Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), martta yüzde 19,71 seviyesinde açıkladığı enflasyon oranının nisanda yüzde 19,50'ye düştüğünü duyurdu.
Ancak bu rakam, açıklamalarıyla son yıllarda tartışmalara konu olan John Hopkins Üniversitesi uygulamalı ekonomi profesörü Steve Hanke’ye göre yüzde 46 ve Türkiye hiperenflasyon eşiğine çok yakın.
Hanke, Türkiye ekonimisi hakkındaki görüşlerini ve enflasyon hesaplamasındaki yöntemi Independent Türkçe’ye anlattı.
Ekibiyle birlikte düzenlediği sefalet endeksinde Türkiye’nin Venezuela, Arjantin, İran ve Brezilya’dan sonra beşinci sırada olduğunu söyleyen Hanke, “Türkiye iflas etmiş durumda. Türk Lirası muhtemelen yeniden düşecek. Merkez Bankası’nın kısa dönem borçları ödenip brüt rezervden düşüldükten sonra rezervler de tereyağı gibi eriyecek” ifadelerini kullandı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Hanke, Türkiye’de enflasyonun hızlı şekilde düşmesi için, Türk Lirası’nın altına sabitlenmesi gerektiğini ve Merkez Bankası yerine bir para kurulu kurulması gerektiğini söyledi.
“Bir ekonomide en önemli ‘fiyat’, yerel para ile küresel rezerv para dolar arasındaki döviz kurudur” diyen Hanke’ye göre para birimi için serbest piyasa ve ulaşılabilir veri olduğu sürece, kurdaki değişim, güvenilir şekilde ülkenin enflasyon oranlarının doğru hesaplanmasına dönüştürülebilir.
1990’ların başından bu yana sorunlu para birimleri üzerine çalışmalar yürüten Hanke, Satın Alma Gücü Paritesi'nin (SGP) söz konusu dönüşüme izin verdiğini söylüyor.
Satın Alma Gücü Paritesi nedir?
Peki Hanke’nin “basit ve son derece doğru” diyerek açıkladığı Satın Alma Gücü Paritesi yöntemi ne anlama geliyor?
En basit anlamıyla ülkeler arasındaki fiyat farklılıklarını ölçmek için kullanılan satın alma gücü paritesi, tek bir malın değil çeşitli mal ve hizmetlerden oluşan bir sepete odaklanıyor.
Söz konusu sepetin farklı ülkelerde “kaça geldiğini” ölçen SGP, ülkeler arası fiyat düzeyi farklılıklarını ortaya koyuyor.
Rakamsal olarak örnek vermek istersek: Türkiye’de yaşayan bir tüketicinin marketten alınan bir ürün sepetine 100 lira ödediğini kabul edelim. ABD’de yaşayan bir kişi de aynı mallara toplam 80 dolar veriyor olsun. Dolar/TL kurunun 5 lira olduğu bir ortamda Türkiye’de yaşayan kişinin elinde yalnızca 20 dolar olacak. Bu da 80 dolarlık sepet için yeterli olmayacak, yanı satın alma gücü yetmeyecek.
Hanke Satın Alma Gücü'nü nasıl kullanıyor?
Hesaplamalarında “nispi satın alma gücü paritesini” kullanan Steve Hanke’ye göre iki ülke paraları arasında serbest piyasada oluşan kur değişimi, fiyat düzeylerindeki yani enflasyon oranlarındaki değişim ile doğru orantılı.
Hanke, enflasyonu hesaplarken serbest piyasada oluşan döviz kurunu ve aşağıdaki verileri özel bir denkleme yerleştiriyor:
- Hesaplamanın yapıldığı ülkenin (Örneğin Türkiye) para birimi cinsinden ürün sepetinin fiyatı, ürün fiyatlarındaki değişim (enflasyon oranı)
- Karşılaştırmanın yapıldığı ülkenin (Örneğin ABD) para birimi cinsinden ürün sepetinin fiyatı ve ürün fiyatlarındaki değişim.
Bu denklemin sonucunun “gerçek enflasyon oranını” verdiğini söyleyen Hanke’ye göre oran, yüzde 50’nin üzerindeyse, bu seviye en az 30 gün devam ediyorsa ve fiyatlar gün be gün değişiyorsa ülke, hiperenflasyon yaşıyor anlamına geliyor. Hanke’ye göre Türkiye hiperenflasyonun eşiğinde.
Hanke’nin kendi modelinde dikkat çektiği önemli bir nokta daha var: Hesaplamalarda SGP’nin kullanılmasına karşı çıkan ekonomistlere “Enflasyonun yıllık 30 ve üzeri olduğu ülkelerde enflasyonu ölçmek için SGP kullanılmasına karşı çıkan ekonomistler belli ki literatüre aşina değiller” diyor ve ekliyor:
“Satın Alma Gücü Paritesi genellikle görece düşük enflasyon ortamında, mal ve hizmetlerin fiyatlarından başlanıp, döviz kuru bulmaya doğru ilerliyor. Ancak döviz kurlarıyla başlayıp fiyat değişimlerinin bulunduğu bir hesaplama yöntemi daha var.”
Bir satın alma gücü göstergesi olarak “Big Mac Endeksi”
The Economist dergisinin ilke kez 1986’da yayınladığı Big Mac Endeksi de uluslararası anlamda kullanılan SGP yöntemlerinden biri.
Son olarak Ocak 2019’da yayınlanan rapora göre McDonald's restoranlarında satılan Big Mac çeşidi hamburger, Türkiye’de 10,75 lira. Bu, yaklaşık 2 dolara denk geliyor. ABD’de ise aynı hamburger 5,58 dolar. Big Mac Endeksi ve gerçek dolar/TL kuru arasındaki farkı hesaplayan The Economist, Türk Lirası’nın satın alma gücünün dolar karşısında yüzde 64,2 daha düşük olduğunu ifade ediyor.
Hanke'nin önerdiği çözüm: Sabit Kur ve Para Kurulu
1981-82 yılları arasında ABD’nin 40’ncı Başkanı Ronald Reagan’ın ekonomi danışmanlığını da yapan Hanke için yüksek enflasyonun çözümünde iki önemli yol var: Sabit kur rejimi ve merkez bankasına alternatif bir para otoritesi modeli olan “para kurullarının” kurulması.
Para Kurulları, genellikle sabit kur rejimlerinde, yani yerli paranın değerinin yabancı paralar karşısında belli bir orana sabitlendiği sistemlerde görülüyor. Başka bir ifadeyle bu sistemlerde dolar/TL için bir değer belirlenmişse, Merkez Bankası değiştirene kadar bu oran hep aynı kalıyor.
Hanke, yerli paranın sabitlendiği para birimine “yabancı rezerv para birimi” diyor. Bu dolar da olabilir altın da. Ki Türkiye modelinde Hanke, Türk Lirası’nın altına sabitlenmesi gerektiğini savunuyor.
Hanke’nin tanımıyla Merkez Bankası gibi tahvil çıkarmayan ancak talep üzerine yabancı bir rezerv para birimine sabit bir orandan çevrilebilen banknot ve bozuk paraları basan para kurullarının, döviz kuru politikası var ancak para politikası yok.
Merkez bankalarının aksine parasal takdir yetkisi olmayan para kurulları, karşılıksız para (Altın veya başka bir değerli maden karşılığında çıkartılmış olmayan para) basamıyor.
“Bir para kurulunun operasyonları pasif ve otomatiktir” diyen Steve Hanke, “Kurulun tek amacı bastığı yerli parayı sabit bir orandan rezerv para ile değiş tokuş etmek. Dolayısıyla, dolaşımdaki yerli paranın miktarı, yalnızca piyasa güçleri, yani yerli paraya olan taleple belirleniyor” ifadelerini kullanıyor.
Para kurulu modelinde, söz konusu rezerv paranın (Örneğin altın) miktarının maksimum ya da minimum ne kadar olacağı ise yasayla belirleniyor. Hanke’ye göre bu seviye, para kurulunun parasal yükümlülüklerinin yüzde 100’üne ya da bir miktar üzerine eşit olmalı.
Para kurulunun merkez bankalarının aksine devlet bütçelerini finanse etmediğini vurgulayan Steve Hanke, “Para kurulu hükümet üzerine sert bütçe kısıtlaması ve disiplin getirir. Bu, para kurullarının hak ettiğinden daha az değer gördüğü özelliğidir” diyor.
"Altın, liranın çapası olsaydı enflasyon 24 saat içinde düşebilirdi"
Asya krizinin dünyayı vurduğu 1997’den 2002’ye kadar Bulgaristan Devlet Başkanlığı’na, 1994’ten 1996’ya kadarlık süreçte Litvanya’ya, 1995-1996 yılları arasında Venezuela’ya ve 1998’de Endonezya hükümetine danışmanlık eden Steve Hanke, para kurullarının yaklaşık 70 ülkede var olduğunu ve hiçbirinin başarısızlığa uğramadığını savunuyor.
Sabit kur rejiminde faaliyet gösteren bir para kurulunun basacağı yerli para, endeksleneceği (ya da çapalanacağı) rezerv para biriminin (Örneğin altın) miktarı kadar olacak. Hanke bu durumu, “Yani yerli para birimi, çapalandığı para biriminin klonundan başka bir şey değil” diyerek açıklıyor.
“İstikrar her şey olmayabilir ama her şey istikrar olmadan bir hiçtir” diyen Hanke’ye göre eğer düşük riskli altın, liranın çapası olsaydı, enflasyon 24 saat içerisinde düşebilir, faiz oranları gerileyebilir ve bir istikrar kurulabilirdi.
1997 yılının Bulgaristan örneğini veren Hanke, komünizmden çıkmış bu Balkan ülkesinin o dönem ekonomisi küçülmüş, borç batağında ve yüzde 242 enflasyona sahip olduğunun altını çiziyor:
“Ocak 1997’de Petar Stoyanov’un danışmanı oldum. 1 Temmuz 1997’de Para Kurulu kuruldu ve her şey çok hızlı gelişti. Enflasyon ve faiz oranları geriledi. Birkaç hafta içerisinde Stoyanov memnuniyetini ifade ederken her şeyin beklediğinden çok daha hızlı geliştiğini söylüyordu. Hatta çok sonra yaptığı bir açıklamada para kurullarının yarattığı istikrar olmasa ülkesinin 2004’te NATO’ya, 2007’de Avrupa Birliği’ne girerken çok daha fazla zorlanacağını belirtmişti.”
Türkiye’ye aynı şeyi 2000-2001 krizinde de tavsiye ettiğini hatırlatan Hanke, bahsettiği dönemde ekonomist Kurt Schuler ile birlikte “Gelismekte Olan Ülkeler Için Para Kurullari El Kitabı” adlı bir kitap da kaleme aldı.
Kitapta liranın, 1 Ocak 2002’de dolaşıma giren euroya sabitlenmesi gerektiği ifade edilirken Merkez Bankası’na yönelik eleştirileri bugün piyasanın yaptığı eleştirilerle de paralellikler gösteriyor:
“Ortodoks bir para kurulu, ayarlanabilir sabit döviz kuru sisteminden ziyade, sabit bir döviz kuruna sahiptir; Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın yaptığı gibi ticari bankalara ödünç vermez. Şeffaflığı garanti altına alan ve onu siyasi baskılardan yalıtan kurumsal özellikleri vardır; ki Merkez Bankası bu özelliklere sahip değildir.
Liranın istikrarsızlığının temel nedeni, döviz kuru ister ayarlanabilir-sabit, isterse de dalgalı olsun liranın siyasi denetime maruz kalmasıdır. Türk hükümeti, bütçe açıklarının çoğunu yeni lira basarak finanse etmektedir. Resmi ‘bütçe-kaynaklı’ açıklara ek olarak, bir de banka kurtarmak gibi bazı faaliyetlerden kaynaklanan ‘bütçe-dışı’ açıklar vardır. Merkez Bankası’nın çok az bir siyasi bağımsızlığı vardır ve bütçe açıklarını finanse etmeye direnebilme gücü bulunmamaktadır.
Türkiye’nin ve diğer gelişmekte olan ülkelerin tecrübeleri ciddi bir biçimde ortaya koymaktadır ki, bir merkez bankası tarafından çıkarıldığı sürece, lira istikrarsız bir para olmaya devam edecektir. Bununla birlikte, lira istikrarlı hale getirilmedikçe, Türkiye’nin ekonomisini modernize etmek veya reforme etme çabaları, güçlükler ve yanlışlıklar içinde sürüklenmeye devam edecektir.”
Hanke'ye eleştiriler
Para politikası kurulları ve sabit kur rejimine yöneltilen eleştiriler, kara borsada bir döviz fiyatı oluşabileceği, ekonomi otoritelerinin yetkilerinden vazgeçmeyeceği, liranın aşırı değerleneceği ya da aşırı değer kaybedeceği sorununu doğurabileceği başlıkları etrafında toplanıyor.
Ekonomist Mahfi Eğilmez, "Kendime Yazılar” adlı bloğunda 10 Ağustos 2018’de “Türkiye Sabit Kur Rejimine Geçebilir mi?” başlıklı yazısında Türkiye’deki geçmiş “sabit kur rejimi” örneklerinden hareketle açıklıyor konuyu:
“Türkiye 1980’li yıllara gelene kadar sabit döviz kuru rejimi uyguladı. Bu rejim, TL’nin değerinin Merkez Bankası’nca belirlenmesi ve o değerde sabit tutulması yoluyla uygulanan sabitleme rejimi biçimindeydi. TL’nin değerinde ortaya çıkan ve çoğunlukla değer kaybı biçiminde olan değişiklikler genellikle bir defada ve devalüasyon biçimindeki müdahalelerle düzeltiliyor ve bu kez yeni eşitlik yeni sabit kur olarak belirleniyordu. Bu uygulamanın olduğu dönemlerde kimin ne kadar ve ne zaman döviz alacağına Hazine karar veriyordu. Bu uygulama döviz yetersizliği çekilen ve taleplerin karşılanamadığı dönemlerde (ki bu sıklıkla olurdu) döviz karaborsası yaratıyor, yasa dışı yollarla döviz giriş çıkışı yaşanmasına yol açıyordu.
Türkiye 1980’lerde döviz kurlarının piyasada belirlendiği ancak Merkez Bankası’nın müdahaleleriyle yön verdiği müdahaleli dalgalı döviz kuru rejimine geçti. Bu rejim 2000’lere kadar sürdürüldü. Kur rejimindeki üçüncü değişiklik 2000’lerde yapıldı ve 2001 krizi öncesinde Türkiye bant içinde dalgalanma rejimi uyguladı. Bu rejim uzun süreli olmadı ve 2001 kriziyle birlikte çöktü. Kriz sonrasında Türkiye dalgalı kur rejimine geçti.”
Sabit kur rejiminin sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir sistemde uygulanamayacağını söyleyen Eğilmez, söz konusu rejime geçebilmek için öncelikle sermaye giriş çıkışının denetim altına alınması gerektiğini vurguluyor.
Bu durumun da isteyenin istediği zamanda elindeki veya banka hesabındaki TL’leri verip istediği yabancı parayı alabilmesi olanağını kaldıracağını söyleyen Eğilmez, “Bu sistemde kimin ne kadar, ne zaman yabancı para alacağına devlet karar verir. Yurt dışına para göndermek veya yurt dışından döviz getirmek devletin iznine bağlı olur” açıklamasını yapıyor.
"Ekonomi yönetiminin kendi yetkilerinden vazgeçmesi demek"
Borç ve finansman üzerine araştırmalarını sürdüren siyasi analist Ali Rıza Güngen de bu modele eleştirel bakanlar arasında.
Güngen, 14 Ağustos 2018’de “Kriz Notları” adlı blogda kaleme aldığı yazıda modelin uluslararası arenada yankı bulmasının nedenini “Ortada kıpırdayamayan bir ekonomi yönetimi, komplo teorilerinden başını kaldıramayan gündem izleyicileri ve hareketsiz bir muhalefetin olmasından” diyerek açıklıyor ve ekliyor:
“Avro’nun yaratılması sürecinde bazı ülkeler, ya da kurdaki oynaklığı sonlandırmak üzere bazı Latin Amerika ülkelerinde uygulanan Para Kurulu para istikrarını sağlarken, para politikasının bağımsız belirlenme ihtimalini ortadan kaldıran bir düzenleme. Paranın bir değere sabitlendiği ve serbest sermaye hareketlerinin görüldüğü bir ekonomide başka türlü gerçekleşmesi de mümkün değil.”
Türkiye’nin söz konusu kur rejimini uygulamasının önünde siyasi engel olduğunu söyleyen Güngen, “Döviz girişine bağlı olarak para tabanını ayarlamak ekonomi yönetiminin kendi yetkilerinden vazgeçmesini, kredi genişlemesini çok seven yetkililerin istifasını gerektiriyor” ifadelerini kullanarak şu örneği veriyor:
“Sabitlenmiş olduğu para biriminin geçerli bulunduğu alandaki ekonomik gelişmeler üzerinden paranın aşırı değerlenmesi ya da değer kaybına devam etmesi söz konusu olabilir. Dolayısıyla bu tarz bir yetki kaybının sonu da aslında ekonomik kırılganlığın artışı olabilir.
Bunlar kadar önemli ve son olarak Para Kurulu rejiminin Merkez Bankasının son kredi merci olarak müdahale etkisini ortadan kaldırmasını eklemek gerekli. Değer sabitlemesi, yerleşik hale geldiği anda özel sektörde açık pozisyon verme eğilimini güçlendirecek bir taahhüt sunarken, Türkiye gibi finansal krize sürüklenmekte olan bir ülkede Merkez Bankasının finansal sektörü kurtarma kapasitesinin bile-isteye aşınması gündeme gelemez.”
"Para Kurulu'na bürokratik atalet izin vermemişti"
Türk Lirası para biriminin “YTL” olduğu 2006’da Türkiye-Belçika Ticaret Odası’nın düzenlediği bir toplantıya Hanke ile birlikte katılan ekonomist Asaf Savaş Akat, hem toplantıyı hem de Hanke’nin görüşlerini Milliyet’teki köşesine taşımıştı.
Hanke’nin döviz kurunun hükümet ya da Merkez Bankası tarafından idari anlamda sabitlenmesini yeterli bulmadığı için bu rejimi savunduğunu kaleme alan Akat, 14 Eylül 2006 tarihli yazısında şu ifadelere yer verdi:
“Sabit döviz kuruna kanunlar hatta anayasa düzeyinde garanti istiyor. 1990’ların ikinci yarısında ‘Para Kurulu’ Türkiye’de de tartışıldı. Ben 1998 ilkbaharında para kuruluna geçilmesini önerdim. Bürokratik atalet izin vermedi. Hala önemli bir fırsatın heba edildiğine ve ekonominin boş yere büyük bedel ödediğine inanıyorum.
‘Para Kurulu’ ile döviz giriş-çıkışları para arzını ve dolayısı ile kısa vadeli faizleri belirliyor. Yani fiilen para politikasından vazgeçilmesi anlamına geliyor. Son beş yılda yapılan para politikası hatalarının Türkiye’ye verdiği zararı düşünürsek fena fikir olmayabilir.”
Akat’a göre sabit kur rejiminin cevap bulamayan en önemli sorularından biri de kurun hangi seviyede sabitleneceği.
Çünkü borçlanması büyük oranda döviz üzerinden olan bir ülkede belli bir seviyeye sabitlenen kurun aynı anda tüketiciyi de yatırımcıyı da sanayiciyi de çiftçiyi de ihracatçıyı da memnun etmesi zor.
© The Independentturkish