Pandeminin gölgesinde eğitim ve geleceği

Independent Türkçe muhabiri Naman Bakaç, pandemi sonrası eğitim hayatına ilişkin durumu uzmanlarla görüştü

Fotoğraf: AA

Dünyada ve Türkiye’de pandeminin seyrinin düşmediği bilakis istatistiki veriler ışığında arttığına dair datalar ortada iken, Türkiye’de eğitim kurumları bilindiği üzere 6 Eylül itibariyle açıldı. Eğitim kurumlarının açılmasıyla birlikte başta veliler olmak üzere, eğitimciler ve öğrencilerde, birçok belirsizliklerin ve endişelerin sürdüğü de bilinen bir gerçekliktir.

Bu gerçeklik doğrultusunda, eğitim kurumlarının sürekli kapandığı bir yaklaşım ne kadar eksikliklerle malul ise de sağlık güvenliğinin az olduğu veya endişelerinin giderilmediği bir ortamda öğrenme süreçlerinin nasıl gerçekleştirileceği de bir muamma. Bu gerçeklik ve muammalar ışığında, yeni eğitim öğretim sezonuna dair bir muhasebe ve bir gelecek projeksiyonu çizmek için bu alanda yetkin akademisyenlerin görüşlerine başvurmak istedik.

Akademisyenlere hem 1,5 yıllık hibrit eğitim modeliyle uygulanan eğitim politika ve hizmetlerinin pozitif ve negatif boyutlarını hem de gelecek için nasıl bir eğitim modelini öngördüklerini, atılması gereken adımların neler olduğunu uzman isimlerle ortaya koymak yeni başlayan eğitim sezonu için önemli olacağını düşünmekteyiz. Bu düşüncelerin neler olduğunu öğrenmek için, Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Emre ERDOĞAN, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nden Prof. Dr. Zafer Çelik, Sakarya Üniversitesi’nden Doç. Dr. Mehmet Emin USTA ve Samsun Üniversitesi’nden Dr. Öğretim Üyesi Adem İNCE’nin akademik birikim ve perspektiflerine başvurduk.

"Uzaktan eğitimin yol açtığı kayıpları gideremedik"

Emre Hocam, pandeminin birçok boyutuna dair saha araştırmalarınızın yanısıra akademik makalelerinizin de varlığından ötürü, öncelikle eğitim öğretimin kesintiye uğraması ya da uygulanan hibrit eğitim modeliyle oluşan öğrenme kayıplarına ve bu kaybın giderilmesine yönelik atılacak adımlara dair görüşlerinizi öğrenmek istiyoruz?

Mart 2020’den beri uygulanmakta olan "uzaktan eğitim" yönteminin bu tür bir dönüşüme hazırlıksız olduğumuzu açıkça gösterdiğini düşünüyorum. YÖK’ün talebiyle bir gecede -haklı olarak- geçtiğimiz uzaktan eğitim, çoğunlukla öğrencinin katılmadığı, hocaların kayda değer bir kısmınınsa sadece tek yönlü bir anlatımı tercih ettiği bir dönem olarak hatırlanacak. Uzaktan eğitimin üç saatlik derslerin bir buçuk saatlik video yayınlarına dönüşmesi, öğrencinin öğrenmesi gerekeni öğrendiği daha etkin bir eğitim anlamına gelmedi, onun yerine müfredattaki konuların tamamlanmasıyla geçiştirildi. Özellikle üniversite düzeyinde öğrenme, sadece ders dinlemeyle sınırlı bir eylem değil, öğrencinin hocayla ve arkadaşlarıyla etkileşimi de öğrenmenin bir parçası, hatta akran öğrenmesi derste öğrenilenlerden çok daha etkin olabiliyor. Uzaktan eğitim yöntemiyle biz bu etkileşimin sağladığı kazanımlara ulaşamadık.

Aslında uzaktan eğitim sınıfta, yüz yüze olmamanın kayıplarını giderecek bazı araçlar sunuyor, ders içi oylamalar, beyaz tahta kullanımı; ders dışında forum ve Wiki gibi uygulamalarla başka bir öğrenme biçimine geçilebilir, ancak gerek biz akademisyenler, gerekse de öğrenciler bu tür uygulamalara pek aşina olmadığımızdan etkin kullandığımızı söyleyemeyiz. Dolayısıyla uzaktan eğitimin yol açtığı kayıpları gideremediğimizi kabul etmemiz lazım.

Öte yandan, öğrencilerimizin uzaktan eğitimde sunulan içeriğe ne kadar eriştiği de bir muamma. Öncelikle uzaktan eğitime erişebilmek bir yapabilirlik meselesi. İçeriğin orada olması erişmek için yeterli değil, başta bir internet hattına, bilgisayara, kendi başınıza kalabileceğiniz bir odaya sahip olmanız gerekiyor. Pandemi döneminde birçok öğrenci ailesinin yanına döndü ve orada bazı ev içi bakım sorumluluklarına sahip oldu. Özellikle kadın öğrencilerimiz annelerinin artan iş yükünü paylaştılar. Bütün eğitim sisteminin uzaktan eğitime geçmesi bu içeriğe erişmek için gerekli araçların -bilgisayar, internet gibi- paylaşılmasına yol açtı, bu da herkes için adil bir erişim anlamına gelmedi. Pandemi döneminin yarattığı moral bozukluklarını, konsantrasyon sorunlarını da unutmamak gerek. Hiç ara vermeden saatlerce bilgisayar başında oturmalarını istemek biraz haksızlık oldu. Bir de çalışmak zorunda olan öğrencilerimiz var, onlar için hayat daha da zorlaştı. Sonuç olarak pandemi dönemi eğitimde eksiklikleri ve eşitsizlikleri daha fazla arttıran bir dönem olduğunu söylemek mümkün.

Prof. Dr. Emre ERDOĞAN-Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi.jpg
Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Emre ERDOĞAN

 

"Okulların açılması ülkenin sosyal sermaye düzeyi ve örgütlenme kabiliyeti ile ilgilidir"

Mehmet Emin Hocam, siz aynı soru için neler söylemek istersiniz acaba?

Konuya şununla başlamak yararlı olacaktır. Türk Eğitim Sistemi dünden bugüne problemli bir sistemdir. Zira Osmanlı’nın son iki yüzyılı da dâhil günümüze kadar çağın insanını yaratabilmiş değildir. Eğitim sistemindeki işleyiş kendinden önceki işleyişle problemlidir. Öncesiyle adeta bir hesaplaşma içindedir. Bu hesaplaşma eğitim müfredatına bile yansımıştır. Sürekli kavga içinde olan ve toplum sürekliliğini dikkate almayan bir eğitim sisteminden çok şey beklenmesi zor olmakla beraber güncel konuya girmek gerekirse; Öncelikle Covid19 salgının sadece Türkiye’ye özgü olmadığını bütün dünyayı etkilediğini belirtmek gerekir. Ancak sonuçları açısından aynı şeyi söylemek mümkün değil. Zira gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkeler ve gelişmemiş ülkelerde salgının ekonomik, sosyal ve pedagoji ile ilgili sonuçları farklı oldu. Bu farklılık neden oldu diye sorulacak olunursa, kabul etmek gerekir ki ülkelerin ekonomik yaşamı idare edebilmek için sahip olduğu mali kaynağa ve sağlık sektörü açısından ülkenin kapasitesine bakmak gerekmektedir. Mali gücü yeterli olmayan ülkeler ekonomi lehine sağlık kısıtlamalarından ödün vermek zorunda kaldı. Türkiye’yi de AVM ve Turizm politikası bağlamında bu kategoride saymak mümkün görünüyor. Okulların açılması ülkenin sosyal sermaye düzeyi ve örgütlenme kabiliyeti ile doğrudan ilgilidir. Örneğin, karantina döneminde bile yeterince örgütlü bir kitleye sahip olamadığımızdan ilgili kurumların uyarılarına rağmen istediğimiz başarıyı yakalayamadık. Karantinayı deldik. Sosyal teması azaltamadık.

Eğitim politikalarına dönmek gerekirse belki salgının yarattığı ilk şok ve belirsizlik nedeni ile okulların tamamında eğitime ara verildi. Ama bu ilk yanlış idi. Zira salgının hiç görülmediği köy ilkokullarında bile eğitime ara verilmesi anlaşılır bir şey değildi. Özellikle birleştirilmiş sınıflı köy ilkokullarını vurgulama sebebim, bu okullardaki çocukların kent merkezlerindeki çocuklara kıyasla daha dezavantajlı olmalarıdır. Bu çocuklar ve hemen yanı başlarındaki taşıma merkezi okullardaki öğrenciler maalesef yeterince nitelikli eğitim alamıyorlar. Bununla beraber salgının etkisinin en az görüldüğü yerler köy ve köy çevresi bölgeler olmalarına rağmen salgının çok yaygın olduğu bölgeler ile aynı kategoride değerlendirildiler. Dolayısıyla buralarda zaten yeterince iyi olmayan eğitim, daha da kötü bir hal aldı. Türkiye eğitime ilişkin kararları merkezden alan bir ülke. Bu eğitim kurumlarının mevzuatından, Bakanlığın örgütlenme biçiminden kaynaklı bir sorun. Bu konuda özellikle karar alma süreçlerine ilişkin olarak okul ve çevre özerkliğinin desteklenmesi gerekmektedir. 

İkinci çok önemli husus fırsat ve imkân eşitsizliğinin bu süreçte daha çok belirginleşmesidir ki, zengin ve yoksul arasındaki uçurum bu süreçte daha da arttı. Ekonomik durumu iyi aileler öğretmenleri eve davet ederek ve teknolojinin tüm imkânlarından istifade ederek çocuklarının eğitim yaşantısını sürdürdüler. Hatta öncekinden daha iyi bir şekilde sürdürdüğü bile söylenebilir. Yoksul aileler ise maalesef MEB’in sunduğu bazı olanaklara rağmen öncekinden daha kötü bir pozisyona düştüler.

Peki, bunun gelecekte ne gibi etkileri olacak? Maalesef çok ciddi etkileri olacak. En önemlisi çocukların sisteme olan zayıf inancı, daha bir zayıflayacak. Çünkü bu süreç eşitsizliği bütün çıplaklığıyla ortaya çıkardı. Türk eğitim sistemi maalesef sınav odaklı. Sınavlar çocukların geleceğe dair her şeyini belirliyor. Çocuklar aynı sınavlara farklı hazırlık ve imkân düzeyleriyle girdi/girecek. Yoksul çocuklar benim günahım neydi diye sordu/soracak? Ve eşitsizlik üzerine kurulmuş bir gelecek inşa edilmiş olacak.

"MEB'in verilerine göre öğrencilerin üçte ikisi, son 1,5 yılda uzaktan eğitime hiç erişmedi"

Zafer Hocam, öğrenme kayıpları ve bunun giderilmesine dönük soruya ilişkin sizin değinileriniz nelerdir?

Türkiye okullarını en uzun süre kapalı tutan ülkedir. Hibrit model adı altında çok kısa süreliğine bazı sınıf düzeylerinde okullar açık tutuldu. Haziran ayında okullar tüm düzeyler için açıldığında ise kimsenin sınıfta kalmayacağının ilan edilmesi ile okullarda yüz yüze eğitime devam oranları çok düşmüştü. Öğrenciler bu bir buçuk yılda uzaktan/online eğitimler ile eğitimlerini sürdürdüler. Milli Eğitim Bakanlığı’nın zaman zaman yayınladığı verilere göre öğrencilerin yaklaşık üçte ikisi bir buçuk yılda hiç uzaktan eğitime erişmedi. Uzaktan eğitime erişen öğrencilerin ise yaklaşık üçte ikisi akıllı telefonlar ile derslere erişim sağladı. Buna ilaveten, yapılan bazı çalışmalarda, kendi gözlem ve çalışmalarımda online derslere katılma düzeylerinin önemli ölçüde farklılaştığı, az sayıda öğrencinin derslere düzenli devam ettiği görülmüştür. Kısacası, öğrenme kayıpları düzeyi oldukça farklılaşmaktadır. Bir yanda bunu en az düzeyde yaşayan bir kesim var iken bir yanda derslere hiç katılmayan, çok az katılan öğrenciler vardır. Bir buçuk yıldır hiç okula gitmeyen bir çocuğu, sınıfı geçmiş gibi kabul edip yeni sınıf düzeyinde derslere başlatmak uygun olmaz. Daha açık ifade edeyim. Dört işlemi unutan ya da zorlanan bir çocuğa denklemler konusunu anlatmanın bir anlamı yoktur. Bunun için etkin bir telafi eğitim programı uygulanmalıdır. Telafi eğimi programında her çocuğun ihtiyacının farklı olduğu dikkate alınmalıdır. Burada ilk yapılması gereken, çocukların okullar başladığında öğrenme kayıplarını tespit edecek bir sınav/test uygulaması yapılmalı. Buna göre telafi eğitimi programları tasarlanmalıdır.

Prof. Dr. Zafer ÇELİK-Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi.png
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zafer ÇELİK

 

"Yoğunlaştırılmış eğitim ile öğrenme kayıpları telafi edilebilir"

Adem Hocam, sizin benzer soruya ilişkin pencerenizden nasıl bir tablo var acaba?

Eğitim öğretim sürecinin sekteye uğramasıyla ortaya çıkan öğrenme kaybının devlet okullarıyla özel okullar arasında mevcut olan farkı daha da açabileceğini öngörmek mümkün. Zira özel okullar erken okula başlama uygulamasıyla, etüt ve benzeri desteklerle bu kaybı gidermeye çalışıyor. Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer’in yakın zamanda "Bireysel olarak benim tüm çabam, aylık geliri ne olursa olsun her bir ailenin çocuğunu devlet okullarımıza gönül rahatlığıyla gönderebilmesidir" şeklinde bir beyanı oldu. Bu iddialı söylemi pratiğe dökebilmek için Bakanlığın son bir buçuk yılda oluşan öğrenme kaybını telafiye yönelik bir çalışmanın içinde olması gerektiği kanaatindeyim. Fakat şu anda böyle bir çalışma yok gibi gözüküyor. Birçok ülke bu kaybı telafi etmeyi, eğitimde bir öncelik addediyor. Bu telafi arayışları içerisinde yoğunlaştırılmış eğitim uygulamaları en fazla öne çıkan seçenek olarak gözüküyor. Müfredatta yer alan temel kazanımların aktarılabileceği yoğunlaştırılmış eğitim ile dönem içerisinde bu kayıplar pekâlâ telafi edilebilir. Geçmişte yapıldığı gibi tatil döneminde telafi haftası yaparak bu kayıpların telafi edilemeyeceğini düşünüyorum.

"Hibrit/melez eğitim modeli tercih edilebilirdi"

İkinci sorumuz ise okulların açılıp açılmamasıyla ilgili olup, her dört değerli hocalarıma şöyle sormak isterim. Pandeminin etkisinin hala sürdüğü, Türkiye’de vaka ve ölüm sayılarının arttığına dair istatistiki veriler ortada iken sizce eğitim kurumları tam açılmalı mı yoksa hibrit model mi uygulanmalı?

Prof. Dr. Emre ERDOĞAN: Pandemi döneminde bütün okulları yüz yüze açmak, bir buçuk yıllık eğitim kayıplarını -ve aslında fazla konuşmadığımız eğitim ekonomisi kayıplarını- gidermek için kaçınılmaz gibi gözüküyor. Yüz yüze eğitim, özellikle velilerin ve yöneticilerin tercihi. Öte yandan gerekli hijyenik ortamı sağlayabilecek miyiz? Maske-mesafe prensibine sadık kalabilecek miyiz? Özellikle üniversite düzeyinde sınıflarımızın tasarımında havalandırma göz önünde tutuldu mu? Öğrencilerimiz bir araya geldiklerinde "mesafeli" durabilecekler mi? Bu konularda ben iyimser değilim, Türkiye’de farklı eğitim kademelerinde sınıfların ne kadar "sıhhi" olduğuna dair yapılmış bir çalışma ben görmedim, bu nedenle de karamsarım.

Diğer ülke deneyimleri bize okulların açılmasının yayılma hızını arttırdığını gösteriyor. Öte yandan çok yüksek aşılanma oranlarına sahip ülkelerde hastalık daha az tehdit oluşturuyor gibi. Oysa ülkemizde aşılanma hızı diğer ülkeler gibi değil, hatta kayda değer oranda bir aşı karşıtlığı var. Böyle bir ortamda okulların açılmasıyla virüs daha hızlı yayılacaktır. Üstelik herkes virüse karşı korunaklı da değil.

Böyle bir ortamda, okulların kapalı kalması bir seçenek değilse, hibrit/melez eğitim modeli tercih edilebilirdi. Ama bu modelin de sadece videoları internete yüklemekten ibaret olmadığını kabul edelim, öğrenciyi sınıfta olmadığı saatlerde de ders ile ilgili meşgul edebilecek etkinlikler geliştirmek ve öğrenciyi katılmaya teşvik etmek gerekiyor. Bu konuda da biz "hocalar" yeterince donanımlı değiliz, geçen yılı da çok iyi kullanabildiğimizi söyleyemeyiz. Büyük çoğumuz kendi yaşam gailemiz içinde kendimizi geliştirmeyi ihmal ettik, haklıydık da.

Eğer hibrit model uygulanacaksa, bu süreçte hem hocaların hem de öğrencilerin çok fazla destek almaları gerekiyor. Bu desteği sağlamadan hibrit model, uzaktan eğitimin daha da kötü bir versiyonu olmaktan ileri gitmez.

"Özellikle ilkokul ve ortaokulların mutlaka açık tutulması gerekir"

Doç. Dr. Mehmet Emin USTA: Ne yapmalı? En zor soru bu. Türk eğitim sisteminin felsefi, tarihi ve psikolojik sorunlarını bir kenara bırakarak en azından mevcut durum üzerine şunu söyleyebilirim. AVM’ler açık, oteller açık, hatta bazı belediyeler konserler veriyor, İstanbul Mısır Çarşısı açıksa, okullar neden açık olmasın? Tabi burada önemli bir husus var. Öğretmenlerde aşılanma oranı oldukça yüksek olduğundan özellikle ilkokul ve ortaokulların mutlaka açık tutulması gerekir. Ortaöğretim okullarının da açık tutularak sürecin izlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Yükseköğretimde toptancı bir yaklaşımı doğru bulmuyorum. Bana göre salgın nedeniyle oluşan pratik duruma en uygun çözüm en küçük birimlerin kendi kararlarını alması. Fakültelerde dekanlıklar bile demiyorum, bölüm düzeyinde bile kararlar alınabilir. Bu kapsamda; a-hibrit, b-tamamen uzaktan, c-tamamen yüz yüze ya da öğrencileri günlere bölmek suretiyle seyrekleştirilmiş oturma düzeni ile bir öğretim sürdürülebilir.

"Okulların kapalı kalmasının çocuklar üzerindeki maliyeti çok daha yüksek"

Prof. Dr. Zafer ÇELİK: Okullar tam zamanlı olarak açılmalı, okullar ilk açılan ve en son kapanan kurumlar olmalıdır. Pandeminin ilk günlerinden itibaren UNESCO, UNICEF, Dünya Bankası, DSÖ gibi kuruluşlar okulların açılmasının en öncelikli politikalar olduğunu vurgulamıştır. Çünkü okulların kapalı kalmasının çocuklar üzerindeki maliyeti çok daha yüksektir. Çocukların bedensel, ruhsal ve zihinsel olarak gelişimlerini sağlıklı bir şekilde sağlamak için okullarda akranları ile birlikte olmalılar. Vaka sayılarının yüksek olduğu bir ortamda risk var. Ancak risk kaçınılmaz bir şey. AVM’ye plaja, düğüne, eş dost akraba buluşmalarına gidildiğinde risk daha fazla. Geçtiğimiz öğretim yılında yapılan birçok araştırmada okullarda özellikle küçük çocuklar arasındaki hastalık bulaşma riski çok düşük olduğu tespit edilmiştir. Zaten CDC ve ABD Başkanı Biden’ın Baş Tıbbı Danışmanı Dr. Fauci okulların en güvenli mekânlar olduğunu ifade etmişlerdir. Son olarak, birçok Avrupalı lider çocukların geleceği için, daha sağlıklı bir şekilde gelişimlerini sürdürmek için okulları açmanın en öncelikli politika olduğunu ilan etmişlerdir.

"Sürecin işletilmesinde okullara özgü yanlar dikkate alınmalı ve okullara inisiyatif verilmeli"

Dr. Öğretim Üyesi Adem İNCE: Eğitime Türkiye’den önce başlayan İskoçya ve Almanya’da okulların açılmasıyla birlikte yeni vakaların sayısında belirgin bir artış yaşandı, ki bu ülkelerde bizdeki önlemlere ilaveten hazır kit ile "evde test" uygulaması da yer alıyor. Türkiye’yi bu ülkelerden daha riskli kılan önemli bir diğer saikin de kentlerdeki nüfus yoğunluğu olduğu kanaatindeyim. Dikey yapılanmanın yaygın olduğu ülkemizde okula gelip-gitme sürecinde vasıtalarda yaşanan kalabalıklık, sınıf mevcutlarının birçok yerde hâlâ fazla olması gibi etkenler Türkiye’yi daha kırılgan kılıyor. Bu hususlardan ötürü okulların tam zamanlı açılmasının ciddi riskler barındırdığı açıktır. Fakat birçok ülke benzer risklere rağmen okulları açık tutmakta gayet kararlı gözüküyor. Türkiye’de değindiğim risklere yönelik ilave önlemler de düşünülerek (mesela her okul kendi covid standardını belirleyebilir) okulların tam zamanlı açılması ve gidişata göre hibrit modele geçilip geçilmeyeceğine yönelik karar verilmesi daha isabetli olacaktır diye düşünüyorum. Türkiye’nin burada yapması gereken şey, süreci işletirken her bir okulun kendine özgü yanlarını dikkate almak ve okullara da belli oranda inisiyatif vermek olmalıdır.

Son sorumuz ise eğitimin sürdürülebilirliği veya geleceği üzerine. Eğitim öğretimi sürdürülebilir bir şekilde kılmak ya da öğrencilerin bilişsel, duyuşsal ve davranışsal boyutlarını güçlendirmek için pratikte ne tür politikalar veya adımlar atılması gerektiğini, her dört akademisyen hocamıza sormak isterim?

Dr.Adem İnce- Samsun Üniversitesi Eğitim Sosyolojisi Öğretim Üyesi.jpg
Samsun Üniversitesi Eğitim Sosyolojisi Öğretim Üyesi Dr.Adem İnce

 

"Öğrenme süreçlerini öğrenciyle beraber düşünerek ve deneyimelyerek sürdürmeliyiz"

Prof. Dr. Emre ERDOĞAN: Genel olarak bizler, öğretim süreçlerimiz üzerinde daha çok düşünmek zorundayız. Her şeye kolayca erişilebilen bir dönemde, yüzlerce üniversitenin binlerce bölümünde aynı konuların benzer şekilde farklı hocalar tarafından anlatılması efektif değil. Ya da aynı konuları her yıl yeniden anlatmamız da vakit kaybı. Bizim öğrenciye nasıl katkıda bulunacağımıza karar vermemiz gerekiyor, benim edindiğim izlenim de öğrenciyle beraber düşünerek, deneyimleyerek ve "feedback" vererek katkıda bulunabiliriz. Tek taraflı dersler bu katkıyı vermek anlamına gelmiyor.

Pandemi döneminde teknolojinin sağladığı avantajları daha yakından gözlemledik. Bu avantajları içselleştirmek gerekiyor, sağlanan olanakları daha fazla kullanmak ve daha etkin nasıl öğretebiliriz, bunun üzerine düşünmemiz lazım. Cesur bir genelleme yapacak olursak ders tasarımları, öğrenme çıktıları, araçların bu öğrenme çıktıları üzerinde etkisi hatta öğrenmenin ölçümü konusunda çok muhafazakârız, sınav yapmakla yetiniyoruz. Oysa nasıl ve ne kadar öğrettiğimiz konusunda kafa yormalı ve mutlaka öğrencilerin geri bildirimlerinden istifade etmeliyiz. Tabii ki yüzlerce öğrencinin ödev ve sınav kâğıtlarını okumakla sorumlu, yayın yapma baskısı altındaki akademiklerin böyle bir vakti ya da enerjisi var mı, o da ayrı bir tartışma konusu. Ama bence efektif olmayan işlerden, tekrarlardan kaçarsak, diğer konular üzerinde düşünme şansımız olur. Her hâlükârda, pandemi sonrasında eğitimin ne anlama geldiğini ve bizim bu eğitim modeli içerisindeki yerimizi daha fazla düşünmemiz gerekiyor.

Doç. Dr. Mehmet Emin USTA: Öğrenme kayıplarına ilişkin olarak sınav ve sonuç odaklı bir sisteme sahip olunması nedeniyle önceki yılı içine alan bütünleşik bir programdan ve ders saatlerinin öğrenci ve veliyi zorlamayacak bir artışından yanayım. Ancak bu programın da başarısı nihayetinde yüz yüze eğitime geçebilme başarımıza bağlı olacaktır.

Doç. Dr. Mehmet Emin USTA-Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi.jpg
Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Emin USTA

 

"Okullar çok daha güvenli mekânlardır"

Prof. Dr. Zafer ÇELİK: Yakın zamanda perspektif.online’da yayınlanacak olan yazımda Türkiye’de alınan önlemler ile ABD, Birleşik Krallık, Almanya ve Kanada gibi ülkelerde alınan önlemleri kıyaslamıştım. Bu ülkelerde okulları açmada alınan önlemler ile Türkiye’deki önlemler birbirleri ile benzerdir. Önlemlerin merkezinde maske, havalandırma, hijyen ve temizlik gibi hususlar öne çıkmaktadır. Vaka sayılarının yüksek olduğu bir süreçte belirli bir endişenin olması normaldir. Ancak okullar çok daha güvenli mekânlardır. Bunun için öncelikli olarak toplumun tüm kesimlerinin daha sorumlu hareket etmesi gerekmektedir. İkinci olarak Bakanlığın toplumu ve paydaşları etkin bir şekilde bilgilendirmesi gerekmektedir. Üçüncü ve en önemlisi çocukların bedensel, zihinsel, sosyal, kültürel olarak daha sağlıklı bir şekilde gelişimleri için okulların açık kalması ve çocukların akranları ile birlikte olması gerekmektedir.

"Okulların açık olacağı dönemde daha çok sosyal öğrenme ortamı oluşturulmalı"

Dr. Öğretim Üyesi Adem İNCE: Geçtiğimiz bir buçuk yıl içerisinde gerçekleştirilen sanal derslerden dolayı daha çok bilişsel kazanımlara odaklanmak zorunda kalındı. Dolayısıyla okulların tam zamanlı açık olacağı önümüzdeki dönemde ben daha çok sosyal öğrenmenin etkin kılınabileceği bir ortamın oluşturulması gerektiğini düşünüyorum. Bakanlığın da bence bu konuya daha fazla eğilmesi gerekiyor. Malum olduğu üzere öğrencilerin okuldan uzak olduğu dönemde en fazla mahrum kaldıkları şey akranlarıyla sosyalleşme idi. Çocukların bu süreç içerisinde karşı karşıya kaldıkları birtakım sosyal ve psikolojik problemlerin de bu sayede bertaraf edilebileceğini ümit ediyorum. Şunu unutmayalım ki, öğrenme kaybı her daim telafi edilebilir, fakat çocukların sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarına yönelik kayıpların telafisi her zaman daha zordur.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU