Ayıp olan, çoğu ideolojik olan uydurma sloganlar altında vatana ihanet etmek, insanların vatanlarını sevmeleri değil, bu insani ve doğal. Yaşadığımız bu Arap dünyasında, teşhir edilmesi gereken bu tür uydurmayı çokça yaşıyoruz. Yani vatandaşların çoğunluğu pahasına başka bir vatanın çıkarlarını yükseltmek için kendi vatanına ihanet etmeyi. Tam olarak öyle olmasa da akla ilk önce, Irak’ta olanlar geliyor; tüm talepleri “özgür ve bağımsız” bir ülkede yaşamak olan Iraklı aktivistlere yönelik organize suikastlardan dolayı Iraklılar benzeri görülmemiş "Beni kim öldürdü?" sloganıyla gösteriler düzenlediler. Bu soruyu soranların Lübnanlı kardeşlerine yönlendirilmeleri olası, zira onlar Refik Hariri’nin öldürülmesinden itibaren cevabı biliyorlar. Son olarak Lokman Salim’e kadar suikasta kurban giden çok sayıdaki Lübnanlı mağduru öldürenin kim olduğu orada açığa çıktı. Bizzat değil, onun nüfuzundan kurtulma çağrısı yapan sesleri susturmaya kışkırtan olarak Lübnan’da bu kişileri öldüren ile Irak’taki aktivistleri öldüren aynı ve Irak’ta suikastlar devam edecek. Fail, Tahran'da karar merkezini elinde tutan güç tarafından iradelerine el konulan, silahlarla yalnızca vatandaşlarına değil, aynı zamanda anavatanlarına karşı çıkmaları için desteklenen Arap gruplar. Açıktır ki Tahran'daki bu güçler, Arap ülkelerinin halk bilinçlenmesi sürecinde okumak istediklerini okuyorlar ve bu Yemen, Lübnan, Suriye ve Irak’ta olsun dengesiz bir okuma. Etki veya çıkar arzusuyla bazılarını cezbedebilir veya anavatanlarının aleyhinde olma noktasına götürebilir ama kesinlikle Lübnan, Yemen veya Irak ulusal kimliğinin ne anlama geldiğini okumuyor!
Irak kimliğine bakmak için Irak'ta kalırsak, bu Irak kültürel kimliğinin kökeni ve derinliği hakkında birçok tarihsel doğrulamayla karşılaşırız. Birkaç örnek verelim; gerek Suriye gerekse Irak tek bir ideolojik parti tarafından yönetiliyordu, o da Arap Sosyalist Baas Partisi ve bu partinin en yüksek sloganı “Ölümsüz Mesaj Sahibi birleşik Arap Ulusu” idi. Gelgelelim her iki ülkenin de özüne yerleşmiş kimlik, ayrılığı dayattı ve bu, çoğu yüzeysel farklı argümanlarla gerekçelendirildi. Ancak gerçek şu ki, ulusal kimlik çözülemez veya aşılamazdı. Bu yüzden, Irak Baası ile Suriye Baası arasında diğer tüm ihtilafları aşan bir ihtilaf vardı. Arap milliyetçiliğinin en eski babalarından olan Satı el- Husri “Irak’ta Hatıralarım” adlı hatıratında bundan daha eski bir örnek veriyor; “Irak monarşisinin ilk döneminde Suriye’den öğretmen desteği talep edildiğinde, Iraklı öğretmenler buna karşı çıktılar. Dikkat çekici bir paradoks ile bunun için kullandıkları slogan da şuydu; “Birliğe evet, istihdama hayır!”
Bunun birden fazla yerde pek çok örneği bulunuyor. Burada ulaşılması gereken fikir şu; Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra gelişen formatıyla Arap ulus devleti, başka bir varlığa entegre olma konusunda Lübnan’da olduğu gibi epey çekingendi. Lübnan’da çeşitli güçler, "Entegrasyon veya Büyük Lübnan içinde kalmak" arasında iyi bilinen ve önemli bir çekişme ve tartışma yaşadılar. Sonunda Lübnanlı seçkinler Lübnan’ın “tam bağımsızlığını” seçtiler ve açıktan veya örtük her türlü nüfuza karşı direndiler. Lübnan kimliği canlı kaldı. Aynı durum Suriye ve Mısır arasındaki birlik tecrübesi için de geçerli. Geçici bir birlikti ve başarısızlığı için farklı gerekçeler öne sürüldü, ama temelinde bir tarafta “Suriye kimliği” diğer tarafta da “Mısır kimliği” vardı. Filistinlilerin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra vücut bulan Ürdün devleti dışında bir devlet taleplerinde diretmelerinin sebebi de bu kimlik eşsizliğiydi.
Temel konumuza dönersek, Arapları birbirine bağlayan bağlar, politikalarda koordinasyonu ve çıkarlarda senkronizasyonu sağlayabilir, ancak tarihsel olarak bir Arap oluşumun farklı bir oluşum içinde “erimesinin” çok zor ve neredeyse imkânsız olduğu aşikâr. İran tarafının Arap arenasına yönelik siyasi okuması genel olarak çok fazla yanılsama taşıyan bir okuma ve ajandasını olduğu gibi geçirmesi mümkün değil. Keza “Velayet-i Fakih gibi bir yönetim şeklini” de dayatamaz. Arap Şiilerin büyük bir grubu, fakihin genel yani siyasi değil, özel bir yetkiye sahip olduğuna inanıyor. İran’ın Irak’ta birlikte çalıştığı grupların tek başına hükmetmesi zor, dolayısıyla ne Velayet-i Fakih ne de Arap Irak kimliğinden vazgeçmek mümkün değil. İran sadece “yabancı güçlerin çıkışı” ve DEAŞ’a karşı mücadele başlığı altında, bazı güçleri silah ve para ile destekleyip, ardından Irak'a sızmasına göz yummaları veya kabul etmeleri için belirli çevreler içinde korku yayabilir. Ne var ki, Bağdat’ın güneyindeki “Cufr es-Sahar” beldesini bir kaleye çevirse de bunların hepsi konjonktürel ve geçici argümanlar. Tahran rejiminin çevresine müdahale etmek için kullandığı temel argümanlardan biri “İran topraklarında savaşmamak için orada savaştığı”, ama bu argüman önemli bir gerçeği atlıyor o da; “Herkes güvende değilse kimse güvende değildir.” Çevrede kargaşanın devam etmesi, halkları açlık noktasına kadar yoksullaştırmanın ve toplumların dikey olarak parçalanmasının yanı sıra tepki biçimleri de oluşturuyor. Bundan etkilenen ülkelerde İran’ın kör akılları sarık ile kandırmaya çalıştığı halkın gözünden kaçmıyor.
İran'ın bölgeye dönük ajandasının ufku kapalı, çünkü ne bu yerel Arap kimliklerin üstesinden gelebilir ne de zaman ona bu konuda yardımcı. Elbette İran'daki mevcut koşullar ve pek çok yanılsamalar taşıyan benimsediği politikalar göz önüne alındığında, çevresine yönelik genel politikasında bir “rotasyon” beklemek zor. Hatta bunun tam aksi geçerli. Nitekim, yanıltmak için yumuşak güç kullanma, nefreti derinleştirmek için mümkün olduğunca mevcut fırsatlardan yararlanma, insanları tasfiye etme ve korkutma, Filistin’deki son Gazze çatışmasında olduğu gibi Arap ilke ve kavramlarını savunduğu iddiasına yanık oluyoruz. Tahran'ın komşularına yönelik politikalarının devam etmesi, insanların ülkelerini sevmesi fikrinin ötesine geçiyor. Onu takip edenler arkasından yürümeye devam edebilirler, ancak eninde sonunda projeyi bütünüyle sona erdirecek ulusal kimliğin gücüyle yüzleşecekler. Nedeni de basit, halkın tamamını öldüremezler.
Son söz; İran'ın müdahale ettiği tüm ülkelerde geleceğin ufku kararırken, toplumlar güvenlik ve umutlarını yitiriyorlar.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.