aşk yanıp biten bir mum değildir – / ama hayat öyledir,
ve aşkla hayat / aynı şey değil
yoksa aşkın seçeneği olsa / hiç kimse ölmezdi
ne demek bu? / gevşekçe bırak elini bir anlığına
merkezimin üzerinde – / dağdaki herhangi
kara kuru bir bitki gibi / iyi davrandım sana, öyleyse
bir iki saatliğine ölme / ya da en azından
kapuskayı karıştırma nezaketini / göster lütfen
Charles Bukowski, Son Derece Şefkatli Bir Kadına Şiir
Şairleri okumak dünyanın en sıkıcı işi diyen adamdı. Hatta eskinin ihtişamlı romancıları için de aynı şeyi söylerdi. "Tolstoy'un özel biri olduğu düşüncesiyle, yatağıma gidip Savaş ve Barış'ı okuyorum. Okuyorum, okuyorum ve kendi kendime diyorum ki; 'Bunun neresi özel?' Gerçekten anlamaya uğraştım. Sadece onu değil, bir sürü büyük şairi de… Tek anladığım lanet olası bir baş ağrısı ve iç sıkıntısı. Gerçekten midemde bulantı hissediyorum" diyen insandı.
Şiirin Hollywood ya Broadway kadar canlı olduğunu düşünürdü. O yüzden şiirin ihtiyacı olan asıl şeyin onu hayata geçirmek için, onu tatbik edebilecek canlı insanlar olduğu kanaatindeydi. Genel anlamda ise şiirin yazanlar tarafından cesaret edilemediği bir tür olageldiği için anlaşılamadığını iddia etti. Şairlerin virane şekilde ölümsüzlüğü bekleyen zavallılar olduğunu söylerdi. Ona göre yazarların da bir mesuliyeti yoktu, sevişmek ve iyi bir sayfa yazmak dışında. Çok iyi olduğu için değil çok kötü olduğu için yazmaya devam ettiğini söyleyecek kadar açık sözlü, tuhaf bir adamdı Charles Bukowski. Aslında tam da 2017'de hakkında yayınlanan bir yazıda tarif edildiği gibi "Peri masallarına inanan, şatosunda hayatının erkeği ya da kadınını bekleyen iyimser insanların peşinden elektrikli testereyle koşan bir realizm bekçisi" idi.
Kirli bir gerçekçiliğin simge ismiydi yani. Yeri geldiğinde vahşi ve hep kavgaya açık kişiydi. At yarışı sevdalısı, alkolik, kadın düşkünü, kadın düşmanı, insanlardan kaçan, mezar taşına bir çift yumruk kazıtan Bukowski'nin bugün 101. doğum günü. "1994'teki ölümünün ardından onun gibisi gelmedi" cümlesini işitse muhtemelen keyifli bir kahkaha patlatıp ağız dolusu küfür ederdi. Yazdığı 45 kitap bir yana onları nasıl ve hangi şartlar altında milyonlarca insanın evine sokabildiği önemli. İşte o yüzden, okusa asla tatmin olmayacağı, uyaklara saydıracağı, siz okurken ise uykulara saldıracağı o kısa hayat hikayesi.
Şiddet uygulayan bir baba, ilkokulda küfürbaz bir kabadayı
Çocukluğunda babasından psikolojik ve fiziksel şiddet gördüğünü söyledi. Sürekli kavga gürültüyle dolu bir evin içinde büyüdü. Çok iyi bir edebiyat öğretmeni olan babasından nefret ederken ondan öğrendikleri de vardı. Okumak ve yazmak gibi hayatını baştan aşağı şekillendirecek iki önemli haslet… Alışkanlıkları yaradılıştan armağandı belki ama tipik bir yazarlık öyküsü değildi onunki.
16 Ağustos 1920'de Almanya'da geldi dünyaya Charles Bukowski. Polonya göçmeniydi. Öğretmen babası I. Dünya Savaşı sonunda Almanya'ya askeri hizmet nedeniyle gelmişti. 2 yaşındayken ABD'nin Los Angeles kentinde soluğu aldılar. Annesi terziydi. Genel hali durağındı Bukowski'nin. Ama daha küçük yaşlardan beri herkesi şaşırtacak patlamalar yaşardı. İlkokul yıllarından onu anımsayanlar kendi halindeki o küçük çocuğun birdenbire küfürbaz bir kabadayıya dönüşebildiğini söylüyor, kendisi de kitaplarında ötesini iddia ediyor. İlkokuldaki öğretmenine, henüz onun minik bir öğrencisiyken sevişmeyi teklif etmesi gibi.
Gelgitli edepsizliğinin yanında koca gençliği boyunca utangaç ve içine kapanık biri olageldi. Çevresindekiler ona kısaca "Hank" ya da "Buko" diye sesleniyordu. Yaşadığı ruhsal gerilimin yüzüne yansıması sivilce ordusuydu. Ailesinin ona giydirdiği kıyafetler ve Alman aksanı gençlik yıllarında başına bela oldu. Çevresindeki gençler, mahallenin çocukları onunla hep dalga geçti. Tüm bunların üstüne babasının kendisine uyguladığı şiddet eklenmişti. Bukowski öldükten 9 yıl sonra gösterime giren "Bukowski: Doğdu" belgesel filminde babasının haftada üç kez kendisini jiletle dövdüğünden bahsetmişti. Psikolojisini altüst eden bu eziyet 6 yaşından 11 yaşına kadar devam etti. Yaşadığı acıdan ders çıkarmayacaktı belki ama kendi deyişiyle istifade edecekti. Çünkü fiziksel ve psikolojik ızdırap yazılarına yardımcı oluyordu. İçindeki buhran gün geçtikçe büyüdü, öfkesi dağın en yüksek noktasına ulaştı ve iç dünyası kâğıda karaladığı birçok cümlenin malzemesi haline geldi.
"Factotum" günleri ve alkol
Evden ayrılmaya karar verdiğinde çok gençti. Dünyanın derdiyle mücadele için birçok geçici işte karın tokluğuna çalıştı. "Ne iş olsa yaparım ağabey" diye özetlenebilecek "factotum" sözcüğü bir bakıma Bukowski'nin gençlik yıllarının özeti niteliğinde. Hatta öyle ki, yıllar sonra kendisi de aynı isimle bir kitap yazacak, 20'li yaşlarında çalıştığı ağır işleri tarif edecekti. Ağır işler, ağır hayat ve hayal kırıklıklarının süsü alkol oldu Bukowski'nin. Henüz ergenlik yıllarının başlarında, alkolik bir cerrahın oğlu olan William Mullinax onu tanıştırmıştı içki şişleriyle. 13 yaşındaydı. O an Bukowski için, bir nevi aydınlanmaydı.
Ağzına ilk yudumu aldıktan itibaren alkol yaşamının büyük bölümünde yer etti. Bukowski için en büyük yardımcısı, yoldaşı oldu. İçki kendisini "kahraman" kılıyordu. 1987'te yakın dostlarından Sean Penn'e verdiği röportajda (ki; eğer kendisini tanımak isteyenler varsa verdiği röportajların okunmaması gerektiğini salık verirdi) içki ile ilişkisini şöyle yorumlayacaktı:
Aslında utangaç, içe dönük biriyim ve içki zamanı ve mekânı arşınlayan, bütün o cüretkâr işleri yapan o kahraman olmamı sağlıyor. O yüzden seviyorum içkiyi. Öyle işte.
O röportajdan 9 yıl önce, 1978'de yayımladığı "Kadınlar" kitabında da benzer cümleler kullanıyordu aslında. Kendisinin tembel olduğunu söylüyor, içkinin bu tembellik haline eşlik ettiğinden bahsediyor, sarhoşluğunun ise ona cesaret verdiğinden dem vuruyordu Bukowski:
İçmeyi severdim, tembeldim. Bir tanrım, politikam, fikirlerim, ideallerim yoktu. Ben hiçliğe yerleşmiştim; bir tür yokluk ve bunu kabul ettim. İlginç bir insan olmadım. İlginç olmak istemedim, bu çok zordu. Gerçekten istediğim, yaşayacağım ve yalnız bırakılacağım yumuşak, puslu bir alandı. Öte yandan sarhoş olduğumda çığlık attım, çıldırdım, kontrolden çıktım. Bir davranışım diğerine uymuyordu. Umursamadım.
Yazarlık, beş parasızlık ve yakası maviye boyanmış bir adam
Los Angeles Lisesi'nden mezuniyetinin ardından Los Angeles City College'de okudu. İki yıl boyunca sanat, gazetecilik ve edebiyat üzerine dersler aldı. 1937-1939 yılları arasıydı. Kentten ayrıldı. Yazar olma hayaliyle gittiği New York'ta mavi yakalı bir işçiye dönüşmesi uzun sürmedi. Gerçekler her zamanki gibi acıydı ama yaşadığı onca acının karşısında onu ne etkileyebilirdi ki?
1940'lı yıllar Bukowski için parasızlık, ucuz ve kötü moteller ile sinekli pansiyonlarda yaşam anlamına gelecekti. Koca bir günü tek bir çikolatayla geçirdiği oluyordu. Yıllar sonra vereceği bir başka röportajda tanesi 5 sent olan Payday marka bir çikolatalı gofreti çok sevdiğini söyleyecek, "Gece bir ısırık alsanız sabaha kadar tadı damağınızda kalırdı" diyecekti. Ucuz işlerde çalıştı, ergenlikten kalma alışkanlığı içmeyi devam ettirdi, sıklıkla yazdı ve yine sıklıkla edebi olarak dışlandı.
FBI tutukladı, II. Dünya Savaşı'na katılmadı
Tarih 22 Temmuz 1944. II. Dünya Savaşı devam ediyor. Bukowski o dönem Philadelphia, Pennsylvania'da yaşıyordu. FBI tarafından tutuklandı, gerekçe asker kaçağı olmasıydı. ABD'nin Almanya ile savaş halinde olduğu bir dönemde ülke pek çok Alman asıllı Amerikalının sadakatsizliğinden şüpheleniyordu.
Gözaltına alındığı kentteki Moyamensing Hapishanesi'nde 17 gün boyunca tutuldu. Askerliğe girişte yapılan fiziksel testin bir parçası olan psikolojik muayenede başarısız oldu. Raporuna "4-F" yazıldı. Yani askerlik hizmeti için uygun değildi. Aynı yıl ilk kısa öyküsü Story dergisinde yayımlandı. Öyküsüne verdiği isim "Uzun Bir Reddin Ardından" oldu.
Posta ofisinde memuriyet günleri
Los Angeles'a geri döndü. Yazmaya ara vermişti, çünkü yayımlayan yoktu. Kısa süre turşu fabrikasında çalıştı. Mezbaha ve köpek bisküvisi fabrikasında çalıştığı gibi bu da geçici bir işti. Ardından ABD'yi dolaşmaya başladı. 1950'lerin başında, Los Angeles'taki ABD Posta Ofisi'nde işe girdi. Sözleşmesi üç senelikti. Üç seneyi tamamlayamadan istifa etti. Bu dönem onun daha sonra kaleme alacağı yarı-otobiyografik eserlerinin temelini oluşturuyordu aslında.
Yine de artık yazı aklında yoktu. Zaten elle yazmaktan nefret ediyordu. Fikrini değiştiren ise 1955'te yakalandığı ülser oldu. Alkol komasına girmişti. Ölümün kıyısına dayanıp tedavi görmeye başladıktan sonra bedeni zihnini uyarmış; hastaneden ayrılışının ardından şiir yazmaya başlamıştı. Uyanışa geçtiğinde 35 yaşındaydı. Ve aynı sene "kasaba şairi" diye tanımladığı Teksaslı bir kadınla, Barbara Frye ile evlendi. Bu kez üç yıla ulaşabildi, 1958'te boşandılar. İlk eşi, Hindistan'da gizemli bir şekilde hayatını kaybetti.
Edebi dışlanmaya ebedi haykırış ve tek çocuğunun dünyaya gelişi
Boşandıktan sonra içki ve yazı hayatının değişmez rutinleri olmaya devam etti Bukowski'nin. Aslında ilk şiirlerinden birkaçı 1950'lerin sonlarında mütevazı bir şiir dergisi olan Gallows'da bir süreliğine yayımlandı. Seneler süren o edebi dışlanma barajını bir şekilde yarmayı başarmıştı. 1960'a geldiğinde Los Angeles'a geri dönüp yeniden postanede memur olarak çalışmaya devam etti. İki yıl sonra kız arkadaşı Jane Cooney Baker'ın ölümüyle dağıldı. Hayatı altüst olurken edebiyat üzüntü ve isyan çukurundan birikenleri, Bukowski'nin hislerini tek tek himayesine alıyordu. İçindeki yıkım bir dizi şiir ve hikâyeye dönüştü. Acısı çok uzun sürmedi. 1964'te Frances Dean Smith'e evlilik teklif etti. Olumsuz yanıt aldı. Aynı yılın eylül ayında aynı kadından evlilik dışı kızı Marina geldi dünyaya.
Bir baba olarak mutluydu. Ama yaşantısını değiştirmedi. ABD'de avangart bir edebiyat dergisi sayılan Nomad onun erken dönem çalışmalarına ev sahipliği yaptı. Bukowski'yi asıl görünür kılan yine o dergide yayımlattığı bir yazıydı. Bugün bile edebiyat çevrelerinde en çok bilinen ve tartışılan makalelerinden biri, 1960 tarihli "Manifesto: Kendi Eleştirmenlerimize Bir Çağrı" yazısıydı bu. Bukowski, edebiyat ve akademi dünyasını ağır sözlerle eleştiriyor, seçkin sınıfla bu kez ciddiyetle dalga geçiyor; belki de kendisi ve onun yolunu izleyenlerin yani kenardan, yani sokaktan gelenlerin edebi dünyasını oluşturması gerektiğinden bahsediyordu. Eleştirirken kullandığı üslup sert ve alaycıydı. Kendisinin de yıllarca edebiyat dünyası dışında kalmasına neden olanları; şiirin, yazının kanunlarını yazan züppeler olarak nitelendiriyordu. Bu kimselerin peşine takılıp, o pürüzsüz yolu izleyenlerin ise müritlerden ibaret olduğundan bahsediyordu. Akademus'un bahçesinden ahkam kesen edebiyatçılar için ise şöyle diyordu manifesto tadındaki-adındaki makalesinde:
Bunlar seçtikleri çevrenin kalabalığıyla büyülenen kendi tarihlerini yaratır, kaydeder ve tartışırlar. Üniversite eleştirmenleri küçük ve sarmaşıklarla bezeli dünyalarının etrafındaki panjurları indirip kaybettikleri prestiji yeniden kazandılar. Geri kalanımız mı? Yıkanmamış, bilardo salonlarında ve arka sokaklarda aylak aylak dolaşan bizlere hüsrana uğramış ve uyumsuz bir gevezelik kalıyor. Daha sezgisel bir güç için belki de bir manifesto gerekli. Çünkü tek başına bir şairin koca üniversite zümresine karşı durması zordur. Amerikan edebiyatının bize düşen kısmı şu. Belki biz de kendi tarihimizi icat etmeli ve kendi tanrılarımızı seçmeliyiz. Yoksa üniversite kürsülerinden kalabalıklara seslenen beş-altı yaşlı adam şiirsel evrenimizin başrahipleri olarak kalacaklar.
"Ortalıkta kimse yokken benden başka köstebek yoktu!"
1963'te Bukowski artık sadık bir takipçi kitlesi edinmişti. Herkes onu yer altı edebiyatının önde gelen bir temsilcisi olarak tanıdı belki ama o kimilerinin gözünde yeraltının değil asıl sokak edebiyatının sahici yazarıydı. Yani sanıldığı gibi 1950-1960'lı yıllarda iyice belirgin hale gelmeye başlayan Beat kuşağının üyesi değildi Bukowski. Post modern edebiyata etkisi yadsınamayacak olan Beat kuşağı üyeleri ABD'de yüceltilen konformist yaşam ve değerlerine karşıydı. Karşıydı karşı olmalarına ama bununla birlikte yüksek sosyo-ekonomik sınıfın çocuklarıydı, bir nevi semavi serserilerdi. Kötü adamlar, karanlık çevreler, sistem dışı dünya, hatta suç dünyası beat'leri cezbediyordu. Bukowski ise canı istediği gibiydi.
Evet, birçok açıdan sorunlu, kaba-saba, kadınlara karşı aşağılayıcı dil kullanabilen, gönüllerini almak için ise sözcüklere sarılmakta beis görmeyen kendi deyişiyle pis bir moruktu. Evet, sisteme karşı eleştireldi ama biraz para kazanmaya başladıktan sonra her yolculuk dönüşü jakuzisine girip saatlerce oradan çıkmayan kişiydi. Ve aynı adam dört-beş gün yataktan dışarı adımını atmayan, bir kutu bezelyeyi midesine indirdikten sonra yeniden yatağa dönen, bir haftanın sonunda bedenini dışarı saldığında doğanın tadını çıkaran, kaldırımda göz göze geldiği ilk insan suretiyle enerjisi yarı yarıya tükenen, insanları "canavarı andıran, aptal, ifadesiz, hissiz, kapitalizmle dolu bir inek" diye tanımlayan, ez cümle insan sevmez, tembel, aykırı bir kişilikti.
"Bildiğim en iyi eğlence kendimim, biraz daha şarap içelim!" diyecek kadar yalnız ve özgüvenliydi. Bununla birlikte asıl yaptığı kurallara kafa tutmaktı Bukowski'nin. Şair Todd Moore'e göre Bukowski hiçbir ekolün ürünü değildi, kendi etinden kemiğinden yazan kişiydi ve yazdıklarıyla ilgili kimin ne düşündüğünü zerre umursamıştı; şu meşhur manifestosu bir köşeye koyacak olursak. Tartışmaya kapalı olmayan ise çağdaşı birçok yazarı ve yazarcığı etkilediğiydi. Moore, ondan etkilenenlerin birçoğunun onun gibi asla kenar mahallelerde yaşamamış, kötü işlere girip çıkmamış orta sınıf gençlerden oluştuğunu söylüyor. İlk kural Bukowski gibi içmek ve onun yazınını taklit etmekti. Bunlar kuşkusuz başarısız taklitlerdi ve muhtemeldir ki, Bukowski'nin nazarında kendi sesinin kötü, biçimsiz yankılarından ibaretti. Sokak ile yer altı edebiyatı arasındaki işleyiş farklı olsa da Bukowski "Ben sizin babanızım, ben koşarken siz altınıza sıçıyordunuz" diyordu belli ki. Avi Pardo'nun eşsiz çevirisinden huysuz ihtiyara kulak vermek belki de en iyisi:
…Siz bana nehirlerden ve yağmurdan söz edin, ben size uyuşturucu ve ıstırap bağımlısı sıska bedenleri anlatayım, kadınsız ve işsiz ve ülkesiz, verilenden daha iyi bir yaşamı hayal ederek, akortsuz piyanolar çalan eşcinsellerden geçilmeyen barlarda ve bok suratlı kasa sahipleri ıslık çalar ölü parayla." …Fakat ben bir süredir şiiri düşünüyordum. Zihnimin arkasında bir yerlerde bekliyordu. Sanıyorum demiryolu işçileriyle batıya, Sacramento'ya yaptığım tren yolculuğu sırasında düşündüm. Sanıyorum 1 numaralı halk düşmanı Courtney Taylor'la aynı hücreyi paylaşırken düşündüm; sanıyorum Los Angeles'ta darmadağın olmuş bir ayyaş odasında kaçarken ödünç alınmış bir daktiloyu bir Filipinlinin kafasına geçirmek için kullandığımda düşündüm… Herkesin savaştan yana olduğu bir dönemde savaşa karşıydım. İyi savaşı kötü savaştan ayıt edemiyordum-hala edemem. Ortalıkta henüz hippiler yokken hippiydim ben; beat kuşağı gelmeden önce beat'tim. Bir protesto yürüyüşüydüm, tek başıma. Yeraltında kör bir köstebektim ve ortalıkta benden başka köstebek yoktu. Daha henüz Yeraltı oluşmadan Yeraltıydım ben. Pis genç bir adamdım. Ben hip'tim zaten…
Aslında tüm bu ifade ediş biçimi, Bukowski'nin kendisiyle övünmesi ve bir parça narsis kişiliği haricinde ne denli yalnızlık sever bir karakter olduğunu da doğruluyor. En güçlü insanların genellikle yalnız olduğunu iddia eden yazar/şair "Hiçbir zaman içimden, 'Şuh bir sarışın içeri girince kendimi daha iyi hissedeceğim' diye geçirmedim. Hayır, onun hiçbir yararı olmaz. İnsanları bilirsin, 'Hey, cuma akşamı, ne yapacağız? Burada kös kös oturacak mıyız?' Evet, kesinlikle. Çünkü yok dışarıda bir şey. Aptallık sadece" diyordu.
Kadınlar, atlar, kediler ve Chianiski karakteri
Çoğu için Bukowski'nin şiir ve öyküleri yaşamının günceleri, yansımalarıydı. Kısa öyküleri ve romanları acımasızca ve kirli bir şekilde gerçekçi ve zaman zaman komikti. Kitaplarında yer verdiği alkolik vasıfsız işçi karakteri Henry Chianiski ikinci kişiliği ya da arzu ettiği kişilik olarak edebiyat dünyasında yer buldu kendine. Hem uzun yıllarını birlikte geçirdiği son eşi Linda hem kızı Marina, Bukowski'nin aslında yazdıklarından beklenilen bir karakter gibi olmadığını söylemelerine rağmen okurları onu Chianiski ile bir tuttu uzunca bir süre.
Kadınlar, yoksullar, alkolikler, seks işçileri, kazanamayan kumarbazlar, atlar, barlar… Onları konu etti kitaplarına Bukowski. 1969'da bir yayınevinden ömür boyu 100 dolar maaş teklifini alınca postaneden ikince kez ayrıldı. Ya posta ofisinde kalıp delirecek ya yazmaya oynayıp açlıktan ölecekti. İkincisini yeğledi. Posta ofisini bıraktıktan sadece bir ay sonra "Postane" ismindeki romanını bitirdi. 1976'da Linda King ile tanıştı. İki yıl sonra birlikte Los Angeles'ta bir liman şehri olan San Pedro'ya taşındılar. Kendisinden 20 yaş küçük sevgilisinin burnunu kırdı. Aynı yıl sağlıklı gıda restoranı işleten, bir başka Linda ile; Linda Lee Beighle ile karşılaştı Bukowski. 1985'te evlendiler. "Öğleden sonra kalkabilmek için yazar olmuş bir alkoliğim ben" diyen adamdı. Tembel bir hergele, üretken bir yazardı. Ölümünden sonra bile okuyucularla buluşmamış şiirleri yayımlandı.
Kadınlara karşı tavrı ve yazdıkları karşısında "şovenist, domuzun teki" diye anıldığı oldu. O ise sürekli içen, sürekli yazan, sürekli insanlarla tanışıp sevişen, hatta üstlerine kusan (istifra eden kibar bir tercüme olacak muhakkak S.A.!), tanıdığı her kadını yatağa atmaya çalışan nemfomanyaktan bir heriften; bir kadına bağlanmayı tercih eden adam olmayı denediğini itiraf edercesine "Kadınlar" kitabını yazacaktı. Yine ardında birçok kavga, gürültü çıkararak… Bir yandan da "Bu adam kadınlardan nefret mi ediyor?" sorusunu sordurarak… Koşulsuz sevdiği tek canlı kedilerdi. Kendinizi kötü hissettiğinizde sadece kedilere bakmanın yeterli olacağını söylerdi. "Kediler her şeyi olduğu gibi olduğunu biliyorlar. Heyecanlanacak bir şey yok. Sadece biliyorlar. Onlar kurtarıcıdır. Ne kadar çok kediniz varsa, o kadar uzun yaşarsınız" derdi. Ölümden korkmadığını, tekrara düşen sıkıcı hayat karşısında ölüme karşı iyi hissettiğini söylemişti. Açlıktan değil ama kanserden gitti. Aykırı sözcüğünü dahi çaresiz bırakacak 1 yüz, hala üzerine tartıştıracak kadar kışkırtıcı 1 insandı kendisi.
Kaynakça:
- Charles Bukowski ve Beat Kuşağı, Jean François Duval
- Charles Bukowski, Manifesto: Kendi Eleştirmenlerimize Bir Çağrı, Nomad Dergisi
- Bukowski Yalnızlığı Anlatıyor, Edebiyat Haber
- Zor Çocuklar Şiir Yazarlar; Sean Penn'in gözünden Charles Bukowski, Interview Dergisi, Eylül 1987
- Bukowski'nin Tek Zaafı: Marina Louise; Esra Eser, Wannart Beta
- Charles Bukowski Yaşamak ve Yazmak Arasındaki Ortak Noktayı Açıklıyor; Burcu Ülker, Kayıp Rıhtım
- Charles Bukowski, Pansiyon Manzumeleri
- Charles Bukowski, Kadınlar
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editoryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish