İran'daki insan hakları Nükleer Anlaşma masasında idam mı edildi?

ABD merkezli bir kurum tarafından yapılan bir araştırmada, 2015'te imzalanan anlaşmaya bağlı kalmanın Tahran'daki siyasi özgürlükler üzerindeki olumsuz etkisine ilişkin endişeler dile getirildi

2015’te imzalanan nükleer anlaşmada İran’daki insan hakları ihlalleri gözetilmedi (AFP)

Nükleer Anlaşma'nın çökeceği korkusu artık kalmadı. Zira ABD Başkanı Joe Biden'ın 2015 yılında imzalanan anlaşmaya uyma taahhütleri, Orta Doğu'da bir nükleer silahlanma yarışını önlemek için barışçıl çözümlere inananların endişelerini gidermek için yetti. Ancak bu kapının kapatılması, önceki Nükleer Anlaşma masasının altında gizlenen başka endişelerin hiç kimse farketmeden ortaya çıkması için bir fırsat verdi.

İran gündemini yakından takip edenler, 5 yıl önce anlaşmanın imzalanma sahnesinin bir parçası olan ABD başkanının, eksik de olsa Tahran'ın nükleer güçlerini kapsayan ve tam çözümleri kabul etmediğini kanıtlamış bir bölgede siyasi davranışlarını içeride ve dışarıda rasyonelleştirmesine katkıda bulunan başarılı bir anlaşma yapmak için anlaşmaya bağlı kalmasının insan hakları dosyalarına ve İran'ın insan hakları siciline gölge düşüreceğinden endişe duyuyor.

Anlaşmanın ilk başta üzerine inşa edildiği fikir bu endişelerin kaynağını oluşturuyor. Nitekim eski ABD Başkanı Barack Obama, İran rejiminin hatalarını gözardı eden ayrıcalıklı anlaşmasını savunurken rejimin sorunlarını parça parça ele almadan tamamen çözmenin imkansız olduğunu, bunun İran'ın füze gücünü ve silahlı gruplara desteğini kırmak için bir fırsat olduğunu, ülke içerisinde özgürlükleri ve insan haklarını güçlendireceğini ve bunun için de İran'ı uluslararası toplumda çevrelendikten sonra problemlerin üzerinde ayrı ayrı çalışılması ve araçları ile üzerine baskı yapılması gerektiğini söylemişti. Bu da güvenli olmayan bir sonuç gibi görünüyor.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Çevreleme politikası

Stanford Üniversitesi'ne bağlı Kamu Politikası Düşünce Kuruluşu Hoover Enstitüsü, İran rejiminin davranışlarını birden fazla durum çerçevesinde inceledi. Başlangıç olarak İran'ı resmi olarak Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) olarak bilinen uluslararası bir anlaşmaya dahil etmenin, rejimi davranışlarını değiştirmeye iteceğine inanan Obama yönetimine odaklanıldı. Bu planın izlediği teoriye göre anlaşmanın daha fazla siyasi hoşgörüyü beraberinde getirmesi ve insan hakları ihlallerini azaltması gerekiyordu.

Ancak gerçeğe bakıldığında rejim sivil toplum, kadın aktivizmi, kamusal ifade özgürlüğü ve iş, ticaret ve yabancı yatırım özgürlüğü fırsatlarına yönelik baskısını iki katına çıkardı. Zira Hoover Enstitüsü'nden araştırmacı Wang Xiyue'nin yaptığı araştırmaya göre rejim "KOEP'in en nihayetinde kendisini çöküşe sürükleyecek bir liberalleşmeye yol açacağından ve anlaşmadan sonraki açılımın sonunun başlangıcı olacağından endişeliydi." Bu endişe, İranlıların anlaşmanın ilk aylarında elde edilen kazanımlara ihtiyatlı bir iyimserlikle yaklaşmasına sebep oldu.

Ancak anlaşma rejimin davranışlarına gerçekten yansımadı ve rejimi makul davranmaya sevk etmekte başarısız oldu. Zira insan hakları ihlalleri açısından defteri kabarık olan ve dünya çapında en yüksek idam oranlarından birine sahip olan bu ülkenin davranışlarını bu yolla değiştirmesi kolay gibi gözükmüyor.

Bununla birlikte İran, insan hakları konusundaki davranışlarını eleştiren insan hakları örgütlerinin raporlarını reddediyor ve yargı sisteminin adalete dayalı olduğunu vurguluyor.

Xiyue'ne göre Batı'nın çevreleme politikasıyla çözülebilecek bir "insan hakları sorunu" olarak tanımladığı şey, İranlı politikacılara göre bundan daha büyük bir şey. Zira "Tahran'daki siyasi rejim, teokratik ve otoriter rejimin dokunulmazlığını korumanın bir biçimi olduğu için vatandaşlarını siyasi ve sivil özgürlüklerden mahrum bırakmayı esas alıyor". Dolayısıyla meselenin bu şekilde çözülmesini beklemek zor.

Tahran, kapalı bir siyasi atmosfer oluşturduğuna dair kendisine yöneltilen suçlamaları reddediyor ve anayasasında birçok ülkede yürürlükte olan siyasi ve sivil özgürlüklerin gerekli olduğu ifadesi yer alıyor.

Ancak sonuç olarak ABD'nin ahlaki liderlik iddiasında bulunduğu özgür dünyanın  rasyonel bir rejim oluşturmada tekrar tekrar başarısız olmasına rağmen meseleleri bu seçicilikle çözme konusundaki ısrarı; yönetimin, tek amaç olarak ABD ve uluslararası güvenliğini korumak için İran'ın nükleer gücünü kırmakla ilgilendiğini gösteriyor. Bu insan hakları da dahil olmak üzere Obama yönetimi için her şeyden önce geliyordu.

ABD'yi medeni ve siyasi haklar için verdikleri mücadelelerinde bir özgürlük işareti olarak gören birçok İranlı, 2009 yılında nasıl terk edildiklerini hala acı bir şekilde hatırlıyor. O yıl milyonlarca İranlı, seçim sonuçlarını protesto etmek ve yetkilileri Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ın lehine olacak şekilde seçimlere hile karıştırmakla suçlamak üzere Tahran sokaklarına dökülmüştü. Güvenlik güçleri protestocuları sert bir şekilde bastırırken sessizliğini koruyan Obama, o zamanlar sadece sınırlı bir eleştiride bulunmuştu.

Tahran, seçimlerin şaibeli olduğuna ilişkin suçlamaları reddetmiş ve muhalefeti, seçimleri ülke rejimine karşı kullanmaya çalışmakla suçlamıştı. Daha sonra da protesto hareketinin önde gelen isimlerinden Mir Hüseyin Musevi, eşi Zehra Rahneverd ve Mehdi Kerrubi'yi tutuklamıştı.

Kaybedilen "Helsinki" fırsatı

Hasan Ruhani 2013 yılında İran'ın yeni Cumhurbaşkanı olarak seçildiğinde nükleer dosyada daha fazla şeffaf olma ve daha çok siyasi hoşgörü gösterme vaadinde bulundu. Ancak İran'ın dini lideri Ali Hamaney liderliğindeki rejimin ve etrafındaki din adamlarının toplum üzerindeki baskılarını azaltmakla ilgilenmedikleri aşikardı. Böylece İran'ın insan hakları alanındaki sicili, Ruhani'nin sözde ılımlı yönetimi altında da temizlenmedi.

Ancak bu, başkanlık gezisinin kapanışını böylesine büyük bir anlaşmayla yapmayı ümit eden ABD Başkanı için hiçbir şey ifade etmiyordu. Başkan Obama nükleer müzakereleri gerçekleştirmeye yeltendiğinde, İranlı-ABD'li araştırmacı Ray Takeyh, 1970'li yıllarında ortasında Sovyetler Birliği ile Helsinki Anlaşmalarında yapıldığı gibi, ABD'nin müzakerelere insan hakları ile ilgili bir unsuru dahil etmesini önerdi.

Söz konusu anlaşma Batı ve Doğu Avrupa arasında ateşkes yapılmasını sağlamış ve her iki taraf için de varoluşsal tehdidin oluşturduğu endişeyi kırmıştı. Buna karşılık bilgi aktarımı ve kitle iletişim araçlarının çalışmasına izin verme zorunluluğu Sovyetlerden alınmıştı ve bu, bazı ihlallere rağmen gerçekleştirilmişti.

Bu ikinci döneminin sonunda olan başkanın gözünden kaçmadı. Ancak seçim döngüsünün baskısı ve başkanlık süresi bitmeden önce anlaşmaya varma ihtiyacı, müzakereleri her halükarda yapmak isteyen Başkan Obama'nın müzakereden beklentilerini önemli ölçüde düşürmesine yol açtı. Böylece insan hakları konusu bir kez daha nükleer silahların yayılmasının önlenmesi için feda edildi.

Azami direniş dönemi

2018 yılının Mayıs ayı Hoover Enstitüsü'nün İran'ın davranışlarını farklı bir ABD yaklaşımı ışığında incelemesi için bir fırsattı. Nitekim bu tarihte ABD Başkanı Donald Trump ülkesinin Nükleer Anlaşma'dan geri çekilerek İran'ın davranışlarına karşı mücadele edeceğini duyurdu. Trump anlaşmanın eksik yönlerine işaret ederek daha kapsamlı bir anlaşma yapmak üzere rejimi müzakere masasına oturtmak ya da bölgedeki istikrarsızlaştırıcı davranışlarını büyük ölçüde kırmak için ABD'nin İran'a tekrar yaptırımlar uygulayacağını söyledi.

Trump yönetimi, İran'ın insan haklarına yönelik büyük ihlallerini pek çok kez kınamasına rağmen, bunu genellikle sadece retorik bir duruşla ifade etti. Zira Trump'ın İran'la yeni bir anlaşma yapmak için 12 ön koşulunun içerisinde insan hakları ile ilgili tek bir madde yoktu.

Ancak Trump'ın ekibi, 800'e yakın cezai kısıtlamayı içeren tarihin en sert baskı kampanyasını başlattı. Böylece zaten kötü bir durumda olan İran ekonomisi daha da çöktü.

Bu yaptırımlar, 2019 yılının Kasım ayında akaryakıt fiyatlarının yükselmesine sebep olduktan sonra ülke çapında öfke dolu vatandaşları tekrar sokaklara dökmeyi başardı. Ancak rejim göstericilere şiddetle karşılık vermekte tereddüt etmedi. Reuters haber ajansına göre o dönemdeki baskı kampanyası yaklaşık "bin 500 kişinin ölümüne yol açtı ki bu, İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana görülen en büyük olaydı". Tahran bu rakamları reddetse de yaklaşık 300 kişiyi öldürdüğünü itiraf etti.

Bu ihlaller, yeni siyaset altında yapılan tek ihlaller olmadı. Uluslararası insan hakları raporlarına göre İran, 2020 yılında İranlı güreşçi Nevid Efkari'yi 2017-2018 yıllarında patlak veren protestolarda bir güvenlik görevlisini öldürdüğü zorla itiraf ettirmesinin ardından idam etti. Buna ek olarak rejim karşıtı gazeteci Ruhullah Zem, Fransa'dan Irak'a çekildi ve daha sonra buradan kaçırılarak aralık ayında idam edildi.

Hoover Enstitüsü'nün yayınladığı aynı rapora göre Tahran rejimi, en nihayetinde "azami baskı" politikasına karşılık "azami direnç" stratejisini seçti. Rejim iki şekilde yaptırımları aşmaya çalıştı. İlki "yaptırımlardan kaynaklanan sorunların üstesinden gelmek için İran'ın dev ekonomisinin sunduğu her fırsattan yararlanma" iken ikincisi "eldeki tüm baskı yöntemlerini kullanarak vatandaşlar üzerinde sıkı bir kontrol sağlama"ydı.

Bu plan tek bir temele dayanıyordu o da; Demokrat Parti yönetiminin düşmanını Oval Ofis'ten çıkarması, getirdiği yaptırım politikasını kaldırması ve 2015 yılında imzalanan KOEP'e geri dönmesiydi.

Değerler ve endişeler arasında

Başkan Joe Biden seçim kampanyası sırasında ve İran yönetiminin istediği gibi kazandıktan sonra nükleer anlaşmaya geri dönme konusunda kararlı olduğunu duyurdu. Ancak bazı değişiklikler yapılıp genişletilmesi gerektiğini söyledi.

ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, anlaşmayı yeniden canlandırmak için hızlandırılmış bir zaman çizelgesi duyurdu. Gözlemcilere göre bu gibi bir duyuru, Obama'nın nükleer silahların yayılmasını engelleme arzusunun diğer her şeyi bastırdığı sırada İran'a yönelik politikasını yansıtıyor. Xiyue'ye göre, Biden yönetimi gerçekten bu tutumu benimserse, İran'daki insan hakları mevzusu muhtemelen ikincil siyasi tartışmaların sınırlarının ötesine geçemeyecek.

ABD yönetiminin anlaşmaya bağlı kalarak ulaşmak istediği aynı sonuçlara yol açabilecek başka bir görüşü olan araştırmacı,  "İran'da siyasi özgürlüğe ve insan haklarına vurgu yapmak, İran halkının yönetimdeki yerini güçlendirmek ve ülkenin kaderini tayin etmek rejimin gerek İran'ın içerisinde gerekse dışında nükleer veya başka türlü tehlikeli davranışlarda bulunmasını engellemeye yardımcı olacak. ABD'nin Orta Doğu'daki bu büyük ülkeyi razı etmek yerine uluslararası toplumda daha sorumlu olacağı bir role itmesinin tek yolu bu" ifadelerini kullanıyor.

Araştırmacı yazısını bitirirken "Bu bir gecede olacak bir iş değil. Washington'un ahlaki tavizler vermesine gerek kalmadan uluslararası barış ve güvenliği sağlamak ve yeni nükleer güçlerin ortaya çıkmasını engellemek gibi elde etmek istediği kazanımlara ulaşması için İran halkının nazarındaki ahlaki duruşunda siyasi bir taahhüt göstermesi gerekiyor" dedi.

Biden Papa 2. John Paul olmasa da, 1978 yılında komünist yönetime baş kaldıran Polonyalılara söylediği sözü ödünç alabilir. Papa 2. John Paul'un "Demir Perde'nin arkasındaki ezilmiş halk sizlere sesleniyorum: Korkmayın!" şeklinde dalga dalga büyüyen sözleri sadece Varşova'da Sosyalist rejimini sona erdirmekle kalmayıp aynı zamanda Doğu Avrupa'da komünizmin tamamen çökmesini sağlayan ayaklanmanın fitilini ateşlemişti.

 

*İçerik orijinal haline bağlı kalınarak çevrilmiştir. Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

https://www.independentarabia.com/node/201911

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU