Osmanlı'da başkent İstanbul'un asayişi büyük bir önem arz ediyordu.
Evvela şehre her önüne gelen elini kolunu sallayarak giremezdi. Payitahta girebilmek için ve hatta çıkabilmek için tezkire-i mürur isimli bir belge temin edilmesi gerekirdi.
Özellikle 19'uncu yüzyıldan itibaren bu kanun oldukça sert bir biçimde uygulanmıştı.
(Konu ile alakalı "Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İBB Başkanı iken hayaliydi: Men-i Mürur Tezkiresi yani İstanbul vizesi" dosyamızı inceleyebilirsiniz)
Arşivlere baktığımızda Dergâh-ı Âli kapıcı başlarından Abdullah Efendi isimli vatandaş cenazesi olmasına rağmen şehre zorlukla girebilmiştir;
Mahrûse-i Edirne eşrâfı handânından merhûm Şakir Efendi'nin kayınvalide-i çâkerî hanım senâverî nevabiatıyla asıl hal el mülekatı bir müddet içün bu tarafa azîmet ve yine Edirne tarafına avdet idecek olduklarından mûmâ-ileyhânın ol vecîhle gelup şehinşahiden mahrûse-i Edirne'den icâb eden tezkeresine ruhsat buyrulmak üzere bir kıt'a emir-nâme-i sâmî inâyet buyrulması…
(Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivi)
Aynı şekilde bir kişi şehre girmişse çıktığından emin olunana kadar takibat sürerdi. Bir başka örnekte bunu net bir biçimde görebilmekteyiz;
Edirne'de Turgut Bezirgân Mahallesi sâkinlerinden Siyare Hanım ile kerîmesi oğlu Ahmed Nazmi Bey bazı ahz ve i'ta zımnında der-saadete azîmet eyleyeceklerinden bir gün mürûrundan yine avdet eylemek şartıyla yerlerine birer kıt'a mürûr tezkeresi i'tası hanım mûmâ-ileyhâ bâ arz-ı hal istid'a' eylemesi ve keyfiyyetin mahallesi münâdîlerinden suâl oldukta ber vech-i muharrer olunmuş bir gün kadar gidüp geleceklerini beyan iderek bir kıt'a kefâlet-nâme dahi ahz kılınmış ve bunların ol mikdar müddetle azîmetlerine müsâade-i âliyeleri şâyân buyrulması…
(Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivi)
Elbette şehre girip çıkanı kontrol etmek tek başına asayişi sağlamak için kâfi bir yöntem değildi.
Tüm bu tedbirlere rağmen şehirdeki asayişin kontrol altında olduğu söylenemezdi.
Başta Saray olmak üzere şehrin ileri gelenlerinin ortak kanaati kentteki serseriler ve bekârlar kontrol edilmediği müddetçe sokakların güvenliğinden söz edilemezdi.
Zaten bizzat Sultan Üçüncü Selim, şehrin giriş çıkışlarının asayiş için yeterli olmadığından şikâyet ettiğini görüyoruz;
...bir müddetten beri bu kaidelere riayet olunmayıp, bu husus bir defa dahi hatt-ı hümayunum şudur etmişken, kulub-i fukaraya dokunulmaz diyerek müsamaha ve zabitanın âdem-i dikkatlerinden naşi etraf memalikden günagün eşhaş-ı mechül Asitane'ye teraküm eyleyip taşra vilayetler harap ve şenlikten hali kaldığından başka, derün-i İstanbul'da tezahğmleri enva fesada badi ve hakt-ı zehaire mücib olup, sokaklarda dilenci, derviş, divaneden geçilmez.
Ale'l husus dünki Cuma günü camide katl eylediğim mechul herifin ettiği edebsizlik nasıl şeydir? İsterse mecnun olsun! Bimarhane yok mu? Bu değildir! İlla zabıtanın âdem-i dikkatinden naşidir. Âlim Allahu te'ala, o husus içün çok zabit katl ederim!(Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivi)
Hal vaziyet bu olunca serseriler ve bekârlarla mücadele zaman zaman devlet politikasına dönüşmüş ve istenmeyen birtakım olayların meydana gelmesine neden olmuştu.
Bilhassa bekâr evleri ahlaksızlığın, suçun ve fuhuşatın merkezi olarak değerlendirilmiş ve çok katı tedbirler alınmıştı.
Tedbirlerin azaldığı dönemlerde de bekârlar ve serseri olarak tanımlanan taife genellikle belli bir bölgede toplatılmış ve gözlem altında tutulmuştu.
Bu muhitlerin başında Üsküdar gelmekteydi, çoğu bekâr ve serkeş İstanbul'da başını sokabileceği bir çatıyı bu kadim ilçede bulabiliyordu.
İstanbul'da bekâr bir kişi için sorun yalnızca başını sokabileceği bir çatı bulmak değildi.
Bir işte çalışabilmek için kefalet belgeleri bulunması yani loncaya bağlı olmaları gerekirdi.
Bu belgede bir ustanın kefaleti altında olmadıkları anlaşılırsa İstanbul'da barınabilmeleri pek mümkün değildi.
Nitekim bu tedbir yazılı bir kanun olarak kalmamış ve tatbik edilmişti. Binlerce genç ansızın yapılan gece baskınlarında bir suçluymuşçasına kayıklara bindirilerek İstanbul'dan kovalanmıştı.
Bu uygulamanın sonucunu yine arşivlerden öğrendiğimiz kadarıyla pek başarılı olamamıştı;
İstanbul'da ve havalisinde Eyüp, Galata, Üsküdar'da vaki hanlar ve dükkânlar ve sair bekârların kalabileceği mümkün olan yerlerde bekâr ve serseri şahıslar ile dolup ve oturacak yer kalmamak derecelerine varmıştır. Eski usul üzere araştırmalara başlanmış ve yazımlar yapılmıştır.
Bu makule serseri ve kefilsiz şahıslar gurupları çıkarıp kayıklara koyarak Anadolu ve Rumeli taraflarına gönderildi. Ayrıca geçitlere de ferman gönderildi. Bu serserilerden bir tanesi bile bu geçitlerden geçirilmemesi tenbih olundu.
Bu serserilerden birisi İstanbul'da ve zikrolunan havalilerde ele geçirilirse hangi mahalden geçtiği haber alınıp o mahallin hâkim ve zabitinin cezalandırılacağına dair bu defa tekiden fermanım çıkarıldı. Bu fermanım mübaşir tayin olunan tatar kullarımdan Hasan Ağa kulları eliyle Gemlik mahkemesine ulaştırıldı ve tescil ettirildi.
Bütün zabitler, iskele eminleri, gemi reisleri, iskelesi olan köylerin ihtiyar ve ahalileri kadı meclisine davet olunmuşlardır. Akabinde yüzlerine karşı ferman açılıp okunmuştur.
Ayrıca fermanın içeriği kendilerine anlatılmıştır. Hazırun işittik ve itaat ettik dediler. Cümlesi serseri olan ve işi olmayan hiçbir kimseyi İstanbul'a götürmeyeceklerine dair taahhüdde bulundular.(Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivi)
Eğer ki bir kimse bekârsa kefaletine ve oturma iznine bakılırdı; ama kılığı, kıyafeti veya hal-hareketlerinde asayişi bozabilecek bir serserilik tespit edilen kişi derhal şehirden kovalanırdı;
Sokaklarda ve çarşılarda rezil, sefil, serseri gibi dolaşanlar tespit edilip memleketlerine gönderildiler ve böylece İstanbul'dan uzaklaştırılmış oldular.
(Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivi)
Tüm bu tedbirlere rağmen yöneticilerin bekârlara olan öfkesi geçmiş değildi.
Sultan Üçüncü Selim aldığı bir kararla Üsküdar'daki bütün bekâr evlerin yıktırılmasına karar verdi.
Şânî-zâde târîhi'nde bu olay sırasında şu enteresan kayıt düşülmüştü;
Hattâ ol esnâda gerek İstanbul ve gerek Galata'da hedm ü tahliye olunan odaların ba'zında henûz tâ'ûndan fevt olmuş ba'zı kimselerin meytelerini ebnâ'-i cinsleri zokaklarda gasl etdirdiler. Ve ol odalarda ba'zı mat'ûne olmuş ve ba'zı da henûz fevt olmuş birkaç fâhişe nisâ dahi zuhûr eyledi.
İstanbul'da adi vakaların önemli bir kısmında bekârlar olağan şüpheliydi.
Shirine Hamadeh, "Şehr-i Sefa 18. Yüzyılda İstanbul" isimli çalışmasında konuyla ilgili İstanbul Kadısı ile Silahdarbaşı arasında geçen yazışmayı aktarır;
Hâlen mahrûse-i İstanbul'da gece ile ba'zı ehl-i fesâd evler basıp, adam ketledip, esbâb ve emvâl garet edip fesad ve şenaat eylemekten hâli olmayıp ve ehl-i fesâd kimler olduğu ma'lûm olmamağın İstanbul halkı cümle bir birine kefil verilip ve haricden beş yıldan berû İstanbul'a gelip tavattun eden, eğer Anadolu ve eğer Rûmili câniblerinden gelenlerdir ve eğer sâir tavaifdir gerû yerlerine reddolunmak emredip…
Aslında yönetim bu konuda haksız da sayılmazdı. İstanbul'a ipini kopararak gelenlerin bir kısmı cidden tehlike arz ediyordu.
Câbı̂ Târihi'nde konuyla ilgili de benzer yorumlar karşımıza çıkıyor;
"Üsküdar'da İskele-i Kebîr ve Balaban İskelesi kurbunda, bekâr odalarında olan fuhliyyât haddi tecâvüz edüp ve ehl-i 'ırz makûlesi dahi dest-res olunduğu âşikâr, lâkin bir zâbitânın basmak lâzım gelse, fesâd olacağı âlikâriyle, Toptaşı [nâm] mahalde dahi odalar peydâ olmağla, başlayüp giderek Pâdişâh-ı âlem fürce-i Beşiktaş Sarayı'nda olmağla, bî-vakt keyfiye ötüp odanın penceresinden tabanca vü tüfeng atmağa ictisâr ve ba'zen deniz kenârında, fâhişelerin düşürdükleri çocukların ölüleri bulunup ve avret ölüsü dahi kenâr-ı kurb-ı Üsküdar'da zuhûruyla, börekci ve salebci ve gözlemeci table-kârları, odalarda avretler ile ahz u 'atâ ve bakkâl şâkirdleri, avretlerin istediklerini getürüp götürmeğe mübâşeret, Galata'dan çok ziyâde bir ma'nâ olup, hammâlların odaları ve kalyoncuların odaları ve bâ husûs iskele etrâfında, sokakda bir kimesnenin iltifât etmediği bî-âr sürtük fâhişeler, kayıkhânalerde, sekizer-onar, gecelerde sokaklarda kol gezer gibi üçer-beşer ve ba'zen köylüler, gece araba ve yük beygirlerine tahmîl ve etrâf köylerde, yazlarda bağlara götürmeleriyle, bağların aralık aralık kökleri harâb ve bazen ihrâk, bağ sâhibleri, bir ferdi gücendirse, garazen birkaç günden sonra ol kimesne murâd edince, ol gece ol âdemin bağı köşkünü ihrâk eylese, etrâf bağlarda fâhişelerin olmalariyle, 'anlar yakmışdır' deyü, kırda mâlı olanın râhatı meslûb olmağla..."
Tüm bu koşullarda bekârların ve kimsesizlerin sığındığı liman kahvehaneler olmuştu.
Bu mekânlar kısa sürede tembelliğin, ifsadın ve kargaşanın yuvası olarak görülmeye başlandı.
Üstelik yalnızca İstanbul için değil; Bursa, Edirne ve Selanik gibi önemli vilayetlerde bir mantar gibi kahvehaneler artacaktı.
Arşivlerden bir melanet olarak ele alınan bu mekânlar çoğunlukla şu örnekteki gibi resmedilmişti;
…Ve cümle havâtînleri beyâz câr bürünürler, ammâ gâyetü'l- gâye ehl-i perde zenâne mahbûbeleri vardır. Anlarda dahi ba'zısı tiryâkî imişler.Avret ola ve tiryâkî ola, ne'ûzü billâh.
Anıniçün ehilleri hânelerine gelmeyüp kahvehanelerde kıssahân ve gazelhân dinleyerek hânelerine gitmeğe iktidarları olmayup kaşına kaşına kahvede uyuya kalır,zîrâ evine varsa avreti tiryâkî kendüsi dahi tiryâkî iki lecüc bir yerde hüsn-i zindegâne edemediklerinden eseriyyâ ehl-i hırefleri kahvede mihmân olur
İstiklal Marşı yazarımız Mehmet Akif Ersoy da bu mekânlardan bir hayli rahatsızdır;
'Mahalle kahvesi!' Osmanlılar bilir ne demek?
Tasavvur etme sakın 'Görmedim nedir?' diyecek.
Dilenci şekline girmiş bu sinsi cânîler,
Bu, gündüzün bile yol vermeyen, harâmîler,
Adımda bir, dikilir, azminin, gelir, önüne...
Zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe!
Evet, dilenci sanır seyr eden kıyâfetini;
Fakat bir onluğa âgûş açan sefâletini,
Görüp de rikkate şâyân, biraz sokulsa, hemen,
Vurur şikârını tâ kalbinin samîminden!
Mahalle kahvesi hâlâ niçin kapanmamalı?
Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı!
Hayır, bu perde, bu Şark'ın bakılmayan yarası;
Bu, çehresindeki levsiyle yurda yüz karası;
Hayatımızda gediktir «gedikli» nâmıyle,
Açık durur koca bir kavmin ihtimâmıyle!
Sakın firengiye benzetmeyin fecâ'atini:
Bu karha milletin emmekte rûh-i gayretini.
Mahalle kahvesi Şark'ın harîm-i kàtilidir;
Tamam, o eski batakhâneler mukàbilidir.
Zavallı ümmet-i merhûme ölmeden gömülür;
Söner bu hufrede idrâki, sonra kendi ölür...
Sözün özü İstanbul'da ahlaki ve adli asayiş her şeyden önemliydi. Bu uğurda başta bekârlar, gençler ve serseriler her daim gözlem altında tutulurdu.
Şehre kimse elini kolunu sallayarak giremezdi. Yahut birileri eline kılıç alıp sokak ortasında kafasına göre can alamazdı.
Öyle bir teşebbüste canilerin başına gelenleri "Kadim Mısır'dan Osmanlı'ya 'idam cezasının' kısa tarihi" isimli dosyamızda ele almıştık, dileyenler bakabilir.
Elbette tüm bu sıkı tedbir ve cezalara rağmen İstanbul'da asayiş berkemal değildi.
Bunun da nedeni suçu engellemesi gereken kişilerin suçlunun kendisine dönüşmesiydi ki bunu da başka bir dosyamızda ayrıntılı biçimde anlatacağız.
*Konuyla ilgili daha ayrıntılı bir okuma içi Işıl Çokuğraş Hanımefendi'nin "Bekar Odaları ve Meyhaneler Osmanlı İstanbulu'nda Marjinalite ve Mekan 1789 – 1839" isimli eseri incelemeye değer bir çalışma.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish