Mısır, Libya, Suriye ve Yemen gibi ülkeler için yıkım ve ölüm getiren Tunuslu bir gencin bedenini ateşe vererek fitilini yaktığı Arap Baharı'na ilişkin uzmanların değerlendirmeleri devam ediyor.
Independent Türkçe'ye konuşan aydın ve siyasetçiler, "Arap Baharı'nın" kimi ülkeler için "kara kışa" döndüğünü ifade etti.
Hamza Türkmen'e göre Arap Baharı'nın neden olduğu olumsuzluklar fazla ancak Ortadoğu'da her şeye rağmen geleceğe güvensiz olarak bakanların İslami hareketler değil, işbirlikçi yönetimler ve emperyalizm.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ortadoğu tanımının 19. yüzyıldan bu yana birkaç kez zeminini değiştirdiğini belirten Türkmen, "En son tanımlanan kıyısı Akdeniz ile Basra Körfezi arasında bulunan ve halkı Müslüman olan ülkeler için Büyük Ortadoğu denmeye başlanmıştı" dedi.
"Halkı Müslüman Olan Ülkeler" tanımlaması bu ülke yönetimlerinin halkından kopuk ve dış vesayete razı veya vesayeti totaliterce bizzat kendi halklarına uyguladığı rejimleri ifade ettiğini vurgulayan Türkmen, "Adları Krallık, Cumhuriyet, Şeyhlik, Cemahiriyye gibi çeşitlilik gösterse de Müslümanların haklarını gasp eden, Mısır ve Suriye'de olduğu gibi azınlık halklarını da istismar eden baskı ve işkence rejimleriydi sözü edilen" diye konuştu.
Müslüman halkların tarihi süreçleri içinde nimetlerini, dolayısıyla da zindeliklerini kaybetmiş çoğunlar olduğunu kaydeden Türkmen'e göre, Müslüman halklar zaten kendi değerleriyle birlikte zindeleşmeleri yasaklarla, işkencelerle, sürgünlerle, hapisler, idamlar ve diğer infazlarla iç vesayet tarafından engelleniyordu.
"Dünyaya demokrasi ve adalet ihraç etme iddiasındaki küresel kapitalist devletlerin ise bu cürümlerle ilgili gündem defterlerinde hiçbir başlangıç sayfası açmıyorlardı" diyen Türkmen, "Küresel kapitalizm, kontrolden çıkma eğilimindeki vesayet altındaki devletleri gerektiğinde iç muhalefetin önünü açarak korkutup şantaj yapar, gerektiğinde iç muhalefeti de kullanarak yeni küresel dengelere uygun revizyon planlarına gider. BOP bunlardan birisidir. Ama bu denklemde halen son belirleyen kapitalizmin imparatoru ABD olmaktadır" ifadelerini kullandı.
Peki, Arap Bahar'nın kendi dinamikleriyle mi yoksa kurgulandı mı?
Türkmen'in bu soruya uzun cevabı şöyle:
Dolayısıyla siyasal olayların değerlendirilmesinde komploculuğu esas alan gazeteci aydınlar, "Üçüncü Dünya'da" veya "Halkı Müslüman Olan Ülkelerde" bütün sosyal ve siyasal gelişmeleri bu üst senaryoya göre değerlendiriliyor ve ABD'yi en genelinde bir nevi kadiri mutlak olarak görüyorlardı.
17 Aralık 2010'da Tunus'ta Muhammed Buazizi'nin işsizlik nedeniyle kendisini yakmasıyla başlayan diktatör Zeynel Abidin Bin Ali karşıtı gösteriler iddia edildiği gibi Tunus sosyalistlerinin öncü rolü oynadığı Rus Devrimi'ne özenen bir kalkışma senaryosuna sığmayacak kadar kitleseldi ve sınırları aşacak düzeyde kontrol dışı bir hızla gelişti, diğer ülke diktatöryal rejimlerini zorlamaya başladı. 25 Ocak Mısır, 11 Şubat Tunus, 17 Şubat Libya, 15 Mart Suriye devrim süreçleri Fas'tan Yemen'e kadar yayıldı, Körfez ülkeleri teyakkuza geçti. Bu devrimler sürecinin dalgası İran kıyılarına bile ulaştı.
"Uyuyan İslamcı potansiyel işlevsel hale gelmiştir"
Ortadoğu ülkelerindeki rejimlerin kendi halklarına karşı işlediği cürümler, yolsuzluklar ve çürümüşlük ile oluşan potansiyel öfkeyi tabii ki ABD ve koalisyon güçleri takip etmiş ve kontrol dışına çıkmasını engellemek için toplumsal mühendislik hesapları yapmış olabilirler. Hatta muhalif potansiyeli yönlendirmesi için özel eğitim almış unsurları alana da sürmüş olabilirler. Ama bu öfke potansiyeli içinde en güçlü özne İslami çalışmalar veya Türkiye'de 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimine karşı olduğu gibi hak arayışındaki fıtri eğilimler, milli-dindar tepkiler ve duyarlılık düzeyinde de olsa uyuyan İslamcı potansiyelin işlevsel hale gelmesidir.
4 bini kadın olmak üzere 30 bin üyesi senelerce hapsedilmiş, ağır takibat ve baskılara uğramış, geri çekilmiş ama dağılmamış NAHDA Hareketi'nin bugün de Tunus yönetiminde en güçlü organizasyon potansiyelini ifade eden devam edegelen varlığı önemli bir özgünlük ve özgüven kaynağıdır. Aynı özgünlüğü ve özgüveni Mısır'da en başta neredeyse bir asra yaklaşacak ve her türlü zulüm ve sınavlardan geçerek ayakta kalan İhvan-ı Müslim'in ve türevlerinde görebiliriz. Libya'da İhvan'ın illegal yapılanması ile silahlı mücadele birikimini tedhişten ayrıştıran Abdülhakim Belhac grubu gibi unsurların dayanışması da özgünlük itibariyle önemli bir özne olmuşlardır. İman, bağlılık ve şehadet kavramlarını içselleştiremeyenlerin anlayamayacağı bu özgünlük beraberinde özgüveni de getirmiş ve emperyal güçlerin komplolarını akim bırakmıştır.
"Geleceğe güvensiz bakanlar, İslami hareketler değil"
Ama demokrasi ve insan hakları emperyalizmi yapan ABD ve müttefikleri Ortadoğu intifadaları diyeceğimiz yürüyüşün önünü "5'inc Kol" olarak gördüğü ve finansmanına katkıda bulunduğu silahlı güçlerle kesmeye çalıştı. Tunus'ta NAHDA büyük ölçüde, Türkiye'deki iç ve dış vesayeti "Mehter Takımı" taktiği ile aşmaya çalışan Erdoğan iktidarının stratejisini devam ettirmektedir. Mısır'da ABD'den beslenen ordu ve eski Mübarek döneminin 2 milyonluk polis gücü kanlı bir darbe yapmıştır. Libya'da Halife Hafter güçleri dış vesayetin temsilcisi olarak alana sürülmüştür. Suriye halkının özgürlük ve adalet arayışı ise ABD, AB, Rusya güçleri tarafından İranlı ve PKK'lı milislerin de önü açılarak ezilmeye çalışılmıştır. Ama Ortadoğu'da halen geleceğe en güvensiz olarak bakanlar İslami hareketler değil, işbirlikçi yönetimler ve emperyalizmdir.
"Ülkelerin üzerine ölü toprağa serpilmişti"
Hamza Türkmen, Arap Baharı ve sonrası İslam dünyasının- Ortadoğu ve Afrika'daki Müslüman ülkeler- ne kazanıp ne kaybettiği sorusunda birçok argümanla cevap verdi.
Aralık 2010'da Tunus'ta başlayan halk hareketini "Tunus Devrimi" olarak niteleyen Türkmen, benzer nitelemeyi Mısır, Libya, Yemen ve Suriye'deki gösteriler için de yaptı.
Önce iç ve dış vesayet altındaki bu ülkelerin muhalefet hacmini ve niteliğini kestiremediğini, uyuyan insani ve İslami potansiyeli hakkında Türkiye'den bakınca bunun çok da ümit vadeden cümlelerin kurulmasını sağlamadığını dile getiren Türkmen, "Islah-ihya ve inşa çizgisi açısından da hak, adalet ve özgürlükler açısından da sanki bu ülkelerin üzerine ölü toprağı serpilmişti" yorumunda bulundu.
Bölgedeki ekonominin Mısır'da olduğu gibi yüzde 45-60 oranında silahlı kuvvetlerin, geri kalanı da gayr-ı Müslimlerin, diktatör yandaşlarının ve diğer bölüm de rejimin kırmızı çizgilerine dikkat eden müteşebbislerin elinde olduğunu hatırlatan Türkmen, "Örneğin Tunus'ta yazılı ve görsel medyanın hemen hemen hepsi oranın Türkiye'deki TÜSİAD'ın en güçlü patronları Koç veya Sabancı gibi olan Baci Kaid es-Sipsi takımının elindeydi" dedi.
"Muhaberat'ın korkusundan 3 Müslüman bir araya gelemiyordu"
En yakından bildiğini düşünülen Suriye'de dahi Muhaberat korkusundan 3 Müslümanın bir araya gelip sorunlarını ve tebliğ faaliyetlerini müzakere edemediğini hatırlatan Türkmen, şunları kaydetti:
"1982 Hama olaylarından itibaren tutuklanıp zindanlara atılan yakınlarının -ki on binlercesinin- akıbetini bile soramıyor, herhangi bir yapısal ilişkiye girmekten çekiniyordu. 10 milyonluk Tunus'ta 40 bini aşkın siyasi mahkum vardı. 5 milyonluk Libya'da Ebu Selim Hapishanesi'nde gerçekleşen cürümler ve helikopterlerle yukarıdan büyük çöllere atıldığı varsayılan 10 bini aşkın kayıp… Özellikle işkence veya kaybedilme korkusu insan onurundan yana herkes için ülkeyi büyük bir cezaevine dönüştürmüştü. Mısır demokratik seçimlerinde ise diktatör başkanlar seçimleri hep yüzde 99 civarındaki oy oranıyla kazanıyordu (!). İstihdam edilen 2 milyon polis ve 4 milyona yakın emniyet birimlerinin kulakçısı gönüllü istihbaratçılar ülkede bütün nefes alma yollarını tıkıyordu."
"Sisi darbesine karşı direnen Müslümanların iradesinde onur ve özgürlük vardı"
Türkmen devamında ikinci sorumuza şu yanıtı verdi:
"Ortadoğu intifadaları sıkışan gazın patlaması veya denize bastırılan topun avuçtan fırlaması gibiydi. 2013 Rabia Alanı'nda Sisi darbesine karşı ölümüne direnen Müslümanların iradesinde hep onur ve özgürlük vardı. Darbe'nin ertesi günü o meydandan İhvan-ı Müslim'in Genel Başkanı Muhammed Bedii ilerlemiş yaşına rağmen "La ilahi illallah" şiarını açıklayarak şöyle haykırıyordu: ‘Öldürüleceğiz belki birer birer, belki hapsedileceğiz; ama özgürlüğümüzü teslim etmeyeceğiz!' Şu anda vesayete teslim olmayan sürgünde de olsa, muhasara altında da olsa, zindanlarda da olsa aç kalan, hastalanan ve büyük acılar çeken ama diktatörlere ve darbecilere boyun eğmeyerek özgürlüğünün onurunu yaşatan bir dalga oluştu Ortadoğu ülkelerinde. Kaybettiklerimiz ve zaafa düşenler olsa da bu özgürlük, adalet ve fıtrî olanı arayış hamlesi en büyük kazanımımızdır. Bu özgürlük arayışı bir eksistansiyalist veya emansipatif savrulma değildir. Çünkü özgürlük arayışımız bir pergel gibi; ama sabit ayağı Kur'an'la ve mütevatir Sünnet uygulamalarıyla kaim. Post-modern söylemin intifadalar/devrimler potansiyelini asimile edemeyip çaresiz kaldığı denklem de bu."
Uras: "Hiç kimse Tunus'taki gence ‘git kendini yak' diye talimat vermiş olamaz"
Eski İstanbul Milletvekili, siyasetçi Ufuk Uras ise uzun uzun tahlil yapmaya gerek görmedi.
Birinci sorumuzun "kurgulandı mı?" bölümüne itiraz eden Uras, "Kendi iç dinamikleri ile ortaya çıktığında şüphem yok" dedi.
Tunus'ta karşılaştığı haksızlığa isyanın bedenini yakarak göster Muhammed Buazizi'yi hatırlatan Uras, "Hiç kimse Tunus'taki bir gence ‘git kendini yak' diye talimat vermiş olamaz. Arap halklarının kendi iradesiyle hareket edemeyeceğini varsayan bir yaklaşım var ancak o yanlış bir yaklaşımdır" diye konuştu.
"Son derece olumlu ve ciddi bir hareket"
"Genel olarak bakıldığında Prag Baharı'na kim karşı çıktıysa, Arap Baharı'na da aynı kesimler karşı çıktı" diyen Uras, "Yani dünyanın neresinde diktatöryal rejimlere, özgürlük hareketlerine karşı çıkanlar aynı gerekçelerle Arap Baharı'na da karşı çıkmışlardır. Ama sonradan raydan çıkması ayrı değerlendirilmesi gereken bir husustur. Arap Baharı'nın son derece olumlu ve ciddi bir hareket olduğu kanaatindeyim" değerlendirmesinde bulundu.
Müslümanların ne kazanıp ne kaybettiğine gelince Uras bu konuda ümitli olduğunu belirten cümleler kurdu.
"Paha biçilmez bir toplumsal deneyim oldu"
"Bir kere genç kuşaklar çok önemli bir deneyim kazandı" diye konuşan Uras şunları söyledi:
"Yeni bir siyasetten yana olanlar bir dizi değişik siyaset formu geliştirdiler. Zaten Arap Baharı'na eleştirel bakanlar Türkiye'deki Gezi sürecine de Atina ve Mısır'a da eleştirel baktı. Paha biçilmez Arap Baharı deneyimi önümüzdeki toplumsal mücadeleler açısından muhalefete hem ne yapılması hem de ne yapılmaması konusunda çok önemli dersler sundu."
Burkay: "İşsizlik, kötü yaşam koşulları, özgürlüklerin olmayışı…"
Arap Baharı'na ilişkin yorum yapan diğer aydınlardan biri de Kemal Burkay oldu.
Burkay'ın birçok kimliği var. Çok deneyimli bir politikacı. Bunun yanında şair ve yazar kimliği nedeniyle de saygı gören bir isim.
Hayatı mücadele hikayeleriyle dolu olan Burkay, uzun dönem yurtdışında yaşamak zorunda kaldı. Bu nedenle hem içeriyi hem de dışarıyı iyi bilen Burkay, Arap Baharı'nın kurgulanmadığı görüşünde.
Arap sokaklarını hareketlendiren o protestoların dendi dinamikleriyle başladığına inandığını belirten Burkay'a göre, isyan ateşinin yakılmasının en temel nedeni işsizlik, kötü yaşam koşulları, hak ve özgürlüğün olmayışı, ülkenin diktatörlerce yönetiliyor olması.
Olayların önce Tunus'ta birçok sebeple birlikte Zeynel Abidin Bin Ali'nin 23 yıllık diktatörlüğüne karşı, ‘ekmek ve özgürlük' sloganlarıyla başladığını hatırlatan Burkay, "Bilindiği gibi önce bu rejime son verdi, sonra diğer bir bölüm Arap ülkelerine yayıldı" diye konuştu.
Burkay'a göre halk tepkisinde son derece haklıydı. Öfke ise yılların birikiminin ürünü olan yönetimlerin değişmesine yönelikti. Burkay, Tunus'tan sonra dünyanın özellikle Libya, Mısır, Suriye ve Yemen'in altüst oluşlarına tanıklık ettiğini hatırlattı.
"Diktatör yönetimler yıkıldı ama demokrasi gelmedi"
Tunus dışında diğer ülkelerde değişimin pek de olumlu ürünler vermediğine dikkati çeken Burkay, şöyle konuştu:
"Çoğunda iç savaşa ve kaosa, bunun yol açtığı bir yıkıma yol açtı ve bu durum hala devam etmekte. Örneğin Libya'da Kaddafi yönetimi kanlı şekilde devrildi ama yerine istikrarlı, demokratik bir rejim gelmedi. İç savaş içinde ülke bölündü ve ekonomik bakımdan Kaddafi dönemine göre durum çok daha kötüleşti. Yemen ve Suriye'de de benzer bir durum yaşanmakta. İç savaş bu ülkelerde büyük yıkıma, can kayıplarına, göçlere yol açtı ve bu durum devam etmekte. Diğer bir deyişle bu ülkelere beklenen özgürlük gelmedi, halkın ekonomik ve sosyal durumu iyileşmedi, daha da kötüleşti. Mısır'da ise askeri rejim yıkıldı, Mursi'nin başkanlığında İslamcı bir yönetim kuruldu. Ama bu da kısa ömürlü oldu. Aradan iki yıl geçmeden askerler yeniden darbe ile iktidarı ele geçirdiler.
Söz konusu ülkelerde diktatörler gönül rızasıyla iktidarı terk etmediler, direndiler. Bu nedenle süreç çatışmalı biçimde yol aldı. Muhalefet eden, değişim isteyen kitleler ise bölük pörçüktüler ve hedefleri ortak değildi. Bir bölümü özgürlük ve demokrasi istese de bir bölümü radikal İslamcı bir bakış açısına sahipti ve gözleri Orta Çağ'a çevrikti.
"Bahar bekleneni vermedi kısa sürede Arap Kışı'na döndü"
"Böylece başlangıçta, değişime yönelik olan, ‘ekmek ve özgürlük' sloganlarıyla başladığı için destek gören ve ‘Arap Baharı' olarak nitelenen bu dalga, bekleneni vermedi ve kısa sürede "Arap Kışı'na" dönüştü" diyen Kemal Burkay, sözlerini şöyle tamamladı:
"Bunun temel nedeni, kanımca, bu sürecin daha başında yazdığım yazılarda da belirttiğim gibi, Arap-İslam dünyasında demokratik geleneklerin var olmaması, ya da çok zayıf olmasıydı. Böyle ülkelere demokrasi hemencecik gelmez. Değişim süreci sancılı, inişli-çıkışlı olur. Nitekim Batı Avrupa'ya demokrasinin gelmesi ve bugünkü standartlarıyla yerleşmesi yüzyıllar aldı; bu süre zarfında nice etnik çatışmaları, din ve mezhep kavgalarını içeren "Yüzyıl Savaşları, "Otuz Yıl Savaşları", Faşizm dönemi ve 1. ve 2. Dünya savaşları yaşandı. Arap İslam Dünyası'na, bir bütün olarak Ortadoğu'ya çağdaş standartlarda bir demokrasinin gelmesi de belli ki daha çok zaman alacak.
"Arap-İslam dünyasında yakın zamanda çözüm ve değişi için ışık görünmüyor"
Sonuç olarak, şu anda, Tunus'ta kazanılan ve korunan bir ölçüdeki demokratik ortamı saymazsak, ortada pek de kazanım görünmüyor. Bu biraz da Libya, Suriye ve Yemen'de süregelen iç savaş ve kaosun nasıl sonuçlanacağına bağlı. Bu ülkeler kendi dinamikleriyle bu durumu olumlu bir sonuca vardıramazlar. Uluslararası etkin güçler (ABD-Rusya vb.) ile bu ülkelerin nispeten etkili güçlü ve etkili komşuları (Türkiye, İran, Suudi Arabistan vb) ise bu ülkelerde çözüme katkı ve destek sunmaktan çok birer lokma koparma peşindeler. BM ve AB de ne yazık ki kendisine düşen olumlu rolü oynayamıyor. Tüm bu nedenlerle Arap -İslam dünyasında yakın zamanda çözüm ve değişim yönünde pek de ışık görünmüyor."
© The Independentturkish