Çöken binanın müteahhidini sordum. 'Şu karpuzcu' dediler.
Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara
Haftanın bir yarısı Rasathane'deki lojmanda diğer yarısı Topağacı'ndaki evinde kalıyordu. O gün sabah 8 buçukta geldiği işinden, akşam yedi buçuğa doğru çıktı. Evinde çok erken yattığı için saat üçe doğru uyandı.
Jeofizik mühendisi tarihe geçecek sarsıntıyı ayakta karşılamıştı. Eşi ve oğlunu sakinleştirip, üniversiteden gelen arabayla Kandilli Rasathanesi'ne gitti. Makam odasındaydı, zaten oradan 45 gün boyunca hiç çıkmayacaktı.
Etraf karanlık, sabaha karşı 3.30-4.00 suları… Marmara'daki 7,4'lük sarsıntıdan takriben yarım saat sonrası… Kolları kıvrılmış beyaz gömleği, küçük karelerle bezenmiş kahverengi pantolon askısı, kan çanağına dönmüş gözleri, bir elinde telefon, diğerinde hiç eksik olmayan sigarası, önünde izmaritlerden görünmeyen kül tablası, koltuğunun hemen arkasındaki duvara yerleştirilmiş bir Atatürk tablosu…
"İzmit efendim, hasar olduğunu zannediyorum. Epey hasar var. Günün aydınlanmasını bekliyoruz. Can kaybı haberleri maalesef var. Yüzden fazla artçı deprem yaşadık. Bu artçı şoklar işin doğasında vardır ve devam eder. Vatandaşlarımız hasarlı evlerine girmesinler. Ana şokta yıkılmayan evler artçı şoklarda yıkılabilir. Herkesin sakin olması lazım" diyordu.
Her şeye rağmen sakinliği öğütlerken kendisi de sakin duruyordu. Sanki bir üniversite amfisinde öğrencilerine ders verir gibi konuşuyordu. Bir yıl önce Adana'da meydana gelen ve 145 insanın ölümüne neden olan 6,2'lik depremdeki halinden çok daha farklıydı, bu kez stresten mide kanaması geçirmiyordu. Ama üzgündü. Bunun günün birinde olacağını bilenlerin başında geliyor olsa bile...
17 Ağustos depreminin hemen ertesinde çekilmişti bu görüntüler. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit uykusundaydı. Depremi duymamış, uyandırılmamıştı. Profesör Dr. Ahmet Mete Işıkara'nın konuştuğu kişi Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan'dı.
Ecevit'in olup bitenlerden ancak sabah 8'de haberinin olduğu söyleniyordu. Görüntüleri Hi-8 kamerasıyla kayda alan ise Anadolu Ajansı muhabiriydi. Türkiye'yi altından kalkması hayli güç bir krize sokan, deprem gerçeğini hiç unutmayacağı şekilde hatırlatan o acı anın hemen ertesiydi...
18 binden fazla insan hayatını kaybedecek, binlercesinin hayatı altüst olacaktı. O günlerde herkesin ağzının içine bakıp dinlediği insanların başında geliyordu Profesör Ahmet Mete Işıkara.
Kandilli Rasathanesi'nin müdürü devletin başındakilerden çok daha güvenilirdi. Yıllara meydan okuyan kamburu, bir indirip bir kaldırdığı gözlükleri ve tecrübeye işaret eden beyaz saçlarıyla insanların karşısına çıkıvermişti bir anda.
Kısa, net, anlaşılır konuşuyordu. Seneler boyunca görmezden geldiğimiz bir gerçek karşısında ne yapılaması gerektiğini izah ediyordu. Telkin ediyor, sakin tabiatıyla depremden nasıl korunmamız gerektiğini anlatıyordu.
Herkes ağzının içine bakıyordu.
Birkaç ay sonra sarsıntıdan en çok etkilenen Gölcük'e düştü yolu. Deprem sonrası eğitim çalışmalarına başlamıştı. Bir söyleşi için çocuklarla buluşmuştu. Etkinlik sona erdiğinde kapının önünde küçük bir kız çocuğu belirdi. Sitem ve öfkeyle karışık bakışlarla parmağını ona doğru sallıyordu.
Işıkara yanına yaklaştı, küçük kız sordu:
Sen daha önce neredeydin?
Profesör ne diyeceğini bilememişti. "Niye?" diye sorabildi ancak.
"Sen bize bunları daha önce söyleseydin ben annemi kaybetmezdim" dedi küçük kız.
Annesi depremde dolabın altında kalarak hayatını kaybetmişti. Işıkara geçmişi değiştiremezdi ama küçük kızın geleceğine dokunabilirdi.
Milli Eğitim Müdürü'nü aradı, kız için ömür boyu burs ayarlanmasına ön ayak oldu. "Deprem Dede" lakabı sadece hayat tecrübesinden, kariyerinden miras değildi yani.
Hem dünya hem uzayın derinliklerini inceleyen bir bilim insanıydı Işıkara. Güneşteki patlamalar sonucunda iyonosferde meydana gelen değişimleri araştırmıştı. Yani atmosferin elektromanyetik dalgaları yansıtacak miktarda iyonların ve serbest elektronların bulunduğu kısmı… Yani dünyanın manyetik alanını…
Güneşin ve ayın etkileri sonucunda manyetik alan üzerinde meydana gelen değişimleri araştırmış, yerin derin iç yapısı üzerine çalışmalar yapmıştı.
"Depremler önceden tahmin edilemez" diyordu birçok meslektaşı. O ise 1980'lerde İznik-Mekece bölgesinde çeyrek asırlık çalışmalarında çok sayıda fiziksel parametrenin gözlemlendiği araştırma merkezini kurmuştu.
O merkezde uzun yıllar başta Japon bilim insanları olmak üzere ABD ve İngiltere'den meslektaşlarıyla ortak projeler yürütmüştü. Hatta Boğaziçi Üniversitesi Ulusal Deprem İzleme Merkezi, onun bu yolla depremlerin izini sürdüğünü söylüyordu.
Depremlerin öngörülebilirliğini hesaplıyordu bir bakıma Işıkara. Dahası deprem öncesi doğada meydana gelebilecek fiziksel değişimleri araştırıyordu.
Sarsıntıların önceden belirlenebilmesiyle ilgili çalışmalarda yer almıştı. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü'nün Ocak 2013'te yayımladığı Jeomanyetizma Bülteni'nde kendisinden böyle bahsediliyordu.
İyi bir eğitimi, hakemli dergilerde çok sayıda yayımlanmış bilimsel makalesi vardı. 1964 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nin Jeofizik bölümünden mezun olmuştu Işıkara.
1970'de Imperial College'de fizik okudu. Sonra Göttingen Üniversitesi'nde burslu olarak araştırmalar yaptı. 1979'da ise NATO İleri Yaz Okulu'nda Yunanistan'a davetli konuşmacı olarak gitmiş, yerkabuğundaki gerilmeler ile ilgili tecrübelerini paylaşmıştı.
1976'dan 1983'e kadar Türkiye Ulusal Jeodezi ve Jeofizik Birliği Ulusal Jeomanyetizma ve Aeronomi Komisyonu Başkanlığı'nı yürütmüştü.
1985'te Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü'nde Jeofizik Mühendisliği anabilim dalında bölüm başkanı olarak göreve başlamıştı.
O zamanların Kandilli Rasathanesi dahilinde kurulumunu tamamlamakta olan yeni enstitü içinde ise Jeofizik Anabilim Dalı Kurucu Başkanı yine kendisi olmuştu. Türkiye'nin ilk yerbilimci doktora öğrencilerini yetiştirip mezun eden de oydu yani.
Aslına bakılırsa memleketin deprem gerçeğini başından beri söylüyordu. Ama o zamanlar televizyonlar bu kadar popüler değildi. Kuşkusuz yıkımın memleketin neresinde gerçekleştiği de kimilerine göre bir o kadar önemliydi.
17 Ağustos 1999 depremi olduktan 12 yıl sonra kendisine "Depremin en büyük kayıpları neydi?" sorusunu yönelten gazeteciye "acı kazançlar" ile yanıt veriyor, bir türlü deprem gerçeğini görmek istemeyen İstanbul'un gözünün nihayet açıldığını acı acı anlatıyordu:
İstanbul'da otururken, Anadolu'nun bir köşesinde meydana gelen depremlere hep uzaktan baktık. 'Ah' dedik, 'Vah' dedik. Benim görevli olduğum dönemde gerçekleşen 13 Mart 1992 Erzincan Depremi ilk gün gazete manşetlerinde yerini almıştı. İkinci gün Erzincan Depremi iç sayfaya düştü. Üçüncü gün ise tamamen unutuldu.
Sonra 1 Ekim 1995 Afyon Dinar Depremi… Bu deprem de televizyon ve gazetelerin ilk gün manşet haberi, ikinci gün iç sayfa haberi oldu, üçüncü gün de kaybolup gitti.
Biz İstanbul'da yaşayanların en büyük yanlışı İstanbul'da deprem olmayacağını düşünmemizdi. Maalesef bunun bedelini 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi ile ödedik. İstanbul'da o kadar kötü yapılaşmalara imza atıldı ki, şimdi bireysel yapılaşmanın bedelini nasıl ödeyeceğimizi kara kara düşünüyoruz.
Bilim dünyası bir yana, birçoğumuz, hem onu hem deprem olgusunu gerçekten de 1999'dan sonra tanıdı, öğrendi. Ama o da birçok bilim insanı gibi önceden hep uyarmıştı.
Mesela 17 Ekim 1993'te de Cumhuriyet'ten Leyla Tavşanoğlu'na verdiği röportajda "Deprem insanlığın yakasını bırakmıyor" demiş, deprem ile yaşamın öğrenilmesi gerektiğini söylemişti.
Hatta çok daha öncesinde… O röportajdan 26 yıl evvel, 1967'de de benzer sözler etmişti Işıkara:
O yıl Adapazarı Mudurnu depreminden sonra 'Buranın batısında bir büyük deprem daha olacaktır ve büyüklüğü 7'nin üzerinde olacaktır' dedik.
Ne oldu? İşte 17 Ağustos'ta 7,4 büyüklüğünde deprem oldu. Dediğimiz yerin batısında oldu. Ülkemiz bir deprem ülkesidir. Depremle birlikte yaşamayı öğrenmemiz lazım.
Türkiye'nin bulunduğu coğrafya, 1500'lü yıllardan itibaren farklı zamanlarda 7 ve üstü büyüklüğünde 23 depremle sarsılmıştı. Memleketin topraklarının yüzde 92'si deprem kuşağındaydı. Ne yazık ve ne acıdır ki; anlamak için yaşamak lazımdı.
Merkez üssü Gölcük olan ve memleketin kalbi İstanbul'u da hayli sarsan 17 Ağustos 1999 depremi tehlikeyi hayli gecikmeli şekilde, çok daha görünür kılmıştı.
Marmara Depremi'nin ardından Ali Kırca'nın ATV'deki ana haber bültenine çıktı Profesör Işıkara. Tam olarak iki gün sonrasıydı… Meslek yaşamının en büyük ve en kritik laflarını etti.
"Bu gece deprem olabilir, evinizde yatmayın" dedi. Bu satırların yazarı dahil koca İstanbul herkes kendini dışarı attı. Parklara, ormanlara koşanlar da vardı, dev otoparklarda sabahlayanlar da şehir dışına kaçanlar da…
Işıkara'nın açıklaması halkta paniğe neden olduğu gerekçesiyle çok eleştirdi. O ise Japonya deneyimini yatırıyordu masaya. Kandilli Rasathanesi'nin Müdürü sıfatıyla kitleleri uyarmak onun için bir görevdi, işin ucunda yanılma ihtimali olsa bile:
19 Ağustos saat 17.00 civarı hareketlilik başladı. Bir dakikada 3-4 deprem kaydederken dakikada 25-30 tane kaydetmeye başladık. Japonya'da özel eğitimden geçtiğim için bir olayı hatırlattı bana. Küçük depremlerin sayısı gittikçe artar, bir tepe noktasına gelir. Bir sakinlik süresi yaşanır ve büyük deprem gelir. Japonlar bunu gördükleri zaman uyarı veriyorlar. Herkes evinden, ofisinden çıkıyor. Can kaybı olmuyor. Bana bunu anımsattı.
Işıkara, o dönem aynı zamanda Avrupa Konseyi'nde de görevliydi. Depremlerin Önceden Belirlenmesi Komitesi'nin üyesi...
Ona göre kural, bu ve benzeri öngörülerin devlet eliyle, bizzat hükümet tarafından yapılması gerektiğiydi. O yüzden dönemin başbakanı Bülent Ecevit'i aradı.
Ecevit yerinde yoktu ama yardımcısı Hüsamettin Özkan'a ulaşabildi. Durumu izah etti, riski anlattı Işıkara. Ya daha büyük bir deprem gelecekti ya da küçük bir deprem fırtınası oluşacaktı. Ve ne olursa olsun halka bu durum münasip bir dille açıklanmalıydı.
ANASOL-M hükümeti iktidara 1999'un mayısında gelmiş, haziran ayında güvenoyu alıp göreve başlayabilmişti. Ve belli ki; sorumluluk makamında oturanlar dahi sorumluluk almak istemiyorlardı.
Işıkara'nın aktarımıyla Özkan, "Hocam televizyonun önündesin hep, sen açıkla" diyebildi. Büyük depremden iki gün sonra daha büyüğü olmadı.
Işıkara başta meslektaşları olmak üzere geniş bir kesim tarafından eleştirildi ama onun umurunda değildi. "Ben bu olaya arkamı dönseydim ve büyük bir deprem olsaydı bu acıyla yaşayabilir miydim?" sözleri içinin nispeten rahat olduğunun göstergesiydi.
Deprem bilimci olmasının yanında eğitimciydi. 7,4 büyüklüğündeki Marmara Depremi öncesinde ve sonrasında özellikle ilkokul öğrencilerini hedef alan, toplumu deprem konusunda bilinçlendirme çalışmalarına adamıştı kendini.
Depremin değil, binanın ve tedbirsizliğin öldürdüğünü söylerdi.
Sağlam zeminin olmadığını, sağlam binanın olduğunu anlatırdı.
Kendisine depremin ardından "Evde çelik kafes içinde yaşıyor" diyenlere "Benim çelik kafesim bilimdir" yanıtını veren kişiydi.
Halktan gerçeklerin saklanmaması gerektiğini, doğru olanın ise acı bile olsa o gerçeklerin paylaşılmasından geçtiğini söyleyen, deprem bilincinin yitip giden binlerce insanın ardından kazanabildiğini hatırlatan akademisyendi.
Biraz da "Yüce Allah bize bir akıl vermiş. Önlemini al, ondan sonra tevekkül et, öyle değil mi?" diye isyan edendi.
2001'in şubat ayında Diyanet İşleri Başkanlığı ile temasa geçti. Dönemin başkanı Mehmet Nuri Yılmaz ile oturdu aynı masaya.
Depremle ilgili söyledikleri daha geniş kitlelere ulaşmalıydı. İkili, Kurban Bayramı'nda Türkiye'nin tüm camilerinde okunmak üzere daha sonra devamı gelecek deprem hutbelerinin ilkini kaleme aldılar.
Hutbedeki cümleler hem bir bilinçlenme & uyanma çağrısı hem "Allah içki içenleri, fuhuş ve zina ile kirlenen münafıkları cezalandırıyor" söylemine esaslı bir yanıttı:
Kâinatın işleyişi, Allah'ın sonsuz kudretiyle belirlediği kanunlara göre cereyan eder, bu kurallara 'sünnetullah' denir. Deprem de bu kanunlara uygun olarak meydana gelir. Ancak depremin olumsuz sonuçlarının önlenmesi ya da hafifletilmesi için insanların tedbir alması gerekir.
Allah, tabiat hadiseleri için bazı kurallar koymuştur. İnsanların bu kurallara uygun olarak hareket etmeleri gerekmektedir. Eğer, dere yataklarına ev yaparsanız, selin evleri önüne katmasını Allah'ın bir cezası olarak değerlendiremezsiniz.
Bütün bunlarla birlikte depremleri Allah'ın belirli bir kesime cevabı ve cezası olarak görmek de son derece yanlıştır. Bu tarz değerlendirme, sorumluluktan kaçmak, suçu başkalarına atıp rahatlamak ve deprem gerçeğinin insana ilişkin maddi ve somut gerçekleriyle yüzleşmekten çekinmektir.
Depremin vaktinin ve yerinin Kuranı Kerim'de yer aldığı yönündeki söylentilere rağbet etmeyin.
Hutbeye rağmen dakika 1 gol 1 diyanet personelinden, müftülerden gelen sorular ise Işıkara'yı öfkelendirmişti. Kimi "Kudret ilmi karşısında, müspet ilmin gücü nedir?" diye soruyor, kimi "Çin'in komünist lideri Mao, bütün Çinlileri zıplatarak ABD'de bir deprem yaratmak istediği doğru mudur? Bunun fizik kuralları içindeki yeri nedir?" diyor, kimisi ise bazı yabancı güçlerin Marmara Depremi öncesi geliştirdikleri bir silahı deneyip denemediğini merak ediyordu.
Bu tür sorulara sinirlenen Prof. Dr. Işıkara, "Siz bizi hiç dinlemiyor musunuz? Hutbeyi okudum ondan da hiçbir şey anlamamışsınız" diye tepki göstermişti.
Bunun üzerine bir diyanet görevlisi, sorusunu bilinçli olarak sorduğunu, kendisinin de müspet bilime inandığını açıklayınca gerilim ortadan kalkmıştı.
Tüm çabasına rağmen bir ömürlük eğitime, ciddi araştırmalara, üstlenilen mühim görevlere, yayımlanmış onca bilimsel makaleye karşın, medyanın bir taraftan da sulandırmaya çalıştığı isim oldu Profesör Işıkara.
Seneler evvel Turgut Özal'ı "Türkiye'nin En Seksi Erkeği" seçen Nokta dergisine nazire yaparcasına Sabah gazetesi de Profesör Ahmet Mete Işıkara için aynı unvanı uygun görmüştü.
Gazetenin yazı işleri toplantısında Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Güldemir, "Özal nasıl o zamanın en seksi erkeği ise, bugününki de Ahmet Mete Işıkara'dır" demişti.
Espriye çok gülündü ama ertesi gün haber olarak girdi. Güldemir'in Işıkara'ya memlekette geliştirdiği deprem bilinci için verdiği asparagas bir armağandan ibaretti.
Bunun farkına varan kimileri haberi eleştirdi kimileri ise zaten popüler bir figüre dönüşen Işıkara'nın daha çok görünür kılınmasına hizmet ettiği için tebessümle karşıladı olup biteni.
Gerçi Işıkara da bu olayın bir şekilde içindeydi:
Rahmetli Ufuk Güldemir Sabah'ın genel yayın yönetmeniydi. Beni gazeteye davet etti. 'Sana muziplik yapacağım. Spor kıyafetle fotoğraflarını çekmemiz lazım' dedi. Çektirdim. Pazar günü fotoğrafımın yanında bir başlık:
'Türkiye'nin en seksi erkeği'.
Onu da tolere ettim. Biliyor musunuz niye? Tüm Türkiye o dönem bir travma yaşadı. Hayata dönmeliydik. Gülmeliydik. Ben bunu espri olarak kabul ettim ama üstüme yapıştı kaldı.
Hem 'Deprem Dede'ydi hem 'en seksi erkek'ti artık…
Toplum üzerinde deprem gerçeğiyle ilgili yarattığı algı siyasete de sirayet etti Profesör Işıkara'nın.
1999'a kadar seçim bildirgelerinde depreme sadece birkaç satırlık parantez ayıran siyasi partiler, hem yıkıcı depreme tanık olduktan hem Işıkara'yı tanıdıktan sonra 2002 seçim bildirgelerinde bu konuya daha fazla yer verdi.
Kâğıt üzerinde vaatler gibi görünse bile partiler adam akıllı ilk kez deprem ile yaşamaktan, afet yönetiminden, kent yerleşim alanlarından, kriz yönetiminden, ulusal seferberlikten bahsetmeye başlamıştı.
Deprem ve iyice artan ekonomik yükü sırtlayamayan memleketin son koalisyon hükümeti, MHP lideri Bahçeli'nin çağrısıyla erken seçime gittiğinde hem DSP hem MHP hem ANAP parti programlarında depremle ilgili durum tespiti yapıp kendilerine yeniden şans tanınması halinde bu doğal afetle mücadelede neler yapacaklarını sıralıyordu.
O dönem aynı zamanda Profesör Işıkara'nın siyasete ısınmaya başladığı yıllar oldu.
2002 seçimleri yaklaşırken 61 yaşına basmak üzereydi. Eşi siyasete girmesini istemiyor ancak çocukları babalarını destekliyordu.
Kandilli'deki görevinden istifa etti. ANAP'a göz kırparak başladı işe. Sonra partiye girdi. Kime oy vereceği konusunda hala bir karara varamadığını söyleyen memleketin kurt siyasetçisi ve 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'den oyunu kendisine vermesini istediğinde "Hoca, bakıyorum da siyaseti kısa yoldan öğrenmişsin" yanıtını aldı.
Işıkara, Türkiye için en büyük tehdidin afet olduğunu söylüyor, siyaset yapmadığını ama siyasi iradeye talip olduğunu beyan ediyordu.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
ANAP'ı seçme nedenine gelince…
Ona göre ANAP bu konuda diğer partilere göre daha duyarlıydı.
Büyük Efes Oteli'nde çoğunluğunu ANAP'lıların oluşturduğu toplantıda önüne laptopunu koyup konuşmaya başladığında, devlet bakanlığı ya da başbakan yardımcılığı görevini üstlenmek istediğini açık açık ilan ediyor, memleketin nasıl değişmez bir dışişleri ve savunma stratejisi varsa afet stratejisinin de olması gerektiğinden dem vuruyordu:
Sizler çalışır ve ANAP'ı tek başına iktidara getirirseniz, bizler de devlet bakanı ve başbakan yardımcılığına bağlı Türkiye Afet Yönetimi Müsteşarlığı oluştururuz. Böylece Türkiye'de afetlere hazırlık ve afet yönetim tek elde toplanır.
İstanbul 3. Bölge 3. Sıradan milletvekili adaylığını koydu. Depremle mücadele için vaatlerini sıraladı. Eğer kafasındaki müsteşarlığı oluşturursa Dünya Bankası'ndan 1 milyar 850 milyon dolarlık kaynak bulacaktı.
Sadece İstanbul Depremi'nin zararlarının azaltılması için 800 milyon dolarlık ek kredinin ülkeye geleceğini söylüyordu.
Tüm okullar, hastaneler ve kamu kuruluşlarının güçlendirileceğini, işsiz 100 bin inşaat mühendisine iş sahası yaratılacağını, ekonominin lokomotifi olarak gördüğü inşaat ve yan sektörlerin yeniden canlandırılacağını ve depremlerdeki olası can kaybının yüzde 90 oranında azaltılacağını vadediyordu.
ANAP yıllar sonra barajın altına düşüp meclis dışı kalınca, o da seçilemedi. "Seçim gecesi saat 21.30'da uyudum, artık torunlarımı seveceğim" dedi.
Gelgelelim sonraki yıllarda ekonomi tam da onun istediği gibi şekillendi.
Nisan 2005'te Kızılay Genel Başkanı Tekin Küçükali'nin fahri danışmanı oldu. Bir yıl sonra ise bir inşaat firmasının reklam filminde boy göstermesi toplumsal itibarını hayli zedeledi.
Deprem korkusuyla yaşayan İstanbul'un en riskli bölgelerinin başında gelen Beylikdüzü'nde, dönemin Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Oğuz Satıcı'nın kurduğu Han Yapı şirketinin "İsthanbul Evleri" için kamera karşısına geçti.
Evleri pazarlama taktiği 10 şiddetindeki bir depremde bile yıkılmayacağı üzerine kurulmuştu şu İsthanbul Evleri'nin…
Tepki çekti Işıkara…
"Bundan sonra size nasıl güveneceğiz?" eleştirileri karşısında söz konusu inşaat projesinin misyonuna uygun olduğunu söyledi. Birilerinin nihayet dediklerini yapıp önceliği güvenlik olan konut ürettiğinden bahsetti. TV reklamlarında ise para almadığının altını çizerek…
Üç yıl geçti. Bir kez daha siyasete girmek istedi Işıkara. AK Parti Bakırköy Belediye Meclis üyesi adayı oldu.
Dönemin CHP'li Bakırköy Belediye Başkanı Ateş Ünal Erzen'e karşı mücadele eden bir kişiyle çıktı yerel politika koşusuna.
Yanında Han Yapı'da da birlikte çalıştığı Oğuz Satıcı vardı. AK Parti'den CHP'ye karşı adaydı. Bakırköy'ün Marmara Depremi'ni en şiddetli hissedecek yerlerden biri olduğunu, amacının Bakırköy'ü depreme dayanıklı bir Bakırköy haline getirmek olduğunu söyledi Işıkara.
AK Parti'den neden aday olduğunu sorup eleştirenlere ise "CHP de 'Gel yap' deseydi onlarla da seve seve çalışırdım" yanıtını verdi.
Annesi Çerkes, babası Arap 5 çocuklu bir ailenin oğluydu, Mersin doğumluydu.
"Işkera" soyadı, "Işıkara" olmuştu.
Yaşamının son koşusunu hiç tahmin etmeyeceği kadar gözler önünde yaşadı.
21 Ocak 2013'te çoklu organ yetmezliğinden hayatını kaybettiğinde 72 yaşındaydı.
Kimilerine göre siyasete asla girmemesi gereken 1 yüz ve öyle ya da böyle Türkiye'ye deprem gerçeğini anlatan 1 insandı.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editoryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish