TV5 Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Yılmaz'ın Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu ile yaptığı nehir söyleşi "Son Tanık" ismiyle kitaplaştı.
Karamollaoğlu'ndan, çocukluğundan bu yana bütün hayatını dinleyen gazeteci Yılmaz, kitabı "69 kuşağına" ithaf etti. 1969, Milli Görüş hareketinin fiilen siyaset sahnesine çıktığı yıl.
Independent Türkçe'ye kitabı anlatan Yılmaz, "Temel Karamollaoğlu sadece Milli Görüş hareketinin değil Türkiye siyasetinin önemli isimlerinden birisi. Türkiye'de son 50 yılda yaşanan kritik olayların, dönüşümlerin tanıklarından. 80 darbesinden 28 Şubat'a, Sivas Hadisesinden Refah Partili yıllara anlattığı hatıralar ve anekdotlar yakın tarihe ışık tutacak nitelikte. O yüzden bu kitap bir siyasetçinin hayatından öte bir coğrafyanın hikayesidir. Yazılmasa bir dönem hep eksik kalırdı" dedi.
Milli Gazete Ankara Kitap Kulübü tarafından yayınlanan kitabın ön hazırlık aşamasının bir yıl sürdüğünü kaydeden Yılmaz, bir yıl da kayıt alma ve düzenleme sürecinden geçtiğini belirterek, "Bu eserin yakın tarihi anlamak için gelecek nesiller adına önemli bir kaynak olacağını düşünüyorum" ifadelerini kullandı.
Kitabı okurken, eserin birkaç alternatif isminin olduğunu anlıyoruz.
Manchester'da tekstil eğitimi gören ve orada sivil toplum faaliyetleri yürüten Karamolloğlu'nun öğrencilik günleri bir hayli ilgi çekici.
Bu nedenle kitabın düşünülen isimlerinden biri "Manchesterli Mücahit"ti.
Çocukken memleketi Gürün'de en çok duyduğu kelimelerden biri "Mancaster" ipi idi. İpi biliyordu lakin "Mancaster" kelimesine bir türlü anlam veremiyordu. Bu tabirin manasını büyüyüp Sümerbank Bursu ile Manchester Üniversitesi'ne tekstil okumaya gittiğinde anladı.
Gürün'ün el dokuması şalları dünyaca meşhurdu. Bu şalların ipi Manchester'den geliyordu. Nitekim Manchester City, onun hayatının en önemli dönüm noktalarından biri oldu. Orada okudu, orada evlendi, ilk çocuğu orada doğdu. Dünyanın dört bir yanından gelen Pakistanlı, Iraklı, Malezyalı, Endonezyalı, Mısırlı Müslümanlarla orada tanıştı. Her tanışıklık ona yeni bir ufuk, yeni bir anlam kattı. O yüzden bu kitabın adını "Manchesterli Mücahit" koymayı düşündük, sonra vazgeçtik.
Özal döneminde, Devlet Planlama Teşkilatı'nda namaz kılanlara "Takunyalılar" adını verdikleri de bu tabirle anılanlardan birinin de Karamollaoğlu olduğu anlaşılıyor.
Bu nedenle kitabın adı "Takunyalı Bilge" olarak da planlandı. Ama en sonunda "Son Tanık" isminde karar kılındı. Yılmaz kitabında şu ifadeleri kullanıyor:
"Bu kitapta sadece bir siyasetçinin hayatına değil aynı zamanda parlamento koltuklarından, cezaevi ranzalarına uzanan bir tarihe de tanık olacaksınız. Bu kitapta, sadece Millî Görüş Hareketi'nin serencamını değil, 12 Eylül'den 28 Şubat'a, Devrim otomobilinden Sivas olaylarına mazlum bir coğrafyanın mahzun hikayesini bulacaksınız."
….KİTAPTAN….
Babam biraz sert mizaçlıydı, disiplinliydi. Biz babamızın yanında konuşamazdık, o sormadan söze giremezdik. Unutmadan, çocukken oturduğumuz evlerin genelde camını kırarlardı. Babam sanırım sert mizaçlı olduğu kadar notu da biraz kıt öğretmenlerdendi. Zayıf not alan öğrenciler, geceleri gelip bizim evin camlarını kırarak öfkelerini giderirlerdi. Böyle çok camımız kırıldı bizim.
Annemle hatırlarım Erciyes'teki bulutların arasında kaldı
Annemi dört yaşındayken kaybetmişim. Annemizi kaybettiğimizde kız kardeşim Emel henüz bir yaşında bir bebekti. Emel; biz Kayseri Develi'de otururken doğmuş. Kayseri, Develi'de iken bizim evin penceresinden Erciyes görünürdü. Çocukken hep hayal ederdim, bir gün o dağa çıkacağım ve ucundaki bulutları elimle patlatacağım diye. Dört-beş yaşındaki bir çocuğun hayali tabii. Hatta ev sahibimizin bir kızı vardı, adı Havva idi. Ona "Bir gün o dağa çıkıp o bulutları patlatacağım." derdim, o da "Patlatamazsın!" derdi. Neyse, çok erken yaşta kaybettiğim için, annemle ilgili hatıralarımı bazen Erciyes'teki o bulutların arkasında kalmış gibi hissederim. Biraz sisli, biraz puslu...
Sülün Osman'ı polis olan dayısı yakaladı
Bütün zamanların en büyük dolandırıcısı olarak bilinen "Sülün Osman"ı ilk yakalayan kişi dayınız Şebip Karamollaoğlu imiş.
— Evet öyle bir şey var. Ben de onu sonradan öğrendim, bizzat dayımdan duymadım ama hatıralarında bahsediyor. Bursa'daki gazeteciler Şebip dayımla ilgili hatıralarını yazmışlar, orada geçiyor. Sülün Osman o dönem İstanbul'un en ünlü dolandırıcılarından, vatandaşa İstanbul'daki Galata Kulesini, Taksim Meydanı'nı satmakla meşhur. İstanbul'da sıkışınca Bursa'ya kaçıyor. İstanbul polisi de dosyasını Bursa'ya gönderiyor, oraya kaçmış olabilir diye. Dayım da Altıparmak'ta bir işkembecide çorba içerken yakalıyor.
Parasız yatılı imtihanını kazanınca okul müdürü babam mahcup oldu
İlkokul bitince parasız yatılı sınavına girdim. O zaman parasız yatılı imtihanını kazanmak önemliydi. Malatya Akçadağ'da orta birdeydim, sınava girenler içinde bir tek ben kazanınca babam nedense mahcup bir duruma düştü. Bizim okulun müdürüydü o zaman, sanırım "torpille kazandı" derlerse diye endişelendi.
Biz Kayseri Lisesi'nde okurken Amerikan Kolejiyle aramızda adı konmamış bir rekabet vardı. Nedense biz oraya giden çocukların hepsini Amerikalılar gibi görürdük, ana kuzusu olarak görürdük. "Onlar Amerikan çocuğu, biz Anadolu çocuğuyuz." Böyle bir rekabet vardı aramızda.
Lahor'da İngiliz albayı salondan çıkarttı
(DPT döneminde) Lahor'da Türkiye ile Pakistan arasında, demiryolu iş birliğini geliştirmek için heyetler arası bir görüşme vardı. Bizim heyette Devlet Demir Yolları Genel Müdürü, Genel Müdür yardımcıları, üst düzey yöneticiler var. Bizim heyetin o oturumdaki başkanı da benim. Biz masanın bir tarafına, Pakistan heyeti diğer tarafına oturdu. Ama baktım toplantıda bir adam, albay üniformalı birisi ama ne Pakistanlılara benziyor ne de Türklere. "Bu beyefendi kimdir?" diye sordum. Pakistan heyetinin sözcüsü dedi ki "O İngiliz asıllıdır, bizim bütün toplantılarımıza katılır, sinyalizasyon ve organizasyon eğitimlerimizden sorumludur." Çok şaşırdım tabii. Hakikaten böyle bir toplantıda hiç yeri ve alakası yok. Nazikçe dedim ki "Bu iki devlet arasındaki özel bir müzakere. O yüzden üçüncü bir devlete mensup birinin bu toplantıda bulunmasını doğru bulmuyorum. Beyefendi müsaade ederse kendisi çıktıktan sonra müzakerelere başlayabiliriz." Pakistan heyeti İngiliz albaydan daha çok şaşırdı bu tepkime. Yani o kadar normalleştirmişler ki bu durumu, benim tepkimi anlamakta zorlandılar.
IMF heyeti ne görüşmek istedi?
Ben Teşvik ve Uygulama Genel Müdürüyken ABD'den gelen IMF heyetinin benimle görüşmek istediğini söylediler. Ben de kendi kendime "Allah Allah!" dedim "IMF heyetinin benimle ne işi olur?" Şaşırdım doğrusu. Tabii o zaman bizde lisan bilen çok fazla kimse de yok. Sanırım onun da etkisi var benimle görüşmek istemelerinde. "Peki, gelsinler, dertleri neymiş anlayalım." dedim. Geldiler "Biz bu kalkınma hamlesini konuşmak ve bu hamlede sizi desteklemek istiyoruz ama hükûmetten kimseyi muhatap bulamıyoruz." diye anlattılar. IMF heyetini dinledim. Çay ikram edip gayet nazik bir şekilde prensip olarak böyle bir desteğe sıcak bakmadığımızı, bu kalkınmayı kendi kaynak ve imkânlarımızla gerçekleştirmek istediğimizi ifade ettim. Hakikaten bu bizim hükûmet politikamızdı o zaman. İlkesel olarak karşıydık IMF'ye. Çünkü IMF belki destek veriyor ama bir süre sonra sizin neyi, nasıl yapacağınıza kendisi karar veriyordu.
Özdemir Bayraktar'la dostluğu
Ben rahmetli Özdemir Bayraktar'ı ilk olarak Devlet Planlama'da çalışırken tanıdım. O da Topbaş ailesi ile çalışıyordu. Yanılmıyorsam Topbaş grubuna ait Bahariye Mensucat'ta makine mühendisiydi. Daha sonraki yıllarda Özdemir ile dostluğumuz gelişti. İstanbul'da bizim parti teşkilatlarında görev aldı. Parti çalışmaları sırasında çok daha yakından tanıdım kendisini. Ne zaman İstanbul'a gitsem mutlaka görüşürdük. Onların İstanbul Sarıyer'de deniz kıyısında bir evleri vardı. Özdemir orada balık tutar, balık ikram ederdi bize. O zaman çocukları Haluk, Selçuk, Ahmet daha çok küçüklerdi; bahçede koşuştururlardı. Kolay olmadı tabii. Askeriyeyi ikna etmek için terörün cirit attığı dağlarda üç ay yatıp kalktıklarını biliyorum. Bir gün Özdemir aradı "Görüşmemiz lazım." dedi ve Ankara'ya geldi. İlk İHA'ları üretmeye başlamışlardı. "Biz" dedi "bunları üretiyoruz ama hükümetle bir türlü irtibat kuramıyoruz. Ne yapabiliriz?" Erbakan Hoca hayattaydı, Ak Parti iktidara gelmiş ve Vecdi Gönül Millî Savunma Bakanı olmuştu. Vecdi Bey'i Sivas'tan tanıyordum, hemşehrimdi. Özdemir'e dedim ki "Ben Vecdi Bey'i arar, seni görüştürürüm ama çare olur mu, emin değilim. Bence asıl bu işe sahip çıkması için askeriyenin içinden birini bulmak lazım. En azından bir generalin bu işi sahiplenmesi lazım. Bu generalin rütbesi orgeneral olursa daha iyi olur, ordu komutanı olursa çok daha iyi olur. Genelkurmay başkanı olursa aliyyu'l âlâ olur." Vecdi Bey'i aradım, meseleyi anlattım. Bir süre sonra döndü, Savunma Sanayi Müsteşarıyla görüşmüş, ona havale etti. Askeriyeyle ilgili ilk temas öyle başladı.
Madımak hadisesi
Sivas Hadisesinin yaşandığı 1993 yılı, Türkiye Cumhuriyeti'nin en karanlık yıllarından biridir. Suikastların, bombalı saldırıların, faili meçhul cinayetlerin en yoğun olduğu yıldır. Uğur Mumcu suikastından Eşref Bitlis suikastına, Madımak'tan, Başbağlar'a Türkiye'nin kâbus yılıdır. Türkiye 1993 yılıyla hâlâ yüzleşememiştir. Hâlâ Sivas Hadiseleri başta olmak üzere, o yıl yaşananların üzerindeki sis perdesi kalkmamış, bu olayların ardındaki karanlık noktalar aydınlatılmamıştır. Polis istihbarat müdürü bir gün sonra bana geldi. "Biz, bu hadiselerden önce hiçbir istihbarat bilgisi almadık." dedi. Ona göre MİT'te de böyle bir istihbarat yokmuş. Bu da tuhaf bence çünkü Aziz Nesin'e olan tepkiden dolayı bazı bildiriler dağıtılıyor Sivas'ta. Yani, öncesinde bir tepki ortamı kendini belli ediyor aslında. Ama ne poliste ne de MİT'te böyle bir istihbarat yok. Garip yani. Şimdi bu istihbarat müdürü bana geldiğinde ilginç bir şey daha söyledi. Kendisi önce Emniyet Müdürü'ne ve Vali'ye gidiyor, diyor ki: "Efendim, burada bir hadise olacak olursa biz buna müdahale edemeyiz, buna gücümüz yok!" Neden? Divriği'de birtakım olaylar olmuş, çevik kuvvetin üçte biri oraya gönderilmiş. Sonra Hafik'te bazı olaylar cereyan et- miş, üçte biri de oraya gönderilmiş. Sivas merkezde kimse kalmamış. Ama Vali "Yok, bir şey olmaz." tavrında bir cevap veriyor. Tabii böyle bir trajedinin yaşanabileceğine hiç ihtimal vermiyor insan. İlginç olan, tam da o cuma günü askerin Sivas'ta yemin töreni var. Yani yemin töreninin olduğu zamanlar, Sivas'a dışarıdan çok fazla yabancı insan gelir. Normalde Sivas'ta herkes az çok birbirini tanır ama yemin törenleri olduğunda şehir kalabalıklaşır. Erlerin anneleri, babaları, kardeşleri, nüfus birden fazlalaşır, yabancı simalar artar. Yani zamanlama o anlamda da ilginç. Kimin ne niyetle geldiğini anlamak mümkün değil. Hatta tam da o günlerde ilginç bir şey daha oldu, Sivas sokaklarında "Aczimendi" denen bir takım tuhaf giyimli insanlar türemeye başladı.
Erdoğan'la yolda kaldı, arabanın içinde uyudular
Trabzon milletvekilimiz Lütfi Göktaş, bir araba kazasında vefat etmişti. Erbakan Hoca, Oğuzhan Bey ve Recai Bey ile beraber cenazeyi defnetmek için köye gitmişlerdi. Biz de İstanbul'daydık. O zaman Yeni Şafak'ın sahibi Ahmet Albayrak beni aradı. Onunla eskiden beri irtibatımız vardı "Cenazeye gidelim." dedi. Ahmet Albayrak'ın arabasıyla Ahmet Albayrak, Tayyip Bey, Ali Oğuz Ağabey ve ben yola çıktık. İstanbul'dan ikindi vakti çıktık ancak ertesi gün öğleden sonra cenazenin defnedildiği köye varabildik. Gidişte kısmen hava iyiydi, dönüşte kar fırtınasına yakalandık. Özellikle Samsun'u geçtikten sonra hava çok fena bozdu, göz gözü görmüyor, ilerlemenin imkânı yok. Gece yol üzerindeki bir kahvehanenin önüne çektik arabayı, kahvehane de kapalı, hep birlikte arabanın içinde sabahladık. Sabah kahve açılınca içeriye girdik, orada biraz oturup ısındık. O zaman bizim Trabzon'dan İstanbul'a gidiş-gelişimiz tam üç gün sürmüştü. Arabayı mecbur dönüşümlü kullanmıştık, bazen Tayyip Bey, bazen ben, bazen de Albayrak sürüyordu. Hem zorlu hem de maceralı bir yolculuk oldu o.
"Erdoğan'a hapishanede ayrıcalıklar tanınmıştı"
(Erdoğan) Şiir yüzünden hapse girdiğinde Pınarhisar Cezaevinde ziyaret ettim kendisini. Hatta ziyaretine geç gittiğim için bana biraz sitemkârdı. Gördüğüm kadarıyla hapishane yönetimi kendisine bazı ayrıcalıklar tanımıştı. Dayalı döşeli bir odası vardı, hapishane odasından ziyade kabul merkezi gibiydi. O zaman onu ziyaret eden bazı arkadaşlar "Tayyip Bey'in kafasında başka hesaplar var gibi." diyorlardı. Mesela onu ziyaret edenlerden bazılarına "Bundan sonra Hoca'nın gölgesinin olduğu yerde ben yokum!" dediği söyleniyordu. Ama ben, kendisini hapisteyken ziyaret ettiğimde böyle bir hisse kapılmadım, bana böyle bir şey söylemedi. Belki de Erbakan Hoca ile yakınlığımızı bildiği için benimle bunları konuşmamıştır.
28 Şubat'tan önce yanına gelen albay: Asker nezaketten değil emirden anlar
(Refah-Yol dönemi) "Bir albay vardı, Genelkurmayda görevliydi, samimi, düzgün, inançlı birisiydi. Erbakan Hoca başbakan olduğunda tanıdıklardan bana bir haber geldi, bu albayın benimle görüşmek istediğini söylediler. 'Tabii' dedim, geldi, görüştük. 28 Şubat sürecinden önceydi, bana dedi ki, Erbakan çok nezaket sahibi birisi ama asker nezaketten değil emirden anlar..."
"Ben hayatım boyunca hiçbir göreve talip olmadım. Şuraya müdür olayım, şuraya müsteşar olayım, şuraya başkan olayım diye bir isteği hiç hissetmedim. Ama üzerime yüklenen hiçbir görevi de reddetmedim. Çünkü bize büyüklerimiz böyle öğretti."
© The Independentturkish