Prof. Dr. Sevil Atasoy: Sadece parmak izinizi değil, her tarafa DNA'nızı da bırakıyorsunuz

Prof. Dr. Sevil Atasoy, Independent Türkçe için Esra Öz'ün sorularını yanıtladı

Pandemi döneminde suç oranları arttı mı?   

Her yere parmak izimizi bırakmak, ileride başımızı ağrıtan bir sorun olur mu? 

Prof. Dr. Sevil Atasoy merak edilen soruları yanıtladı.
 


Son 10 yılda DNA analizleri konusunda olağanüstü bir gelişme yaşandı. Günümüzde DNA sayesinde, 30-40 yıl önce cinayet işleyenleri bile bulmak mümkün oldu. Berbere gidiyorsunuz saçınızı kestiriyorsunuz, orada DNA'nız var ya da lokantaya gidiyorsunuz, su içiyorsunuz bardakta DNA'nız var" diyen Atasoy, "Yani parmak izinin yanı sıra, biyolojik örnek bırakıyorsunuz" dedi.

Pandemi sürecinde suçların işleniş şekillerinin değiştiğini belirten Prof. Dr. Sevil Atasoy, suçu çalışan herkesin pandemi sırasında farklı suç tiplerinde neler olduğunu kendi ülkesinde incelediğini söyledi. 

Kadına yönelik şiddetin yani ev içindeki şiddetin artması şeklinde bir sonuç ortaya çıkar diye düşünüldüğünü kaydeden Atasoy, "Ama yani bu görülmedi. Bunu görülmeyişinin nedeni muhtemelen kadınların belki de güvenlik birimlerine erişmesindeki imkansızlıkların yani bir yerde ne karakola gidebileceğini de telefon edebileceği fark edilmeden birilerini arayacağı bir imkanı olmayışından ya da saldırganın yani meçhul kalamayacağı mutlaka yakalanacağını düşünmesini nedeniyle genelde gördüğümüz davranışı görmedik" şeklinde konuştu.
 

Prof. Dr. Sevil Atasoy
Prof. Dr. Sevil Atasoy

 

- Pandemi döneminde suç oranları arttı mı?   

Değişik biçimlerde önlemler alınmasına yol açtı. Her ne kadar eş zamanlı olmasa bile birçok ülke tam kısıtlamaya, zaman zaman da kısmi kısıtlamaya gitti. Akşamları evde kalınmasını sağladı. Hafta sonları evde kalınmasını, diğer günler çalışılmasını öngördüğü, yani her tarafta homojen bir evde kalış kısıtları yok. Farklı olarak var ama bu tabii ki her ülke için kriminoloji çalışanların; suç bilimi ile ilgilenenlerin çok ilgisini çeken bir olgu.

Çünkü tarihte böyle bir şeye rastlanmamış. Yani dünya genelini böylesine etkileyen bir parametre olmamış. En azından modern zamanlarda yok. O nedenle de suç üzerine çalışan herkes, gerçekten pandemi sırasında değişik suç tiplerinde neler olduğunu kendi ülkesinde inceledi. Biz de inceledik. 

Biz de birçok suç tipi için inceledik. Çünkü bu kriminolojinin "İnsan neden suç işler?" sorusuna cevap vermeye çalıştığı değişik teoriler var. Yani "insan neden suç işler"in cevabı tek değil. Bu nedenle ciddi bir parametrenin ortadan kalktığı; insanların sokağa çıkmasının kısıtlandığı bir durumda suçun ne gibi bir farklılıklar gösterdiği tabii ki herkesin çok ilgisini çekti.

Şimdi burada uyuşturucu suçlarından tutun da kadına yönelik şiddete varıncaya kadar siber suçlara ya da işte soygunculara, mağazadan hırsızlığa, araç hırsızlığına varıncaya kadar herkes bunun etkisini ölçmeye çalıştı.

Bir önceki yılın aynı zaman diliminde suç istatistikleriyle karşılaştırdı, çünkü tek yapabilecek şey o yani artıp eksildiğini anlayabilmek için bir önceki yıl aynı zaman dilimi. 


"Hafta sonları özellikle de pazar gecelerinin aile içi şiddet oranının çok yükseldiğini görürüz"

Doğal bir beklenti olarak kadına yönelik şiddetin yani ev içindeki şiddetin artması şeklinde bir sonuç ortaya çıkar diye düşünüldü. Ama yani bu görülmedi. Bunu görülmeyişinin nedeni muhtemelen kadınların belki de güvenlik birimlerine erişmesindeki imkansızlıkların yani bir yerde ne karakola gidebileceğini de telefon edebileceği fark edilmeden birilerini arayacağı bir imkanı olmayışından ya da saldırganın yani meçhul kalamayacağı mutlaka yakalanacağını düşünmesini nedeniyle genelde gördüğümüz davranışı görmedik.

Çünkü genelde hafta sonları özellikle de pazar gecelerinde aile içi şiddet oranının çok yükseldiğini her zaman için görürüz. Burada öyle bir şey olmadı. Yani hemen hemen eşit olarak bütün haftanın içerisine dağıldı ama eskisine göre daha fazla kadının öldürülmedi. 
 

 

"Antidepresanlar ve uyku ilaçlarında artış görüldü"

Uyuşturucu madde suçlarında, bunun trafiğinde ciddi bir artış gözledik. İnsanlar belki de evde kalmanın getirdiği stres ve psikolojik baskı yüzünden ya da işlerini kaybetmeleri yüzünden o dönemde, daha fazla maddeye yöneldiler. Bunların arasında sadece geleneksel olarak eroin, esrar, kokain gibi şeyler değil. Daha çok tabii ki antidepresanlar ve uyku ilaçlarında artış görüldü.

Bunların pandemi sırasında değişecek kuryelerle taşınması, bunun artmış olması veya insanların çok uzun saatler internet başında kalıp ve sadece görünen kısmı değil de bazılarının hatta dark web dediğimiz yani karanlık web'e ulaşabilme becerilerini de geliştirmeleri yüzünden uyuşturucu trafiğinde bir aktivite gördük. 

Uyuşturucu kaçakçılığının yollarında epey bir farklılık oldu. Uçakla nakliyeler sıfırlandı. Çünkü biliyorsunuz sınırlar kapandı ve uçak seferleri de yapılmadı. Ama başka nakliye yolları, özellikle de deniz yolları tabii daha çok kullanıldı.

Zaten bunun yansımalarını da bütün Avrupa'da, hatta Türkiye'de de gördük. Yani limanlara gelen Latin Amerika ve Güney Amerika kaynaklı uyuşturucunun da sevkiyatında bir artış gördük. Ama bu yani yavaş yavaş zaten yine eski düzeyine dönmeye başladı. 

Kısacası yani bütün dünya için aynı anda kapanma diye bir şeyden söz edemediğimizden, her tarafı göz önüne alan böyle şemsiye araştırmalar yok. Herkes kendi ülkesinde pandemi tarihlerini göz önüne alarak yapıldı.  

Sadece önlemler almak yetmez. Bunların uygulanmasında da daha sert uygulayan ülkeler oldu. Biraz daha gevşek yani köpeğini dolaştırmaya çıkabilirsin şeklinde biraz daha gevşek olanlar da var. Kapıları çiviliyenler de oldu.

Dolayısıyla Çin ile ilgili bilimsel araştırmaları Almanya'yla ya da Türkiye ile karşılaştırmanın mümkün olamadığını gördük. Zaten bu da bir trend kendiliğinden yavaş yavaş sönüyor.  


- Kitabınızda da söz ettiğiniz, sahte anılarla gerçek anıların ayrımı nasıl oluyor? Bu noktada nelere dikkat etmek gerekiyor? 

Haksız yere mahkumiyetlerine rastladık. Özellikle de çocukların tanıklığı yüzünden birçok insanın mağdur olduğuna tanık olduk. Yani mesela "Michelle Hatırlıyor" şeklindeki bir öyküde, küçük bir kasabada grup seks yaptıkları iddia edilen çocuklara sarkıntılık ettikleri iddia edilen, biri kadın 4 kişinin ve üstelik aralarından birinin 20 yıl cezaevinde kaldıktan sonra pardon denmesiyle ilgili bir olaydır.

Üstelik milyon dolarlar tazminat da ödenmesiyle sonuçlandı. Yani sadece pardon demekle yetinmemiş bir hayli de bir para tazminatı da devlet ödemek zorunda kaldı.

 Aslında burada sorun polis de değildi, savcı da değildi, yargıç da değildi. Yani adalet sistemiyle ilgili bir problem orada yok. Orada olan bir kitap meselesi var ve bir sosyal çalışmacının dile getirdiği bir eğitim hizmet içi eğitim seminerinden başlayan ve insanları da çocuk istismarı konusunda bir anlamda ürküten, korkutan ya da bunların olabileceğini söyleyen bir seminerler dizisi ile başlayan bir felaket bu.  

"Michelle Hatırlıyor" kitabı yüzünden dalga dalga insanlar var. Çocuklarını gönderdikleri yuvalarda ve daha sonra okullarda ve sadece Amerika'da değil, daha sonra Kıta Avrupa'sında da çocukların istismara uğradığına inanmaya başladılar. Hakikaten hiç beklenmedik sonuçlar meydana getirdi.

Bu, aynı zamanda yaşamadıklarını anlatan çocuklar da var. Onu izleyen bir başka öykü daha var o kitapta, yani bir şekilde çocukların ikna edilmesi eğer doğru bir biçimde çocuklarla görüşme tekniği konusunda uzmanlaşmış bir kişi yoksa çocuğun karşısında hakikaten çok yanlış sonuçlara varılabilir. Çünkü çocuklar daha önce belli bir noktaya getirilmiş olabilir. 

Aile ve ailenin avukatı tarafından hatta ailenin tutmuş olduğu psikolog tarafından bile yani aileler çocuklarına belirli bir olayı sanki olmuş gibi bu ikna edip, buna inanmalarını sağlayabilir. Bu çok tehlikeli bir şey. Bu büyüklerde de yapılan bir şey yani ileri yaşta da bunu yapmak mümkün. 

Profesyonel biri bir erişkin ile görüştüğü zaman, daha önce çocukluğunda mesela hiç suda bozulmamıştır yani öyle bir olay yoktur. Ama "Sen 2 yaşındayken şu plaja gitmiştiniz, sen boğulmak üzereyken, deden seni kurtarmıştı" gibi başlayan ve aslında hiç olmayan bir şeyi de o insan gerçekten bir noktadan sonra kendisi de inanmaya başlıyor.

Yani bu tabii çok tehlikeli bir şey. Biz buna olmayan anıların yerleştirilmesi diyoruz. Tabi ki bu çok tehlikeli. Çünkü bunu denemiş olan kişiler var. 

Deneysel olarak da bunu yapmış olan ve gerçekten insanların olmayan şeylere inandırıldığı çalışmalar var. O yıllarda etik kurullar filan olmadığı için bunu tabii çok rahat yapmışlar. Ama bunun geri dönüşü acaba başarılı oldu mu?

Yani insanlara, "Yok aslında böyle bir şey yoktu. Biz sana böyle bir telkinde bulunduk" diye. Acaba daha sonra bunları geriye çevirmek mümkün oldu mu, bilmiyorum. 

Meseleye bir adli bilimci olarak baktığımda ne kadar tehlikeli işler olduğunu ve zaten bizim yaklaşımımız söylenene inanmamak. Yani biz duyduğumuza ve gördüğümüze dahi inanmayız. Yani kanıt diye bir şeyin peşindeyiz.

Bütün bunlar insan beyninin gerçekten ne kadar kırılgan bir organ olduğunu. Aslında bir teyp gibi de her şeyi de kaybetmediğini, bazı arada boşlukların olduğunu, o boşlukları da kendisinin ya da bir başkasının doldurabileceğinize maalesef bize gösteriyor. Onun için yani ne söyleneni ne de kendi gözünüzle gördüğünüze inanmayın deyişimizin sebebi de budur. 
 


- Çocuklarla ilgili durumlarda özellikle uzmanın çok önemli olduğuna değiniyor musunuz ve veri toplarken nelere dikkat edilmesi gerekiyor? 

Çocuklarla görüşme teknikleri ayrı bir uzmanlık alanıdır. Herkesin bunu öğrenmesi tabii ki beklenemez. Ama çocukla görüşecek olan kişilerin mutlaka bu konuda eğitim almış olması gerekir. Hele ki cinsel istismar olguların iddiasının olduğu durumlarda. Farklı ülkelerin farklı stratejileri var. 

Çok seneler önce Almanya Berlin'de ve Amerika Los Angeles'ta polislerin görüşme tekniklerini incelemiş olan bir öğrencim vardı. Şimdi artık Prof. Dr. Neylan Ziyalar'dan bahsediyorum. Bu ikisi birbirinden tamamen farklıdır.

Yani çocuklarla görüşenlerin, mesela istismar konusunda görüşmelerin Amerikalılar, "Sana ne yaptı?" diye resim çizdiriyor.  Almanlar ise, bunu kabul etmeyip,  Amerikalılar bir bebek koyup, bebeği tarif edeceği sana ne yaptı diyerek gösteriyor.

Yani tamamen farklı ekoller var. Muhakkak ki yıllar içerisinde Türkiye'de de hangisinin daha doğru olduğuna, Neylan Hoca ve de onun ekolünden yetişenler bir yere varmışlardır.


"Çocuğun iç çamaşırını, babanın iç çamaşırıyla birlikte çamaşır makinesinde yıkamayın"

Tabii bu konu benim dediğim gibi konum değil ama ben şunu söylemek isterim. 

Bir çocuğun iç çamaşırını, babanın iç çamaşırıyla birlikte çamaşır makinesinde yıkadığınız zaman ve babanın iç çamaşırı üzerinde semen varsa ki, mümkün. Çocuğun iç çamaşırına bunun geçtiğini dahi kanıtlıyoruz.

Yani tamamen ilgisiz baba ve çocuk çamaşırları çamaşır makinesine konduğunda birinden birine semen transferi oluyor. Yıkadıktan sonra bile bulunabiliyor. DNA transferinin ne kadar tehlikeli olduğunu da gösteren bir örnek bu. Bununla ilgili yaptığımız tezler var. Kirli çamaşır torbasında bunların çamaşırlarını bir arada tutmak, orada çok daha kolay bir yerden bir yere transfer.

Ama bırakın bu direkt transferi annenin iç çamaşırı ki, bir gün önce babayla beraber olmuş olan diyelim ki bir kadın. Annenin iç çamaşırını çocuğunkiyle birlikte tuttuğunuz zaman, ister yıkayın, ister yıkamayın. Bu sefer annenin iç çamaşırından transfer oluyor. Ne kadar dikkat etmek gerektiğini gösteriyoruz.

Yani çocuğun anlatımlarını bir de delillendirmeye kalktığınız zaman, kadın aniden kocayı çocuk istismarıyla suçlarsa ve çocuğun bir çamaşırını getirirse ve üzerinde semen bulunursa. Babaya ait semen lekesi bulunursa, inanın daha önce kontaminasyon olmuş olabilir.

Yani kadın kendisinden semen çocuğun çamaşırına da nakletmiş olabilir. Bunlar çok tehlikeli şeyler yani teknolojinin gelişmesiyle ve hassasiyetin de artmasıyla birlikte bir tek saç telinden, bir tek tükürük damlasından DNA elde edilebileceğini bildiğimiz bu dünyada, birdenbire böylesine kötücül insanların diyelim ki masum erkekleri istismarla suçlamaları, hatta bunu bir eşya ile bile kanıtlamaları mümkün. 


"Çok üst düzeyde eğitilmiş ve raporları da çok iyi yorumlamasını bilen uzmanlara gerekiyor"

Dolayısıyla yargı sistemine çok büyük iş düşüyor. Soruşturmayı yürütenlere çok büyük iş düşüyor. Bu eşyaların geçmişini, araştırmaları lazım. Yani "Bu neredeymiş ne zaman giyilmiş, ne zamandan beri oradaymış" soruları yanıtlanmalı. Zor teknolojilerinin desteği her zaman yok. Bir de böyle haksız mahkumiyetlere de teknolojiyle de bile neden olabilirsiniz.  

Son 10 yılda DNA analizleri konusunda olağanüstü bir gelişme yaşandı. Bugün DNA sayesinde kişilerin 30-40 yıl önce cinayet işleyenleri bile bulmak mümkün oldu artık. Yani böyle bir genetik soy ağacı dediğimiz başka bir teknoloji sayesinde akıl almayacak bir gelişme var.

Çok üst düzeyde eğitilmiş ve de raporları da çok iyi yorumlamasını bilen insanların gerektiğinin altını çizmek lazım. Bu böyle inek soktum, sucuk çıktı gibi basitlikte hadiseler değil. 
 

Sevil Atasoy (2).jpeg
Prof. Dr. Sevil Atasoy

 

- Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte biz her yere parmak izimizi bırakıyoruz. Her yere parmak izimizi bırakmak, ileride başımızı ağrıtan bir sorun olur mu? 

Sadece o değil, her tarafa DNA'nızı da bırakıyorsunuz. Berbere gidiyorsunuz saçınızı kestiriyorsunuz, orada DNA'nız var ya da lokantaya gidiyorsunuz, su içiyorsunuz bardakta DNA'nız var. Yani parmak izinin yanı sıra biyolojik örnek bırakıyorsunuz. 

Bir suç işlemediyseniz niye korkuyorsunuz? Yani olsun her tarafta parmak iziniz olsun. Bütün popülasyonu dünya nüfusunun da DNA'sı bir yerde bankalanmış olsun. Böylece suçluya daha çabuk erişebilir, güzelde hata yapmak mümkün.

Gerek parmak izi karşılaştırmasında gerekse DNA bile karşılaştırmasında hata yapılabilir. Dolayısıyla bütün bunlar çok kontrollü, denetimli, güvenilir koşullarda olmalı ki, maalesef bunu sağlamak mümkün olamayacak.

Dolayısıyla yine ve hâlâ haksız mahkumiyetler olacak. Masum insanların bir parmak iziyle ya da bir DNA analizi ile cezaevine girdiğini tabii ki göreceğiz.

O nedenle de çok iyi avukatlara ihtiyaç var. Yani bir yerde bir hata yapıldıysa onu bulabilecek olan avukatlar ve tabii ki onların işbirliği yapmış olduğu uzmanlar, yani herkes bilemez neler olup bittiğini ama mutlaka bir bilenden görüş almak gerek.


- Yeni kitabınız ne zaman çıkacak?

Yeni kitap bitmek üzere. Sonbahardaki fuarlara yetişecektir. 

Her zamanki gibi, gerçek suç öyküleri yazılıyor ama bu sefer biraz daha fazla Dünya'nın değişik yerlerinden ve kendimin de içinde bulunduğu soruşturmalardan örnekler var. Yani farklı ülkelerde tanıklığım bazen içinde çalıştığımda soruşturmalar var. Yani hiç beklenmedik yerlerde, beklenmedik cinayetler tabii işlenebiliyor.

Bu tip gerçek suç öykülerinin okurları ve aynı zamanda bunların dizilerini izleyenler genellikle kadınlardır. Aynı şekilde hem o yaptığımız ve hâlâ her gece gösterilen kanıtın izleyicisi kadınlardır. Şimdi herhalde, yani üçüncü kuşak kadın seyrediyor. 

Sadece belli bir kesimin insanları değil bütün Anadolu'nun kadınları okuyor. O da tabii ki insanı çok mutlu ediyor. Çünkü kadınlar bütün dünyada polisiye okur ve polisiye izler. Erkeklerden farklı olarak, erkekler savaş ve casusluk kitapları,  dizileri ve filmlerine daha çok meraklıdır. 

Bu tabii araştırma konusu, niçin kadınların polisiye izlediğine dair? Yapılan çalışmalar var. Bu konuda Türkiye için yapmadık ama ben kendi gözlemimi tabii ki paylaşmak isterim.

Her sosyoekonomik düzeyden her kültürel pencereden bakıldığı zaman kadınlar bunu izlediklerinde ki görüyorum okurların arasında, imza günlerinde görüyorum. 

Bence iki nedeni var. Bunlardan bir tanesi mağdurlar genellikle kadın yani hemen hemen bütün polisiyelerde öldürülenler kadındır. Bu kadınların nerede hata yapıp da bu tuzağa düştüklerini ve hayatlarından olduklarını tabii ki görüyorlar.

Yani sebebin nerede olduğunu görüyor ve belki de o hatayı yapmamak için bunları okuyor. Yani neydi sorun diyerek veya onu görüyor ve diyor ki ben o hatayı yapmıyorum zaten.

Yani ben, "Kim o?" demeden ya da gözden bakmadan kapıyı açmam, "Ben tanımadığım birinin arabasına da binmem", "Bir yere gidip de önümde açılmayan bir şişeden bir şey de içmem" yani çünkü hep onu söylüyoruz. Yani önünüzde açılan bir şey için, içine bir şey atmış olabilirler.

Yani temelde iki nedeni var: Bir tanesi o hatayı yapmayayım. İkincisi ben zaten o hatayı yapmam. 


"Kadınların zarar göreceği insanlar genellikle tanıdıkları insanlardır"

"Ben zaten gece vakti sokağa çıkmam" diyor ve de böyle de içini rahatlatıyor. Ama maalesef herkesin başına gelir. Yani herkesin başına her şey gelebilir.

Üstelik şunu bilmek lazım ki, her ne kadar suçlu olan erkekler ise de genellikle mağdur ve aslında genellikle erkektir. Yani erkekler erkekleri öldürürler. Çoğunlukla bakarsanız eğer, yani erkekler illaki kadınları öldürecek diye bir şey yok. Onların öldürdüklerinin arasında çoğu zaten yine erkektir. Yani erkeğin erkeğe gösterdiği şiddeti görürüz.

Dolayısıyla kadınların kendilerini her köşe başında bana biri tecavüz edecek ya da beni birisi kaçıracak gibi bir paniğe kapılıp, daha doğrusu bir hezeyana kapılıp da yani böyle bir korkular içinde olmasına da aslında hiç gerek yok. Üstelik kadınların zarar göreceği insanlar genellikle tanıdıkları insanlardır.

Yani aileden birinden çok zarar görürler kadınlar, babalarından, kocalarından, sevgililerinden, eski eşten, yani istatistiksel olarak bakarsanız eğer bir yabancının bir kadına zarar vermesi istisnadır. Ama bu tabii ki en çok bu basında yer alırdı. Haberlerde yer alır yani romanlarda bu daha çok işlenir.

O nedenle de böyle bir algı oluşturmuştur. Yoksa zarar temelde en yakından gelen zarardır. Onun için çok fazla tabii ki korkmaya da gerek yoktur.

Ama yine de tanımadığınız birinin arabasına gece vakti, otostop yapıp binmeyin ya da minibüste sadece siz kaldıysanız, oradan inin demek gibi bir önlem alınması taraftarıyım.

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU