas (1984)
Wim Wenders’ın Altın Palmiye kazanan bu dokunaklı hikâyesinin ismi hem gerçek bir yeri hem de buruk bir ruh halini ifade etmektedir. Kayıp Travis karakteri (Harry Dean Stanton), hırpalanmış bir halde dolanırken bulunur ve yıllar sonra Houston’daki bir striptiz kulübünde ekranın öbür tarafında bulduğu ve kendisini görmeyen eski eşine kendini affettirmek için uğraşmaya başlar. İkilinin başbaşa olduğu unutulmaz tek plan çekimiyle doruğa çıkan sineması ve Ry Cooder’ın ruhunuza işleyecek müzikleriyle bu film, affedilme çabasını konu alan göz kamaştırıcı bir eserdir. PS
New York Yanılsamaları (Synedoche, New York, 2008)
Acaba Philip Seymour Hoffman’ın ölümünden sonra arkasından yazılan yazıları kaçı bu filmdeki performansını onun tüm hayatının başyapıtı olarak nitelendirdi? Kibirli tiyatro yazarı Caden Cotard kendi hayatı üzerine bir oyun inşa etmektedir ancak oyun hayatı kadar uzun olmaya başlar böylelikle Charlie Kaufman bu izleği takip ederek yaratıcılık, kişinin kendilik değeri, aşk, ölüm, günlük ve yaşam boyu süren korkular üzerine bir dizi düşünceyi zincirlerinden boşaltır. Film, acımasız denecek kadar dürüst ve yıkıcı bir deneyim sunuyor. PS
Geceyarısından Önce (Before Midnight, 2013)
Céline (Julie Delpy) ve Jesse (Ethan Hawke), Richard Linklater’ın yönetmenliğini yaptığı, serinin önceki filmleri Gün Doğmadan (Before Sunrise, 1995) ve Gün Batımından Önce’den (2004) sonra hayatlarını birleştirip kurulu düzene geçmiştir ne var ki hayatlarındaki sorunlar -artık bunların tek nedeni bizzat kendileridir- giderek artmaktadır. Karakterlerini gayet ikna edici bir şekilde cinsiyetler savaşına sürükleyen film onları uzun bir ilişkinin olgunca tahlil edildiği ve aşk, taviz ve seçilen yollar hakkında son derece dürüst ve sade soruların sorulduğu bir yetişkin sohbetinde görüntüler. PS
Nefret (Le Mepris, 1963)
Belki diğer Jean-Luc Godard filmleri, daha sarsıcı, isyankâr ve deneysel olabilir. Fakat bu film, onun en çok süslenmiş ve hesaplanmış ve en duygusal filmi, sinemacılık üzerine hüzünlü bir fantezidir. Küstah Amerikan yapımcı Jack Palance, Odesa destanının serbest bir uyarlamasını filme çekerken Kapri Adası’nda filme mola verir. Bu sırada, senarist (Michel Piccoli) ile onun güzel ve bıkkın eşi (Brigitte Bardot) arasında uzlaşılar ve kavgalarla süren soluksuz ve acılı bir bale sürmektedir. PS
Kazablanka (Casablanca, 1942)
Birçok film, Kazablanka’nın kalitesinin ve mükemmelliğinin ağırlığı altında ezilmeye mahkumdur. II. Dünya Savaşı fonunda, iki eski aşık, dünyadaki her şey onları ayırmak için sözleşmiş olmasına rağmen bir araya gelir. Bogart’ın oynadığı Rick karakteri ince bir katman alaycılığın altında kocaman bir kalp saklar; onun aksine, Ingrid Bergman’ın ışık saçan Ilsa’sı bir buzdağını bile eritebilir. Çok kez alıntılanan repliklerle ve kusursuz filmi asla unutmayacağız ve “Paris hep bizim olacak.” HO
Sensiz Olamam (Meet Me in St. Louis, 1944)
Vincente Minnelli’nin Technicolor klasiği yüzeyde sadece tatlı ve hafif bir film: Judy Garland, the Trolley song (filmin Oscar alan şarkısı), bolca dans ve allı pullu giysiler. Bu filmi mükemmel Amerikan müzikallerinden biri yapan şeyse, dipten akan umutsuzluk hissi. Film, bazen acı bazen tatlı olabilen bir nostalji yolculuğu ve bu yolculukta öğrendiğimiz bir diğer şey de “Mutlu Yıllar” cümlesinin bazen hiç de mutlu hissettirmeyebileceği. PS
Aya Seyahat (A Trip to the Moon, 1902)
Fantastik film yapımınının belkemiğini oluşturan pek çok görsel ve özel efektin öncüsü olan Georges Méliès yüzyıl dönümünde bunların sınırlarını zorlayarak roketle aya yolculuk ve orada yaşayan garip canlılarla tanışmayı konu alan bir film yaptı. Zekice dokunuşları ve gerçek bir hikaye anlatımı hissi, bu filmin bir yüzyıl sonra bile hala eğlendirici olmasını sağlıyor ve efektler haliyle bugün ağızları açık bırakmasa da tasarım ve uygulamasının güzelliği hala etkiliyor. HO
Darağacımı Yükseğe Kur (Out of the Past, 1947)
Jacques Tourneur, eski ortaklarından -özellikle bebek yüzlü entrikacı belki de film noir türünün gördüğü en hakiki femme-fatale karakter olan Kathie’den (Jane Greer)- kaçamayan özel dedektifin (Robert Mitchum) hikayesini anlatırken bütün sahnelerin üzerinde sigara dumanından bir hale yaratıyor. Mitchum’un sonunu hazırlayan yalaka gangster rolünde Kirk Douglas’ı izlediğimiz bu film ölümcül bir başyapıt. PS
Cuma Kızı (His Girl Friday, 1940)
Howard Hawks’ın The Front Page adlı tiyatro eserini yeniden çekerek ortaya çıkardığı bu tuhaf film, hem yüksek risk hem de yüksek komedinin garip bir karışımından oluşur. Fakat bu karışım işe yarar çünkü taramalı tüfek gibi diyaloglar o kadar hızlıdır ki durup neler olduğunu sorgulayabilecek bir an bile bulamazsınız (filmde, orijinal Broadway oyununu da yazan muhteşem senarist Ben Hecht adı geçmeden çalışmıştır). Muhalif editör karakterini canlandıran Cary Grant ve yıldız gazeteciyi oynayan Rosalind Russell, yılın hikâyesini çıkarmak için beraber çalışır ve perdede yaşanan tüm ikili ilişkileri sorgulatacak bir performans sergiler. HO
The Conversation (1974)
Kim kime telekulaklık yapıyor? Esrarengiz bir şekilde Watergate’ten önce çıkan ve ürkütücü biçimde onun kehanetini veren bu film birilerini dinlemek ve kaydetmek üzere görevlendirilmiş fakat kendini ahlaki bir çıkmazda bulan takıntılı bir güvenlik uzmanını (kariyerindeki en iyi performansında Gene Hackman) ve 70’lerdeki paranoyayı benzersiz bir şekilde ele alıyor. Francis Ford Coppola, iki Baba filmi arasına bunu sıkıştırarak mükemmel bir seri çıkarmış. PS
Patlama (Blow Out, 1981)
John Travolta’nın Z tipi filmlerde çalışan ses teknisyeni karakteri, bir gece dışarıda kayıt yaparken kazara bir politik suikasti kaydeder. Brian De Palma, bu muhteşem komplo gerilim hikayesini vicdanınızı sorgulamanıza sebep olan bir derinlikle anlatırken, oyuncusunun ateşliliği ve yürek parçalayıcı duygusallığından da faydalanıyor ve dehasının zirvesine çıkıyor. Bu film, finalindeki hiç şakası olmayan ironik bedeliyle de 1980’lerin en heyecanlı gerilim filmleri arasında yer alıyor. PS
Tanrıkent (City of God, 2002)
Rio’nun favelalarındaki şiddeti tüm çıplaklığıyla anlatan bu filmin kalbinde derin bir çelişki var. Bir taraftan coşkuyla dans eden, oyun oynayan ve aşık olan üçkağıtçı çocuklar ve ergen gangsterler yaşama şehvetle sarılırken; diğer yandan da hayatlarının çok değersiz olduğunu düşünerek hiç tereddüt etmeden onu tehlikeye atabiliyorlar. Yönetmenler Fernando Meirelles ve Kátia Lund otantikliği sağlamak için oyuncu kadrosunu bölgede yaşayan yetenekli çocuklardan oluşturmuş ve hikâyelerini bizi hala şaşırtmaya devam eden Scorsese tarzı bir şiddetle süslemiş. HO
Hannah ve Kız Kardeşleri (Hannah and Her Sisters, 1986)
Hannah (Mia Farrow), Lee (Barbara Hershey) ve Holly’nin (Michael Cain’le birlikte bu filmle Oscar’a uzanan Dianne Wies) aşk hayatlarındaki değişen kaderleri, Woody Allen’ın yetişkinliğin tam orta noktasını yani bir yandan gençliğin vaatleri boşa harcanıp giden zamanla hayal kırıklığına dönüşürken bir yandan da hala yapılacak şeylerin olduğu bir zamanı anlatması için ideal bir yapı sunuyor. Allen’ın filmlerindeki kimisi karanlık kimisi fazla hafif ruh halleri arasında tam da ideal orta noktaya denk düşüyor. PS
Bebek Arizona Büyüyor (Raising Arizona, 1987)
Coen kardeşler, Kansız (Blood Simple) adlı ilk filmleriyle hâlihazırda korku dolu bir tarzları olduğunu düşündürmüştü. Fakat bu filmde zikzaklı bir rehin alma farsını hem şaklabanca komik hem de sevimli bir kılmak gibi olağanüstü zor bir işin hakkından gelerek göstererek bize komedide başarılı olacaklarını gösterdiler. Yeni doğan beşizlerden birini kaçırmak için harekete geçen imkansız çifti canlandıran Nicolas Cage ve Holly Hunter, kızılca kıyametin kopmasına sebep oluyor. PS
Saklı (Cache, 2005)
Bu film bir gerilim gibi gözükse ve öyle işlese de aslında Michael Haneke’nin sömürgecilik, suçluluk duygusu, paranoya, mahremiyet endişeleri gibi temalar arasındaki keşif gezisi bir alt metin olmakla kalmayıp gizem, gerilim ve korkunun önüne geçiyor. Parisli hali vakti yerinde aile kimin ve neden gönderdiğini bilmedikleri takip görüntülerinden oluşan kasetlerin gelmeye başlamasıyla huzursuz olmaya ve gerilmeye başlar. Kasetler aile babası Georges’u (Daniel Auteuil hiç bu kadar iyi olmamıştı) geçmişteki günahlarıyla yüzleşmeye zorladıkça bu iyiden iyiye işkence halini alır. Söz konusu olan bir türü ve izleyicinin o türe dair beklentisini altüst etmekse Saklı’nın dengi çok az film vardır. HO
Medusa Darbesi (The Bourne Supremacy, 2004)
Paul Greengrass’ın fenomen haline gelmiş zamanlama içgüdüsü, Matt Damon’ın gizemli minimalizm yeteneği ve Tony Gilroy’un tamamen vicdan üzerine kurulu senaryosu bu tartışmasız en iyi Bourne filmi. Serinin üçüncü filmi Son Ultimatom’un onu tekrar etmekten başka şansı yok. Mad Max: Fury Road’u saymazsak, içinde bulunduğumuz milenyumun en iyi ve güçlü aksiyon filmi. PS
General (The General, 1926)
Orson Welles, Buster Keaton’ın Amerikan İç Savaşı’nı konu alan bu sessiz komedi filminin şimdiye kadar yapılmış en iyi film olabileceğini iddia etmişti, biz kimiz ki Welles’le tartışalım? Keaton’ın canlandırdığı Johnny Gray, Amerikan İç Savaşı’nda. Güney’in demiryollarında önemli bir role sahip olan bir makinisttir fakat General ismindeki lokomotifiyle Kuzey’in bir ajanını alt etmek için hem fiziki sınırları ve hem de görevinin sınırlarını aşması gerekir. Bu riskli politik alt metni bir kenara bırakın ve Keaton’ın her zamanki tarzını harika biçimde şiirleştirerek fiziksel komedinin doruklarına çıkmasına odaklanın. Bu deneyimden sonra filmlerin sese gerçekten ihtiyaç duyup duymadığını sorgulayacaksınız. HO
Karabasan (The Babadook, 2014)
Babodook, sizi ziyaret etmeden önce kapınızı üç kere çalan kambur bir kitap canavarı ve ondan kurtulma şansınız yok. Dul kalmış anne Amelia (muhteşem Essie Davis), duygusal problemler yaşayan uyumsuz oğluna (Noah Wiseman) Babadook’un kitabını daha önce okuduğunu hatırlayamıyor. Jennifer Kent’in özenle işlenmiş Avustarlya yapımı bu klostrofobik korkusu, özgün bir tasarı şöleniyle pençelerini içinize atacak ve mutlaka yara izleri bırakacak. PS
Harry Sally ile Tanışınca (When Harry Met Sally, 1989)
Bir kadın ve bir erkeğin tamamen platonik olması mümkün müdür? İki nevrotik New Yorklunun arkadaş olduğu bu muhteşem ve zekice komedinin karakterlerinden biri olan Harry’ye göre mümkün. Seks ve ilişkiler üzerine jilet keskinliğinde gözlemleriyle (“Ben de onun yediğinden istiyorum”) adeta Woody Allen’ın ilk filmlerinin şarkısını söyleyen bu filmin yönetmenliği Rob Reiner’ın, harika senaryosu da Nora Ephon’ın imzasını taşıyor. Bu hala hem Billy Crystal hem de Meg Ryan’ın kariyerlerinin zirve noktası. PS
Ters Yüz (Inside Out, 2015)
Oyuncak Hikayesi (Toy Story) animasyon dünyasında devrim yaptı; Yukarı Bak (Up) ve VOL-İ de bu yüzyıldaki bütün filmler arasında en iyi açılış sahneleri yarışına dahil oldu fakat Pete Docter’ın neredeyse küstahca bir cesaretle yarattığı bu kafa tribi hepsini geçiyor. Küçük bir kız ülkenin bir köşesinden diğerine taşınan ailesi yüzünden adaptasyon problemleriyle boğuşurken zihnindeki duygular delişmen bir maceraya atılıyor. Burada göz kamaştırıcı olan birbirinden tamamen ayrı iki filmin tek bir bütün oluşturması. Çocuklar parlak renklerle yaratılmış ruhların macerasını izlerken, yetişkinler de bir insanın hisleri ve zihninin nasıl işlediğine derin bir psikolojik bir tasviri izleyebilir. Harika. HO
Çılgın Romantik (True Romance, 1993)
Tarantino’nun 80’lerin ortasında yazdığı senaryonun -aynı senaryo aynı zamanda Katil Doğanlar’ı (Natural Born Killers) da doğurdu- mezardan çıkarılmasıyla hayata geçen bu Tony Scott filmi, kanun dışı klasiği Kanlı Toprak’a (Badlands) borçlu olduğu tekrar eden basit melodisinin de yardımıyla, “tehlikedeki prenses” janrında edepsiz ve hiper-şiddetli dönüşüm yaratıyor. Firari aşıklar Christian Slater ve Patricia Arquette, Christopher Walken’ın tatlı mafyözünden kaçıyor. Bombastik, küstah - ve tamamen dahice. PS
*İçerik orijinal haline bağlı kalınarak çevrilmiştir. Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
https://www.independent.co.uk/arts-entertainment
Independent Türkçe için çeviren: Meriç Şenyüz, Nazlı Hilal Yalman
© The Independent