Miguel Delaney - The Independent
Vaktinde kulağa her nasılsa makul gelmiş bir alışkanlık, Diego Maradona’nın hayatını tamamen kuşatacak bir çeşit deliliği de içinde barındırıyordu. Napoli’nin oyun kurucusu Maradona, 1998’de 27 yaşında, yeteneğinin ve şöhretinin zirvesindeyken, kendisini şu “fiziksel program” seviyesine düşürecekti.
Pazar: Serie A Ligi maçı.
Pazar gecesinden çarşamba sabahına kadar kesintisiz kokain alemi.
Çarşamba sabahından cumartesi akşamına kadar “arınma” ve terleyerek kokaini vücuttan atma.
Pazar: Serie A Ligi maçı.
Bu döngü tekrarlayıp durdu, ta ki Maradona -kaçınılmaz olarak- bir daha tekrarlayamayana kadar.
Böyle bir alışkanlığın gün yüzüne çıkışı, yönetmen Asif Kapadia’nın “Diego Maradona” adlı büyüleyici yeni belgesel filminde odaklandığı, futbol efsanesinin hayatında en uçlarda yer alan birçok zıtlıktan sadece biri ve bu hikaye bariz bir şekilde filmin ortasına kadar sürüyor. Diğer pek çok zıtlığın su yüzüne çıkmasıyla birlikte bu durum bir dönüm noktasını da oluşturuyor.
En büyük değişimse, ne kadar zayıf olduğunu gösterircesine cılız bir sakala sahip, hayli esnek ve atletik bir sporcunun, çok hızlı bir şekilde gıdısı çıkan, şişko bir figüre dönüşmesinde görülüyor.
Bütün bunlar olup biterken, çocuklarının üstüne titreyen baba da umursamaz bir kadın düşkününe dönüşüyor; oğlu Diego’yu kabullenmek istemiyor, ürkek kızlarıysa babaları Azteca Stadyumu kadar yüksek evine geldiğinde onu zar zor tanıyor.
Napoli’de geçirdiği zamanın büyük bölümünde halkın neredeyse tamamı kendisinden “Tanrı” diye bahsediyordu. Ancak 1990 Dünya Kupası yarı finalinde İtalya ile Arjantin arasında oynanan tartışmalı müsabakanın ardından İtalyan medyası onu bu kez “iblis” ya da “şeytan” diye nitelendirecekti.
Dahi fubolcu, kokain testinden geçemeyince en sonunda serseri olup çıktığını açıkladı; 86 bin kişilik bir kalabalık tarafından karşılandığı ve durmadan ilgiye boğulduğu Napoli kentini bir başına terk etti.
Bu, aynı zamanda “tekin olmayan harika çocuk Diego”nun, “hiç zayıflık göstermeksizin” hayatının “tüm istekleriyle yüzleşmek için” yaratılmış bir karakter olan “Maradona”ya tamamen dönüştüğü an oldu.
Söz konusu bölünmüş kişilik tezi ve bahsi geçen alıntılar, Maradona’yı 1986 ve 1990 dünya kupaları için forma sokmakla görevli antrenör Fernando Signorini’ye ait. Signorini futbolcuyla muhtemelen herkes kadar zaman geçirdi. Dolayısıyla Kapadia’nın hevesle yaptığı antrenör seçimi, bilinçli bir tercih.
Maradona’nın bu tezi reddettiği söylense de belgeselde onun başka şeyleri nasıl reddedebileceğini görmek zor.
Kapadia, öznesini son derece sempatik bir bakış açısıyla sunuyor, Maradona’yı ekstrem koşulların mütevazı kurbanı ve olağanüstü bir yetenek olarak aktarıyor. Dolayısıyla belgesel daha çok Maradona’nın eylemlerinin üzerinde derinlemesine düşünmekten kaçındığı bir trajediyi andırıyor.
Yönetmen böyle yaparak, Maradona’nın bu hünerini en azından modern futbolun üstün mükemmellik standartlarına göre neden gerçekten sergileyememiş olduğuna da açıklama getiriyor.
Bu durum, belgeselin aslında sadece Maradona’nın 1986-1991 yıllarında Napoli’deki 5 yıllık kariyerine odaklanmasıyla ortaya konuyor. Kariyerindeki 8 kupanın 5’ini ve en önemlilerini -bir Dünya Kupası, 2 lig şampiyonluğu, bir UEFA Kupası ve bir İtalya Kupası- bu dönemde kazandı.
Meksika’da düzenlenen 1986 Dünya Kupası’nın prestiji bir yana, bu zaferler Lionel Messi’nin 15 yılda 10 İspanya Ligi şampiyonluğu ve 4 Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunun yanında sönük kalıyor.
Belgeselde Maradona’nın mükemmel futbol yeteneğinin görüntüleri eşliğinde tam anlamıyla hayret ettiren bir sicil bu. Ne de olsa Maradona’nın bu yüzden tüm zamanların en büyük futbolcusu olduğu düşünülmüştü.
Belgesel, Maradona’nın futbol hakimiyetinde eşsiz bir oyuncu oluşuna açıklık getiriyor. Doğuştan gelen bu hakimiyet, Maradona’nın ayağında süzülen topu, pek de söz geçiremediği bedeninin doğal bir uzantısı haline getiriyor. Bu da başka bir zıtlığa, zıtlıkların en büyüğüne neden oluyor.
Bu top hakimiyeti yüzünden Maradona’nın hayatında neredeyse her şeyin tamamen kontrolden çıkması daha da anlaşılır hale geliyor.
Belgeselin başında ve sonunda açıkça görüldüğü üzere günümüz Maradona’sından dokunaklı bir alıntıya yer veriliyor:
Sahadayken hayat uzaklaşıp gidiyor. Sorunlar gidiyor. Her şey uzaklaşıyor.
Maradona’nın çoğu yıldızdan daha fazla sorunla baş etmek zorunda kalması, belgeselde onun her zaman kazanamamasının nedeni olarak gösteriliyor.
Bugünün yıldızları fildişi kulelerde yaşarken, Maradona’nın hayatıysa tam bir kargaşa içinde geçti.
Burada, bozuk sahalar, hatalı faullerden yana kurallar ve defansif futbolu destekleyen taktiksel bir dönemle ilgili sıradan tartışmaların ötesinde, süper kulüplerin adının geçmediği bir tablo söz konusu. Sonuçta Maradona; günümüzde Messi ve Cristiano Ronaldo gibi, rakipleriyle ortansız becerilere sahip süper yeteneklerle kuşatılmamıştı.
Bunun yerine onun payına, gerçek organize suçlar başta olmak üzere akla gelebilecek en kötü faktörlerden korkunç bir hisse düştü. Maradona’nın üzerindeki bu baskı, filmin başlarında, Napoli’de basına tanıtıldığı toplantıya ait görüntülerle tasvir ediliyor. Basın toplantısında Maradona’ya yöneltilen ilk soruysa, Camorra mafyası ve bu mafyanın Napoli kentini nasıl elinde tuttuğuyla ilgili oluyor.
Napoli kulübünün başkanı Corrado Ferlaino, araya girerek sorunun “cevap verilmeyecek kadar rencide edici” olduğunu belirtiyor ve ardından gazeteciyi alkışlarla stadyumdan uzaklaştırıyor.
Bu olaydan sadece 6 yıl sonra kokain testi pozitif çıkan Maradona, bilhassa üzerindeki Camorra etkisinden dolayı benzer bir şekilde Napoli’den kovuldu. Mafya babası Carmine Giuliano’nun Maradona’nın hayatındaki yerini ve bu durumun Maradona’yı nasıl kontrol altında tuttuğunu vurgulayan belgeselde, “Camorra’ya karşı koyamadı” deniyor.
Ah şu alışkanlık! Maradona’yı herkes istedi ancak Signorini’nin dediği gibi onu “kokain ele geçirdi”.
Maradona o sıralar 30 yaşında, yani Messi’nin şimdi olduğu yaştan bir yaş daha gençti.
Pek çok bariz sebepten dolayı, şu anda aynı şeylerin yaşanabileceğini düşünmek imkansız.
Dünyanın en iyi oyuncusunun kokain bağımlılığı gibi bir skandaldan ötürü futboldan 15 ay men edilmesi olacak iş değil!
Bu, akıllara durgunluk veren bir mesele.
Filmin anlatımına bakılırsa, o zamanlar yine de böyle bir delilik tamamen makul görülüyordu.
Bunun bir kısmı, aslında Maradona’nın futbolda gösterdiği başarıların üzerine yüklediği psikolojik ağırlıktan kaynaklanıyor.
Messi ve Ronaldo gibi oyuncular çok daha fazla başarı kazanmış olabilir ancak film ısrarla Maradona’nın başarılarının çok daha fazla anlam ifade ettiğini vurguluyor.
Bu, başarıya aç Arjantin milli takımı ve Napoli kulübü gibi, aşırı duygusal ve son derecede takıntılı hayran kitlesine sahip takımlar için kupa kazanma isteğinin duygusal etkisi.
Belgeselde belki de en etkileyici kısım, her iki takımın zafer kutlamalarında taraftarların kelimenin tam anlamıyla Maradona’yı taparcasına sevdiğini gösteren bölüm.
Napoli’nin 1987’de lig şampiyonluğunu kazanmasından sonra kent mezarlığındaki bir pankartta şunlar yazıyordu: Ne kaçırdığınızı bilmiyorsunuz.
Belgeselde Signorini, “O, yarı-tanrı gibiydi. Bu durum onu psikolojik açıdan rahatsız etti… Bu yüzden ‘Maradona’nın yerini aldı” diyor.
Böylesi sahneler ayrıca, Maradona’nın karakterinin ve tekin olmayışının içyüzünü anlamaya da yardımcı oluyor.
Napoli tarihindeki ilk şampiyonluğu 1986-1987 sezonunda kazandıktan sonra, bir gazeteci bunun kendisi için ne anlama geldiğini soruyor.
Maradona da “Dürüst olmak gerekirse, hayatımın en güzel anı bu” yanıtını veriyor.
Belgeselde keyif verici zafer olarak sunulan 1986 Dünya Kupası’nı kazanmasıyla ilgili soruya gelindiğindeyse Maradona şunları söylüyor:
Hayır, sorun şu ki bu kupayı ülkemde kazanmadım. Anlıyor musunuz? 1978’de kendi ülkemde, Arjantin’in zaferinin bir parçası olma şansımı elimden aldılar.
Maradona aradan geçen onca yıla rağmen henüz 17 yaşındayken 1978 kadrosuna seçilmemiş olmasına takılı kalmıştır.
Dahası Napoli şehri onun için çoktan saplantı haline gelmişti. Zira hayranlığını “Burası elbette benim evim” sözleriyle dile getiriyordu.
Filmin en çarpıcı sahnelerinden biriyse, Juventus taraftarlarının güneydeki yurttaşlarıyla açıkça alay etmesi. Maradona’nın “ırkçılık” olarak nitelendirdiği bu olay, kesinlikle haddi aşıyor.
Şehir sakinleri pis addediliyor. Napolililerden “colerosi” (kolera hastaları) diye bahsediliyor ve bu kişiler için eve gidip Vezüv Yanardağı’nın alevleriyle yıkansalar iyi olur deniyor.
Juventus taraftarları, tezahüratlarında “Yıka onları Vezüv, onları ateşinle yıka” diyor.
Bu duruma Maradona kariyerindeki en güzel gollerden biriyle karşılık veriyor ve attığı son derece enfes frikik, Juventus’u yenmelerine yetiyor.
Maradona “İtalya’nın hiçbir şekilde değer görmeyen bir bölümünü temsil etmiş gibi hissettim” diyor.
Daha sonra gazeteci Daniel Arcucci de “hırs, öfke ve güçlük karşısında mücadelenin Maradona’yı kamçıladığını” ifade ediyor.
Ne var ki bunların hepsi, 1990 Dünya Kupası yarı finalinde geri tepti: Arjantin, Dünya Kupası’na ev sahipliği yapan İtalya ile Napoli’de karşı karşıya geldi ve Maradona sinir bozucu bir tutum sergileyerek, kendisine kucak açan şehrin halkının İtalyan olmadığını ileri sürdü. Bu hiç de hoş karşılanmadı. Dahası Maradona maçta penaltılardan birini gole çevirerek İtalya’yı turnuvanın dışında bırakınca işler daha da kötüye gitti. Rüya sona erdi, tabii sadece Dünya Kupası’na ev sahipliği yapanlar için değil. Maradona için kabus başladı.
Burada sorulacak küçük ve ilginç bir soru var: İtalya, Dünya Kupası finalinin arifesinde verdiği röportajda, şampiyonluğu arka arkaya iki kez kazanarak “tarihe geçmek” istediğini söyleyen, futbolun gelmiş geçmiş en iyi oyuncularından birinin tam olarak ne yapmasını bekliyordu? Denemeyip kaybetmesini mi? Kokaini bile bırakmış birisi o.
Öyle ki Napoli’den İtalyan takım arkadaşı Ciro Ferrara bile “Diego’ya sinirim geçmedi” diyor.
Başkalarıysa sinirli olmanın ötesinde bir duyguyu paylaşıyordu. İtalyan taraftarlar, kadrosunda Maradona var diye final maçı öncesi Arjantin ulusal marşını yuhalarken, Maradona’nın öfkeyle “o. çocukları, o. çocukları” diye homurdandığı görülüyordu.
O günden sonra işler daha da kötüleşecekti. Bir zamanlar gördüğü yoğun ilgiden dolayı Maradona’yı sömüren Camorra mafyası, onu isteklerini yerine getirmek için şımarttı ve sonra da yüzüstü bıraktı.
Belgeselde bu durumun, onu basından ve yargıçlardan koruyan tüm himayelerin ortadan kalmasıyla birlikte sona erdiği ileri sürülüyor ve en nihayetinde Maradona’nın kariyeri yitip gidiyor.
Film, Maradona’nın 1989’da UEFA Kupası şampiyonluğundan sonra bir yere transfer olmak istediği sırada, haddinden fazla övülme madalyonunun diğer yüzünde yer alan kariyerin yok olması ihtimalinden korktuğunu işaret ediyor. Maradona gitmesi gerektiğini biliyordu. Napoli de onu ellerinde tutmaları gerektiğini biliyordu. Çok fazla idolleştirilmişti.
Kulüp başkanı Ferlaino, “Maradona’yı hapse atan bendim” diyor.
Maradona bir kez daha koşulların ve yeteneğinin kurbanı oluyor.
Filmin daha az dikkat çeken sahnelerinden birinde, yeteneğine göre hareket etmenin yanı sıra Maradona’nın diğer noktalarda bilinçli karar verdiği görülüyor. Bu da bir dahinin, dahi zekasını ortaya koyduğu anlarda oluyor.
Maradona, Serie A liginin zorluğundan dolayı oyununu değiştirmek zorunda kaldığını anlatıyor.
En acımasız faullere maruz kaldığı görüntülerin arasında “İtalyan futbolu farklı bir ritimle, daha sert oynanıyordu” diyen Maradona sözlerini şöyle sürdürüyor:
Farklı bir hızda oynamayı öğrenip bunu hayata geçirmek zorunda kaldım. Oyuna dahil olmak için zamanlamayı hızlandırdım. Tekniğimi bırakarak tek yönde gidersem daha hızlı koşabilirdim ama bu da bir işe yaramazdı. Tekniğimi kullanarak son sürat gidersem eminim bu kez de tekniğim işe yaramazdı. Bir denge bulmak zorundaydım, kolay olmadı.
Unutmamak gerekir ki Maradona muhtemelen tarihte doğal yeteneğe sahip en iyi oyuncu. Burada o bu yeteneğinden şüphe duymuyor fakat bunu nasıl daha hesaplı uygulayacağını düşünüyor. Maradona, bu dengeyi buldu, bu yeteneği uyguladı. Başka bir zıtlık. Başka bir nihai sonuç.
Gazeteci Arcucci, bu üstün yeteneğin “ödediği bedelin çok ağır” olduğunu ileri sürüyor. Bu da filmin ana fikrini oluşturuyor.
Belgesel, birçok kişinin özleyebileceği türden umut verici bir notla bitiyor.
Kapadia’nın aslında Maradona’nın erkek bir varis arzusunu vurgulamak ve bunu belgeselinin ana fikri yapmak istediğine dair bir teori var. Bunun yerine sadece kız kardeşlerine ve kızlarına çok fazla yer verilerek ve kapanış jeneriğindeki final sahnesiyle bu arzu üstü kapalı şekilde ima ediliyor.
Sonunda baba, oğlunu mutlu bir şekilde karşılıyor ve kabulleniyor: Maradona ve Diego nihayet barışıyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
https://www.independent.co.uk/sport/football
Independent Türkçe için çeviren: Cenk Korkmazer
© The Independent