Bingöl-Kiğı-Yayladere köyünden beş aylıkken ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etti. Hep İstanbul’da yaşadı. Son kez doğduğu toprakları sekiz yaşındayken gördü ama bir daha da gitmek istememiş. Çünkü onun için her şey yabancıydı ama köyünü, köydeki akrabalarını, yakınlarını ve onların hikâyelerini annesinden, babasından dinledi. Birçokları gibi Mariyem’de çocuk yaşta işçiliğe başladı. 20 yaşında evlendi üç çocuk ve üç torun sahibi oldu.
Plastik doğrama işçisi ve ilk kadın ustabaşı…
Mariyem Güneş, plastik doğrama işçiliğine nasıl başladığını anlatıyor:
“Lise yıllarında bir süre tekstilde çalıştım. O zamanlar çok ünlü olan Nehir fabrikasında çalışıyordum. O aralar evlendim, derken çocuklar dünyaya geldi ve onları büyütmekle geçti zamanım. Eşim çalışıyordu, ben çocuklara bakıyordum ama gün geldi işe ihtiyacım oldu. Tekstilde iş bulamadım. Bir arkadaşım plastik doğrama işi yapıyordu, “çok zorlanıyorsun. Gel bizim atölyede çalışmayı dene” dedi. Bilmediğim, anlamadığım bir işti ama işe çok ihtiyacım vardı, çalışmak zorundaydım ve karar verdim plastik doğrama atölyesinde işe başladım. O kadar zor durumdaydım ki seçici davranmak gibi bir lüksüm yoktu.
İşe başlar başlamaz, ilk olarak contaları çektim. Bir süre sonra da gelen plastikleri makinede kesmeye başladım. Pencere plastik profil olarak geliyordu, ben makinede kesiyordum, kesildikten sonra kaynak makinasında kaynatıyordum. Yine profiller, orta bağlantılar, vidalamalar. Bağlantıları yapıyordum, contası çekiliyor, bende pencereleri montaja hazır hale getiriyordum ve kendime şaşırıyordum çünkü bunların hepsini ben yapıyordum. Sırasıyla yapılması gereken bütün işlemleri öğrendim, artık ustabaşı olmuştum.
Pencerelerin ölçüsünü almaktan, atölyede pencereleri montaj yapılacak hale getirene kadar bütün işleri yapıyordum. Pencerelerin, kapıların ölçüleri alınırken hepsi 45 derece olmuyordu. Açılarını hesaplıyordum ve bütün hesapları yapıp, makineden profili ben çıkarıyordum. Aklımda, hayalimde olmayan bir işi başardım, tamamen tesadüfen başladığım bir işi yürüttüm.
Bir gün firmadan atölyeyi denetlemeye gelen mühendislerden birisi “plastik doğrama işi yapan ustabaşı tek kadın sensin” demişti. Plastik doğrama atölyelerinde çalışan birkaç kadın varmış ama benim yaptığım işleri yapamıyorlarmış”
Mariyem Güneş, hiç aklına getirmediği ve zorunluluktan başladığı bir işi başarmaktan çok mutlu, gülümseyerek anlatmaya devam ediyor,
“Çalıştığım atölyeye gelenler beni görünce şaşırıyorlardı “sen çay mı yapıyorsun burada?” diye soruyorlardı. Bazıları da “yemek mi yapıyorsun?” diye soruyordu. Üretim yaptığımı öğrenince çok şaşırıyorlardı. İnanmak istemiyorlardı. Toplumda erkek-kadın mesleği diye bir algı var, bir kadının plastik doğrama işinde ne işi vardı onlara göre. Olsa olsa dikiş diker, çocuk bakar, ev temizlerdi. Ben o kadınlardan değilmişim demek ki, erkeğin yaptığı her işi kadında yapar diyerek çalıştım. Bu işi yaptıktan sonra tekstil, ev işleri bana göre işler değil diye düşünmüştüm. Plastik doğrama işini hep hoşuma giderek yaptım. Hesapları doğru yapmak, ölçüleri doğru tutturmak, sorunsuz montaj sonrası çok seviniyordum. Güzel, temiz bir şey üretiyorsun, sonuçta bir şey üretiyorsun ve bunu yaparken büyük bir zevk alıyordum”
Babam hep idolüm oldu.
Mariyem Güneş babasını anlatırken gözleri ışıldıyor, bazen gülerek, bazen de sesi titreyerek konuşmasını sürdürüyor:
“Benim babam Nurettin Göksal çok özel bir insandı, aydın bir insandı, sevgi doluydu. Bir dönem de İstanbul-Etiler’de kapıcılık yaptı. Bir bankada hizmetli olarak çalışırken, banka müşterilerinden Tatyos beyin, “Nurettin efendi, burada yapacağın işi gel bizim apartmanda yap, aileni de getir, çocuklarınla rahat edersin” demesi ve ısrarcı olması üzerine biz Levent’te oturmaya başladık. Birden bire çok farklı çevre, çok farklı ilişkiler içerisinde buldum kendimi. Levent lisesinde okudum, ortaokul kısmında ortaokul ikinci sınıfta okurken, okulumuz öğrencileri tatilde Uludağ’a gezmeye götürüyordu, çok masraflı bir geziydi, ben hiç katılamıyordum. Babamın bu gezi masraflarını karşılayacak ekonomik gücü yoktu. Bunu bildiğim için bu konuda hiç konuşmuyordum ama çok üzülüyordum”
Her gün evimize giren Cumhuriyet gazetesinden tanıdığım Çetin Altan’a mektup yazmaya karar verdim.
“Ortaokul ikinci sınıftaydım. Okulumuzdaki gezi olayını ve bu konudaki düşüncelerimi anlattım ve neden devlet ekonomik gücü olmayan öğrencilerin gezi masraflarını karşılamıyor? Bu haksızlık değil mi? Bizde arkadaşlarımızla geziye gitmek istiyoruz, devletin masraflarımızı karşılaması, ayrımcılık yapılmaması gerekiyor dedim. Çetin Altan mektubuma cevap verdi. Çok mutlu olmuştum. Ona yazdığım için teşekkür ediyordu, bu anlamda güzel şeyler yazmıştı. O mektupta aklımda kalan şu cümleyi hiç unutmadım. “Kızım sistemde böyle şeyler oluyor, derslerini ihmal etmemelisin, çalışmalısın” demesiydi”
Babam ilk kapıcılar sendikasının kurucularındandı…
“Babam kapıcılar sendikasını kurma çalışmaları yaparken, Deniz Gezmiş ile Hüseyin İnan babamın yanına gelmişlerdi, babamı tebrik edip, yardımcı olmak için, yapacakları bir şey olup, olmadıklarını sormuşlardı. Küçüktüm ama çok iyi hatırlıyorum, onların babamla ilgilenmesinden, konuşmalarından, davranışlarından çok etkilenmiştim. Babama sorduğumda onların devrimci olduğunu söyledi ve benim devrimcilerden etkilenmemi sağlayan Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan’dı.
Çocukluğunun travmalarının da olduğunu söyleyen Mariyem Güneş sözlerine şöyle devam ediyor:
“Bunlardan en önemlisi 1977 yılının 1 Mayıs’ıdır. 15 yaşındaydım. Güle oynaya 1 Mayıs kutlamalarına gitmiştim neredeyse bütün mahalle ile birlikte gitmiştik. Babamla birlikte olmak, eylemlere gitmek, katılmak en büyük zevklerimden biriydi ama o gün birden bire ne olduğunu anlamadan bir arbede oldu. Neye uğradığımızı şaşırdık. Kaçan kaçana, ezilen ezilene, panzerler insanların üzerine geliyor, eziyor. Ben korku dolu gözlerle izliyordum. Havadan, nereden geldiğini anlamadığımız yerlerden ateş ediliyordu insanların üzerine. Ben o arada bir şekilde şimdi bile nasıl olduğunu hatırlamıyorum Taksim’deki tuvaletlere doğru kaçtım. O sırada babamı da kaybettim aradım ama bulamadım. Meğer babamı gözaltına almışlar. Ertesi gün eve geldiğinde öğrendik bu durumu. Akşama kadar kurtulanlar bir yerlerde kendilerini korumuşlardı. Sonra yavaş yavaş bir araya gelmeye başladık. Tanıdıklar birbirini buldu, otobüslere binip mahalledeki komşularımızla birlikte mahalleye geri döndük. Günlerce, aylarca o travmayı atlatamadım. Gözümün önünde bir kadın panzerle ezilmişti, o görüntüyü hiç unutamadım. Bugün oldu hala konuşulan bir gündür 1977 yılının 1 Mayıs’ı, hala cevaplanmamış sorular.
Ben plastik doğrama işi yaparken, babam çevremdeki çoğu insanın dediği gibi asla bu erkek işidir demedi, kadın-erkek ayrımı yapmazdı. Hatta benim erkek işi olarak kabul edilen plastik işçiliğindeki başarımı, ödüllendirmek ister gibi bana seslenirken, “ustabaşım” derdi, bu da çok hoşuma giderdi.
Sendikal çalışmalarda yer aldım. Her zaman haksızlıklara karşı çıkmak gelmişti içimden. Sevgiye, barışa inandım, eşitliğe inandım ve bunlar için hala mücadele ediyorum, kavga buysa ben bu kavganın içindeyim. Ben bunu kötülüklerle mücadele olarak düşünüyorum”
Neden Mariyem?
“Mariyem nüfus kâğıdımdaki adım ama ailem bana Meryem dediler hep. İlkokula başladığımda Mariyem ile tanıştım. Eve gelip babama sordum “senin adın Meryem, nüfustaki memur yanlış yazmış” dedi. Bende çok önemsemedim. Hayatım boyunca Gayri Müslim olup olmadığımı sordular bana, değildim ve bunu hep söyledim, olsaydım da bundan asla rahatsızlık duymazdım. Alevi-Kürt bir ailenin çocuğuyum. Yıllar sonra ailemin kökenini araştırdım ama Gayri Müslim bir bağlantı bulamadım. Hoş dediğim gibi benim için hiçte önemli değildi, bulsaydım da memnun olurdum.
Ben bir nüfus memurunun söyleneni yanlış anlaması sonucu hayatım boyunca resmiyette Mariyem, dışarıda Mariyem evde ise Meryem olarak yaşadım. Hayatım boyunca, “Ermeni misin, Rum musun, Süryani misin?” Sorularıyla karşı karşıya kaldım. Babamın kapıcılık yaptığı dönemlerde Gayri Müslim komşularımız vardı ve beni çok severlerdi. Hoş onlar ismimi Mariyem olarak bilmiyorlardı, Meryem olarak bilirlerdi. Sonra öğrendim ki “Meryem Ana” isminden dolayı beni ayrı seviyorlarmış. Bende onları çok seviyordum, çok güzel insanlardı”
Babam Gebze’ye taşınıyoruz dedi.
“Çocukluğumda ekonomik sorunlarla başlayan göç dalga dalga devam ediyordu, babamın, annemin kardeşleri, akrabaları parça parça İstanbul’a taşındılar. İstanbul’un çeşitli semtlerinde bulabildikleri işlerde çalışarak yaşamlarını sürdürmeye uğraşıyorlardı. İlişkilerini hiç koparmadılar. Birbirlerini hep arayıp sordular, bize de çok sık gelirlerdi, babamla sohbet ederlerdi. Yaşam koşulları çok kötüydü. Kaldıkları evlerden ve işlerinden çok şikâyet ederlerdi. Gündelikçi ve çok düşük ücretlerle çalışıyorlardı. Sürekli işleri yoktu. Babam onlar için bir şeyler yapmak gayreti içinde oldu hep ve bir gün eve geldiğinde “Gebze’ye taşınıyoruz” dedi.
Sonrasında Gebze’de, fabrikalarda işler bulundu, gecekondular yapıldı, artık bizler ve bizim gibi ekonomik nedenlerle dün, bugün göç eden insanlarla kocaman bir mahalle olmuştuk. Babam sendika çalışmalarına yoğunlaştı. Elindeki bir miktar parayla anneme küçük bir bakkal dükkânı açtı. Çok ilginç, bir harf, bir rakam dahi yazmasını bilmeyen annem bakkal dükkânını çok güzel işletti ve genişletti. Akşama kadar alışveriş yapanların, “daha sonra ödeyeceğim” diyenlerin bilgilerini, hesaplarını aklında tutuyor, benim işten dönüşümü bekliyordu. Akşam eve geldiğimde bütün onları bana söylüyor bende annemin bakkal defterine hepsini kayıt ediyordum.
Mahallemizden Herkel’de çalışan bir işçi. Sivas’tan bizim gibi ekonomik sıkıntılarla göç etmek zorunda kalan bir ailenin çocuğu olan eşimle bugün birlikte torunlarımıza bakıyoruz”
Mariyem emekli olamayan emeklilerden…
“2012 yılında emekli oldum. Çok erken çocuk yaşlarda tekstil işçiliğinde çalışmış olmam sigortamın da erken ödenmeye başlanması, bana emeklilik konusunda avantaj sağladı gibi. 3600 günden emekliyim, o yüzden emekli aylığım çok düşük. Aslında çalışmak isterdim fakat çok ciddi sağlık sorunlarım var.
Plastik doğrama işi benim iltihaplı romatizma olmama neden oldu. Çalıştığım atölye çok soğuktu, kapılar da sürekli açılıp kapanınca bu hastalığa yakalandım. Üzerine birde şeker hastası oldum. Çok fazla plastik tozu yuttum, ses tellerimde sorun oluştu. Başka bir işte de çalışma şansım yoktu, işimi bırakmak zorundaydım. Ayrıca plastik tozunun kanser olma riskini artırdığını söylediler, henüz olmadım, umarım olmam.
Çalışmadan yaşamımızı sürdürmenin imkânı yok ama insan istiyor ki, yasalarda da var, çalıştığın yerlerin seni hasta etmeyecek olması, insan sağlığına uygun olması, emekli olduğunda ihtiyaçlarını karşılayacak bir emekli aylığının olması. Üzülüyor insan, bunlar zor değil, yaş ilerledikçe emekliliği düşlüyorsun. Dinlenmek istiyorsun ama şimdi aldığımız aylıklarla dinlenerek yaşamak mümkün değil. Yani emekli olamayan emeklileriz. Eşim de emekli ama çalışmak zorunda. Düzenli de iş bulamıyor, iş peşinde koşuyor, çalışıyor geçinebilmemiz için.
Sağlık sorunlarım var ama torunlara bakmak zorundayım. Çünkü kadın işçilerin çocukları için bir kreş yok. Özel kreşlere verecek kadar işçiler aylık alamıyor. Torunlarımı çok seviyorum ama onlara mecbur bakmak değil de, özlediğim zaman bakmak istiyorum.
Bu koşullarda çalışırken, yaşarken haksızlığa uğradığımızı düşünmeden edemiyor insan. Onun için kaç yaşına gelirsem geleyim, haksızlıklarla mücadele etmekten, bunu dile getirmekten vazgeçmeyeceğim”
© The Independentturkish