Siyaset dünyasında son yıllarda kişiselleştirme, üçüncü dünyayı aşan büyük bir fenomen haline geldi. Bu, köklü demokrasiye sahip ülkelerin, demokrasilerinde ve yönetim kurumlarında, büyük, karizmatik ve tarihi lider fenomeninin ötesine geçtiklerine bizler ve diğerleri ikna edildikten sonra gerçekleşti.
Kuşkusuz, Batı Avrupa'nın Latin kesiminde birden fazla demokratik sistemde dahi lider, partiden daha önemli olmaya devam etti. Hatta Fransa’da olduğu gibi demokratik sistemin başkanlık formatı, liderliğini yaptığı veya kurduğu partinin oluşumuna bile adını empoze eden liderin öneminin yerleşmesine ve pekişmesine yardımcı oldu. Bu, General Charles de Gaulle’dan François Mitterrand, Valéry Giscard d'Estaing, Jacques Chirac ve son olarak Emmanuel Macron’a kadar tüm Fransa cumhurbaşkanları için geçerlidir.
Elbette, Amerikan demokrasisinin benimsediği başkanlık biçimi de, ya partisinin yürütme ve yasama organlarına hakim olması durumunda ya da bazı istisnai durumlarda başkanın şahsının istisnai bir haleye bürünmesine katkıda bulundu. ABD, tarihinin birkaç durağında bunu deneyimledi. Parti veya genel siyasi meseleler pahasına parlak haleli ve ışık saçan lider örnekleri arasında en yenisi ve öne çıkanı, Franklin Roosevelt ve 1920'lerin sonlarındaki "Büyük Buhran"dan sonra "Yeni Sözleşme”yi dayatmaktaki rolüdür. Bir diğeri, yaşlanan ve gevşeyen bir Sovyetler Birliği karşısında aşırı sağla bağlantılı “Reagancı” dönemdir. Burada, Ronald Reagan örneğinde, “hale”nin kişisel olsa bile, düşüncenin kurumsal olduğunu ve bu nedenle Reagan'ın rolünün açıklamak, propaganda yapmak ve mutlak bağlılıkla sınırlı kaldığını hatırlatmak gerekir. Dahası, "Reaganizm" halesi, Atlantik Avrupası’nın diğer yakasındaki bir diğer önemli kişisel haleden, Reagan'ın deneyimini ve başarılarını zenginleştiren, ona Amerikan caddesinde dahi ilave bir güvenilirlik kazandıran "Thatcherizm"den yararlandı.
Bu meselenin can alıcı noktası olan üçüncü dünya ülkelerine gelince, - en azından biçimsel olarak - temsili demokrasiyi uygulayan rejimlerdeki “kişiselleştirme” çok daha derin ve köklüdür. Rejimlerin tek rakipleri, Pakistan ve Asya’nın güney ve doğu ülkelerinde olduğu gibi ordunun rolü, yahut Hindistan alt kıtasının dört büyük ülkesinde (Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Sri Lanka) gördüğümüz ve görmeye devam ettiğimiz gibi miras alınmış lider ailelere sadakattir.
İktidardaki tek partinin hegemonyasının daha sonra askeri darbelerle kesintiye uğratıldığı Irak ve Suriye veya özel bir dini varlık statüsüne sahip Lübnan ve İsrail örneğinde olduğu gibi Yakın Doğu'da temsili demokrasiyi uygulayan ülkelerde de durum pek farklı değil.
Bahsedilen dört ülkede, “kişiselleştirme”, yetki kullanımının önemli bir parçasıydı ve öyle olmaya da devam ediyor. Hem Irak'ta hem de Suriye'de ilham verici "lider"in "milli" mücadele, birleştirme ve kurtarma rolüne duyulan saygıya on yıllardır aşinayız. Lübnan ve İsrail'de ve Lübnan ile İsrail arasında ise kaçınılmaz olarak hedefler, endişeler ve siyasi kültür düzleminde temel bir fark var. İsrail'in kuruluşu Irak ve Suriye'deki siyasi aktivizme, mevcut sınırları aşan “milliyetçi” yaklaşım için ikinci bir itici güç sağladı. "Sykes-Picot Anlaşması" ile çizilen "bölünme gerçeği"nin reddedilmesine, Filistin'i özgürleştirme çabası da eklendi. Böylece, "Filistin'i özgürleştirmek" sloganı, hükümetin ve dolayısıyla Arap siyasi sisteminin meşruiyet kriteri, vatanseverlik veya ihanetin tanımı haline geldi. Irak kuvvetleri “Filistin'in kurtuluşunu” hızlandırmak adına 1990'da Kuveyt'e girdi. Ondan önce de Filistin direnişini kendisinden kurtarma bahanesiyle Hafız Esed rejimi yetmişli yıllarda Lübnan'ı işgal etti. Daha sonra 1990'dan 2005 yılına kadar uluslararası toplum ve İsrail’in onayıyla bu “işgalini” pekiştirdi.
Öte yandan, 1920'de Lübnan'da bulunan “çoğulcu” siyasi kültür, Lübnan'ın “Araplığı”, yani Lübnan Arap mı yoksa “Arap yüzlü” mü üzerinden yürütülen bir tartışma, yine vatandaşlık kavramı hesabına mezhepçiliğin kurumsallaştırması için yapılan ikinci bir tartışma ile yok edildi. Bundan sonra, Lübnan siyasi arenasında mezhepçi sinirleri kaşımak, en güçlü silah haline geldi. Bu arenada bir politikacı veya partisine talepkâr siyaseti nedeniyle hesap sorulmaz oldu. Aksine bir liderin gücünü mezhepçi kitlesinin kendisine bağlılığı belirlemeye başladı. Laik ve mezhepçi olmayan partilerin kurulması bu gerçeği uzun süre zayıflatsa da, 1967’deki yenilgiden sonra bu gerçek güçlü bir şekilde geri döndü, 1968 ve 1973'te tırmandı ve 1975'te patlak veren Lübnan savaşıyla zirveye ulaştı. Taif Anlaşması’nın bu savaşın yaralarını sarıp 1990'da sona erdirmesinden sonra bugün, 1979'da Humeyni devrimi ile başlayan İran'ın bölge üzerindeki hegemonya planının olgunlaşması, mezhepçi ve küresel siyasi örtüye sahip bir askeri-güvenlik işgalin gölgesinde kırılgan yapısı ile Lübnan’ı başa döndürdü. Gerçekten de, Lübnan hükümetinin kurulması konusunda yaşanan mevcut anlaşmazlığı, Tahran'ın planına hizmet etmek için, kasıtlı olarak Hizbullah'ın müttefiki olan Maruni Cumhurbaşkanı ile hükümeti kurmakla görevli Sünni başbakan arasındaki "kişisel" bir anlaşmazlık şeklinde tasvir edenler var. Ancak gerçek şu ki, anlaşmazlık esas olarak Cumhurbaşkanı'nın Taif anayasasını baltalama, başbakanın ve arkasındaki Sünni Müslümanların konumunu marjinalleştirme çabalarından kaynaklanıyor.
İsrail'de de Binyamin Netanyahu'nun 12 yıl süren yönetiminden sonra geçen günlerde yaşananların görünür ve örtük bir formu var. Devlet kurumlarından ve partilerinden daha büyük “figürlerin” varlığı, 1948'de İsrail'in kurulmasından önce bile Siyonist harekette iyi bilinen bir fenomendi. Bu nedenle, partilerin oluşumunda, bloklarında ve ister dini kurum, isterse Genel İşçi Sendikası, ordu ve güvenlik kurumları ile olsun, rollerinde sürekli değişiklik ve değişimler gördük. Nitekim, ünlü Mapai (İşçi) Partisi bölündü ve içinden birkaç güç çıktı. Sağcı Herut Partisinin bileşimi değişikliğe uğradı ve parlamentodaki bloğu ve taktiksel ittifakları (Gahal ardından Likud) genişledi. Bu, sosyalist eğilimli Avrupa işçi ve sendika tabanının ağırlığının azalması, Asya ve Afrika'dan, ardından Varşova Paktı ülkelerinin enkazından gelen yeni yerleşimcilerin rolünün artması ile yerleşim düzeni ve demografisinin değişmesinin etkisiyle oldu. Bunların çoğu sağcı, sınırlı demokratik ve sendikal deneyime sahiplerdi. Böylece köktenci sağcı milisler (Menahem Begin ve İzak Şamir gibi) liderlik koltuğuna geçtiler. Yahut generallerin kasları ve askeri kan meşruiyet kriteri haline geldi. Askeri "meşruiyet" kredisini 1976'da Uganda'da düzenlenen "Entebbe Operasyonu"nda subay olan kardeşinin öldürülmesi üzerine kuran Netanyahu'nun rolü işte burada ortaya çıktı. O zamandan beri, manevralar ve pazarlıklar yapıyor, tırmandırıyor ve faşist sağcı yerleşimcilerden güç alıyor. Ne var ki bu süreçte rakiplerinin tabanı da genişledi ve bugün birbirine karşıt güçler ona karşı birleşti.
Burada da sorunun kökeni Netanyahu'nun "şahsı" değil, daha çok İsrail'in tarihinin en zorlu meydan okumasından, yani bir arada yaşama meydan okumasından sürekli kaçışıdır. Zira ülkeler sürekli bir ileri kaçış temeline dayanmazlar.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu