Dört Halife döneminin sona ermesi ve Emevilerle Muaviye'nin iktidarı ele geçirmesi ile başlayan sultanlık döneminde devlet yönetimi için birçok kurum (ordu, polis, mahkemeler, posta hizmetleri, vergi toplama kurumları…) kurulmasına rağmen "yasama, yürütme ve yargı"da sonuç olarak 'keyfilik' söz konusudur.
Bu ifadeden hiçbir kural ve ilkenin olmadığı, her şeyin keyfi bir şekilde uygulandığı sonucu çıkarılmamalıdır.
Bütün bu sultanlık dönemlerinde halkın geneli için İslami kurallar elden geldiğince işletilmiş ve yönetim için oluşturulan kurumlar genelde İslami esaslara göre şekillendirilmiştir.
"O halde yasama, yürütme ve yargıda bahsettiğimiz keyfilik nedir" diye sorulabilir. Benim anlatmaya çalıştığım ve söylemek istediğim sistemin ana paradigmaları ile ilgilidir.
Öncelikle "yasama"dan başlayacak olursak; çıkarılan yeni yasalarla ilgili herhangi bir yasa yapıcı kurum yoktur. İçtihatlarla verilen hükümlere (fetva, yorum ve cevazlar) sultan uyup uymamakta serbesttir.
Bir başka ifade ile istediğine/beğendiğine uyar, istemediğine/hesabına gelmeyene ise uymaz, hesap vereceği bir kurum ve kuruluş da yoktur.
Bu nedenle Emevi ve Abbasi dönemleri ile sonraki dönemlerde hüküm süren sultanlarla büyük imamlar arasında sürekli bir gerilim ve tartışma yaşanmıştır.
İslam'ın ana ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olan âlimler ellerinden geldiğince yargı bağımsızlığına dikkat ederek, sultanların siyasetlerine alet olmadan hüküm vermeye çalışmışlardır.
Bu noktada Ehli Sünnet âlimleri İmam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Hanbel ve Şia'nın büyük müçtehidi İmam Caferi Sadık'ın hayatları önemli örneklerdir.
İmam Ebu Hanife (699-767)
Asıl adı ve tam künyesi; Nu'mân bin Sâbit bin Zûtâ bin Mâh olan Ebu Hanife, aslen Afganistan'ın Kabil şehrinden olan ve ticaretle uğraşan; varlıklı, Fars bir ailenin çocuğudur.
Ömrünün elli iki yılı EmEmevilervîler, on sekiz yılı Abbâsîler döneminde geçen Ebû Hanîfe, İslam tarihinin en çalkantılı dönemlerinden biri olan, Emevilerin son dönemleri ile Abbasilerin iktidara gelişleri ve ilk dönemdeki uygulamalarına bizzat şahit olmuştur.
Hayatı boyunca aktif siyasete karışmamakla birlikte, Ehli Beyt'e büyük bir sevgi ve saygı beslemiş ve taraftarları olmuştur.
İmam Zeyd ve İmam Cafer'le arkadaş olduğu, İmam Cafer'den ders aldığı, İmam Zeyd'in 740 yılındaki kıyamını hem fetvalarıyla ve hem de maddi yardımlarıyla desteklediği bilinmektedir.
Son Emevi halifesi 2. Mervan'ın, 747 yılında teklif ettiği Kufe Kadılığını, her türlü baskıya rağmen kabul etmeyince hapsedilmiş ve dövülmüştür.
Hapisten çıktıktan sonra Mekke'ye gitmiş ve Emeviler devrilinceye kadar da Mekke'de kalmıştır.
Ehli Beyt adına siyaset yaptıklarını söyleyen Abbasiler iktidara gelince tekrar Kufe'ye dönmüş ve Ebul Abbas Seffah'a biat etmiş, Abbasilerin gerçek yüzü ortaya çıkıp Ehli Beyt'e tavır almalarından sonra onlara da muhalif olmuş ve Mekke'ye geri dönmüştür.
Ebu Abbas Seffah'ın ölümünden sonra tekrar Kufe'ye dönerek ders halkasını genişleten Ebu Hanife, 762 yılında Hz. Hasan'ın torunu Muhammed Nefsüzzekiye ve kardeşlerinin öldürülmesi, babaları Abdullah'ın da 3 yıl çok kötü şartlar altında tutuklu kaldığı Kufe hapishanesinde ölmesi üzerine Abbasiler'e karşı muhalefetini daha açık bir şekilde sürdürmeye başlamıştır.
Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur'un, kendini sınamak ve yanına çekmek amacıyla teklif ettiği, yeni kurulmakta olan
Bağdat şehri Kadılığı teklifini kabul etmeyince, dövülerek işkence edilmiş ve hapse atılmıştır.
Birçoklarına göre hapiste, bazılarına göre ise hapisten çıkarıldıktan çok kısa bir müddet sonra vefat etmiş; son vasiyetlerinden biri 'Beni gasp edilmemiş bir toprağa gömün' olmuştur.
Hayatı boyunca bağımsız yargının sembolü olmuş büyük âlim ve hukukçu olan Ebu Hanife'nin hayatı 'Bağımsız Yargı'nın en büyük örneklerinden biridir.
İmam Malik (712-795)
İmam Malik 712 yılında Medine'de doğdu ve ölümüne kadar da orada yaşadı. Hayatı boyunca Hac ve Umre seyahatleri dışında Medine'den çıkmadı. Abbasi halifesinin Bağdat'a davetini de geri çevirdi.
Hayatının yarısını Emevîler, yarısını Abbâsîler devrinde geçiren İmam Mâlik, kendi dönemindeki siyasî olaylardan elinden geldiğince uzak durmaya çalışarak ilimle meşgul oldu.
Yöneticilere de, muhaliflere de destek vermeyerek olaylara karışmamaya dikkat etti.
Bu tavrına rağmen; 762 yılında kıyam eden Muhammed Nefsüzzekiye döneminde derslerinde, 'Baskı altında meydana gelen boşamanın geçersiz' olduğuna dair hadisi anlatarak; Abbasi halifesi Ebû Ca'fer Mansûr'a yapılan biatın da bu gerekçeyle geçersiz olduğunu ima ettiği ve Muhammed Nefsüzzekiye'ye dolaylı destek sağladığı gerekçesiyle tutuklanarak, kırbaçlandı.
Gördüğü işkenceler sonucu bir kolu omuzunda sakatlandı ve ölümüne kadar böyle kaldı.
Muhammed Nefsüzzekiye'nin öldürülmesinden sonra Hac'a gitmek için Medine'ye gelen halife Mansur gönlünü almaya çalıştı ve derlediği hadisler ile fetvalarının bir kitap haline getirilerek bütün ülkede uygulanmasını istedi.
İmam Malik, her âlimin bildiği hadisler ve yaşadığı çevrenin şartlarına göre farklı görüşler ileri sürmesinin tabii olduğunu, şartlar ve ortama göre farklı görüşlerin olabileceğini, tek tip bir uygulamayı dayatmanın doğru olmadığını belirterek, halifenin tek tipçiliğine karşı çıktı.
Halife Mansur'dan sonra yönetime gelen halifelerin aynı yöndeki tekliflerini de geri çevirdi.
İmam Malik 795 yılında Medine'de vefat etti.
İmam Şafii (767-820)
İmam Şafii 767 yılında Gazze'de doğdu.
Aslen Mekkeli Kureyş Kabilesi'ne mensup bir aileden olan İmamı Şafii'nin soyu, Hz. Muhammed ile Abdülmutallib'in dedesi olan Abdimenaf'ta birleşmektedir.
İmamı Şafii 20'li yaşlarında Medine'ye giderek İmam Malik'in öğrencisi oldu. İmam Malik'in dikkatini çeken bir öğrenci olan İmam Şafii ile imam bizzat ilgilenerek ders verdi.
İmam Malik'in yanında 5 yıla yakın kalan İmam Şafii, dayısının aracılığı ile Yemen'de bir devlet görevine atandı ve 5 yıl Yemen'de bu görevde bulundu.
Yemen'de bulunduğu sırada Hz. Ali taraftarı olduğu ve Ehli Beyt yanlısı bir isyan planladıkları suçlamasıyla bir grup arkadaşıyla birlikte tutuklanarak Rakka'da bulunan Harun Reşid'in yanına götürüldü.
Burada verdiği savunmada isyan iddialarını reddetti, arkadaşlarının büyük bir kısmı idam edilirken, kendisi zorlukla kurtuldu ve gözaltında tutulmaya devam edildi.
Harun Reşid'in kendisini af etmesi üzerine Mekke'ye giderek ders vermeye başladı.
Mekke'de kaldığı süre zarfında birkaç kez daha Bağdat'a gitti, 811 yılındaki gidişinde 2 yıl kaldı.
Abbasi Ailesi içindeki Emin ile Memun arasındaki iktidar mücadelesi şiddetlenip, Bağdat 15 ay boyunca kuşatma altında kalınca tekrar Mekke'ye döndü.
Bağdat'ta kaldığı sürede en önde gelen öğrencilerinden biri de İmam Ahmed bin Hanbel oldu. 814 yılında yine Bağdat'a gitti ancak ortamı uygun görmediğinden 3 ay kaldıktan sonra Mısır'a gitti.
Ömrünün son döneminde, Abbasi halifesi Memun onunla arasını düzeltmek amacıyla kendisine Mısır Kadılığı görevini teklif etti.
Gençlik yıllarında Yemen'deki devlet görevinden sonra, devlette hiçbir görev ve mevki kabul etmeyen İmam Şafii'nin; bu ısrarlı teklif karşısında halife ile de çatışmak istemediği ve zor durumda kaldığı için; "Allah'ım! Dinim, dünyam ve akıbetim için hayırlı ise nasip eyle, değilse canımı al" şeklinde dua ettiği ve bu duasından 3 gün sonra 19 Ocak 820'de Kahire'de vefat ettiği rivayet edilmektedir.
İmam Ahmet bin Hanbel (780-855)
İmam Hanbel, İslam fütuhatı döneminde Merv'e yerleşen ve daha sonra tekrar Bağdat'a dönen Kureyşli bir ailenin çocuğu olarak 780 yılında Bağdat'ta doğdu.
Aralarında İmam Buhari, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî'nin de aralarında bulunduğu çok sayıda ünlü öğrencisi vardır.
Bağdat'ta öğrenim gördükten sonra Basra, Haleb, Mekke, Medine, Şam, el-Cezire, Yemen ve Kufe'ye seyahatler yaptı.
İmam Ahmed bin Hanbel de diğer imamlar gibi mümkün olduğunca siyasi olayların dışında kalmak istemesine rağmen başı beladan kurtulmadı.
813-833 yılları arasında hüküm süren Abbasi halifesi Memun, Kur'an-ı Kerim'in mahlûk olduğunu iddia edince ona karşı çıktı ve tüm zorlamalara rağmen fikrini değiştirmeyerek Kur'an'ın mahlûk olmadığını savundu.
Kendisi ile aynı fikirde olan arkadaşı Muhammed bin Nûh ile birlikte tutuklanarak zincire vuruldu ve Rakka'ya gönderildi. Rakka'ya vardıklarında halifenin ölmesi üzerine iki arkadaş tekrar Bağdat'a göderildi.
Muhammed bin Nûh, Ahmed bin Hanbel'den genç olmasına rağmen gördüğü eziyetlere dayanamayarak yolda vefat etti, İmam Hanbel ise Bağdat'ta zindana konuldu.
Yeni halife Mu'tasım-Billâh (833-842), Ahmed bin Hanbel'i, bir yıl sonra hapisten huzuruna getirterek baş kadı Ahmed bin Ebu Duad'ın önünde fikirlerinden caydığını söylemesini istedi.
İmam Ahmed bin Hanbel yine aynı fikrinde ısrar edince halife işkence edilmesini emretti.
Kızgın güneş altında kırbaçlanmasına halife bizzat nezaret etti. 2 yıl 4 ay zindanda kaldıktan sonra serbest bırakıldı.
Ahmed bin Hanbel, sonraki halife Vasık döneminde de evinde gözetim altında tutuldu, 5 yıl boyunca çocuklarından başkasına hadis rivayet etmesine ve Cuma namazlarına gitmesine bile izin verilmedi.
Halife Mütevekkil döneminde (847-861), Hz. Ali taraftarlarını desteklediği iddiasıyla evi arandı ve sorguya çekildi.
Bir müddet sonra halife bazı ihsanlarda bulunarak gönlünü almak istediğinde; halifenin serveti içinde haram mal olduğu gerekçesi ile kabul etmedi.
Yakınlarının ısrarla, halife ile yeni bir çatışma yaşamaması için yaptıkları telkinler sonucu kabul etmek zorunda kaldığı tüm hediyeleri ihtiyaç sahiplerine dağıttı.
Halifenin maaş bağladığı oğullarına şiddetle karşı çıkarak ölene kadar yemeklerini yemedi, halifenin kadılık görevini kabul eden oğlu Salih'e darıldı.
31 Temmuz 855'te Bağdat'ta vefat etti. Cenazesine 80 bini kadın olmak üzere bir milyona yakın kişi katıldığı rivayet edilmektedir.
İmam Ca'fer es -Sadık (699-765)
699 yılında Medine'de doğan İmam Caferi Sadık, Hz. Ali'nin torunu olan İmam Zeynel Abidin'in torunu ve İmam
Zeynel Abidin'in büyük oğlu İmam Muhammed Bakır'ın da oğludur.
Annesi Hz. Ebubekir'in torunu Kasım Bin Muhammed bin Ebubekir'in kızıdır. Şiilerin 6. İmamı'dır.
Büyük bir ilim ve takva sahibi olan İmam Cafer'e Şiilerin yanı sıra, tüm Sünniler de büyük bir saygı ve sevgi beslerler.
Başta Nakşibendilik olmak üzere birçok Sünni tarikatın silsilesi İmam Caferi Sadık'a dayanır (Silsilelerinde yer alır).
İmam Caferi Sadık ile çağdaş ve arkadaş olan İmam Ebu Hanife'nin, İmam Cafer'den ders aldığı rivayetler arasındadır.
Dedesi Zeynel Abidîn'in ölümü sırasında 15 yaşında olan Caferi Sâdık, babası İmam Muhammed Bakır'ın, 19 yıl süren imâmetinden sonra; 34 yıl İmamlık yapmıştır.
İmam Cafer'i Sadık, 10 Ekim 680 tarihinde meydana gelen Kerbela faciasından sağ kurtulan dedesi İmam Zeynel Abidin ve babası gibi; Kerbela'dan sonra cereyan eden siyasi olayların dışında kalmaya dikkat etti ve tamamen zühd ve takva içinde ilmi çalışmalarla ömrünü tamamladı.
Akranı olan amcası İmam Zeyd'in, 740 yılında Emevilere karşı Kufe'deki kıyamına ve onun öldürülmesinden sonra
743 yılında oğlu Yahya'nın Horasan'da, torunu Abdullah'ın
748 yılında Yemen'deki kıyamlarına da onları haklı görmesine rağmen katılmadı.
Özellikle Hz. Hasan'ın torunları olan amcazadeleri Muhammed Nefsüzzekiyye ile kardeşi İbrâhim bin Abdullah'ın 762 yılındaki Abbasilere karşı isyanlarına; gerekli desteği görmeyecekleri öngörüsü ve öldürülecekleri gerekçesiyle muhalefet etti ve onları vaz geçirmeye çalıştı.
Hayatının yaklaşık 50 yılı Emevi, son 15-16 yılı Abbasi yönetimi altında geçen İmam Caferi Sâdık, 765 yılında Medine'de vefat etti.
Şiîler İmam Caferi Sadık'ın, Abbâsî Halifesi Ebû Ca'fer Mansûr tarafından zehirlenerek öldürüldüğü inancındadırlar.
Şia itikadına göre İmam Caferi Sadık'ın helal ve haramlarla ilgili içtihatları diğer müçtehitler gibi bilgi ve yoruma bağlı değil, bizzat Allah tarafından kendisine (Masum İmam'a) bildirilen gerçeklerdir.
Aynı anda birden fazla halife bulunması Hz. Osman döneminden sonra, günümüze kadar İslam ümmeti arasında siyasi bir birliktelik sağlanamamıştır.
Teorik olarak aynı anda birden fazla halifeye izin verilmez iken fiili olarak her dönemde 'halifelik' iddiasında olan birden fazla siyasi merkez olmuştur.
Bunun en fazla bilinen örneklerinden biri 10'ncu yüzyılda Endülüs Emevileri, Fatimiler (Şii İsmaililer) ve Bağdat'taki
Abbasilerdir. Bu dönemde aynı anda hüküm süren 3 ayrı halifelik merkezi oluşmuştur.
15'nci yüzyıldan itibaren yüzyıllarca devam eden Osmanlı, İran Safavi ayrışması da bir başka örnektir.
Hint Müslümanları da Timur'dan ve Cengiz Han'ın torunlarından itibaren uzunca bir süre ayrı bir siyasi merkez oluşturmuşlardır.
Şia'nın imamet anlayışı Şia inancına göre imamlar peygamberin varisidirler. Başta Hz. Ali olmak üzere 12 İmam bizzat Allah tarfından belirlenmiştir.
İmamlar 'İsmet' sıfatını taşıdıklarından (Hatasız ve günahsız olduklarından) her söyledikleri Allah'ın emridir.
Her dönemin imamı babadan oğula geçerek belirlenir ve imama itaat ve her dediğini tartışmasız yapmak farzdır. 12'nci ve son İmam, 11. İmam Hasan el Askeri'nin oğlu olan İmam Muhammed'dir ve aynı zamanda da Mehdi'dir.
İmam Muhammed Mehdi, 30 Temmuz 869'da Irak'ın Samarra şehrinde doğdu. Babası 11. İmam Hasan Askeri, düşmanların bir kötülük yapmasından çekindiği için onu gizledi ve Muhammed Mehdi, babası Hasan Askeri'nin ölmesi üzerine 874 yılında 5 yaşındayken İmam oldu.
Bu tarihten itibaren tayin edilen 4 naip ile temsil edilmiş, ancak kendisi ortada gözükmemiştir. 940 yılında son naibin de ölmesi ile 'Büyük Ğaybubet' (Uzun kayboluş) dönemi başlamıştır.
Şia'ya göre İmam Muhammed Mehdi halen yaşamaktadır.
Şiilik'te özel bir yeri olan Mehdî el-Muntazar; Kāim, Hüccet, Sâhib, Kāimüzzamân, Sâhibüzzamân, Mehdi'l-enâm, gibi lakaplarla anılır.
Tarihi bilinmeyen bir vakitte "Ğaib İmam Mehdi" zuhur edecek (ortaya çıkacak) ve dünyaya adaletle egemen olacaktır.
Mehdî el-Muntazar'ın (Beklenilen Mehdi) zuhur tarihi ve Büyük Gaybetinin ne zaman biteceği ve ortaya çıkacağı hiçbir şekilde belli değildir.
Mehdi gelinceye kadar ise hiç bir iktidar mutlak adil olmadığından meşru değildir. Özetle, bütün iktidarlar gayrı meşrudur.
Şia'nın bin yıldan fazla bir dönemde var olan bu inancı, İran İslam Devrimi sırasında İmam Humeyni'nin "Velayet-i
Fakih" içtihadı ile bay-pass edildi.
Bu içtihat ile Mehdi zuhur edene kadar (ortaya çıkana kadar) Şii fakihler (müctehid hukukçular, Ayetullahlar) Mehdi'ye vekâleten iktidarı yürüteceklerdir.
Bu doğrultudaki İran İslam Cumhuriyeti Anayasası'na göre; "Ümmetin velayeti (devlet ve halkın idaresi), halkın çoğunluğunun tanıdığı, takdir ettiği, adil, takva sahibi, cesur, tedbirli ve yönetici bir fakihe (müçtehit derecesinde bir fıkıh âlimine) aittir" maddesi bulunmaktadır.
Velayet-i Fakih içtihadı halen Şiiler arasında tartışma konusudur ve geleneksel Ayetullahların önemli bir bölümü bu içtihada karşıdır.
Murabıtlar, Muvahhidler, Selçuklular, Fatimiler, Gazneliler, Osmanlılar, Safaviler... dönemi Emeviler ve Abbasilerden sonra İslam dünyasında irili ufaklı, Endülüs Emevileri, Murabıtlar, Muvahhidler, Fatimiler, Gazneliler, Selçuklular, Osmanlılar, Safaviler... gibi onlarca devlet kurulmuştur.
Bu kurulan devletlerin de işleyiş mekanizmaları, 'yasama, yürütme ve yargı'daki uygulamaları özünde Emevi ve Abbasilerle aynıdır.
Yasama, (Kanun yapma yetkisi) bir kurum ve kuruluşta değil, teorik olarak münferit müçtehitlerdedir. Bir başka ifade ile fetva makamı âlimlerdir (Şeyhülislamlardır).
Ancak yine tartışmanın özü yine aynı noktada toplanmaktadır:
- Bu içtihatları değerlendirerek ittifakla (oy birliğ ile) cumhura ait bir karara dönüştürecek bir yapı (Anayasa Mahkemesi, Senato...) yoktur.
- Adına halife denilen sultan ve emirler istedikleri içtihadı alıp, istemediklerini reddetmekte muhayyerdir (serbesttir).
- Çoğu kez istedikleri yasaları (içtihatları) kendi emirlerindeki âlimlere (kişilere) sipariş ederek çıkartabilmektedirler.
Örnek olarak Abbasi halifesi Memun, Kuran'ın mahlûk olduğu görüşünü, Fatih Sultan Mehmet ise "Devletin ali menfaati doğrultusunda fitneyi önleyebilmek için" kardeş katline cevaz veren fetvayı dönemin âlimlerinden alabilmiştir.
Bu fetva ile çıkarılan kanunla, Osmanlı sultanı 3. Mehmed, bazıları kundakta olan 19 kardeşini katletmiştir.
Aynı şekilde İran Şahı İsmail öz annesini, Kanuni Sultan Süleyman da 2 oğlu ve 5 torununu öldürtmüştür.
Osmanlı da, Fener Rum Patriği'nin Bizans İmparatoru'na bağlı olmasından esinlenerek Şeyhülislam'ın padişaha bağlı olduğu bir sistem kurmuştur.
Osmanlı'da Şeyhülislam padişah tarafından atanır ve gerekli görülen durumda da azledilir.
Yasamada durum bu iken, 'yürütme' ve 'yargı'da da durum aynıdır. Sonuçta sultan ve padişahları sınırlandırabilecek, denetleyerek hesap sorabilecek bir merci yoktur.
Sultanlar ve padişahları büyük bir kısmı kendilerini "Zılullahi Fil Âlem" (Allah'ı yeryüzündeki gölgesi) olarak takdim etmişlerdir.
Hâlbuki Raşid Halifeler olan Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ile onlardan sonra iktidarı ele geçiren sultan ve padişahlar bu unvanı kullanmamışlardır.
Özellikle ilk 4 halife "Allah'ı Halifesi" yerine "Resulullah'ın Halifesi" ve "Emirü'l Müminin" unvanlarını kullanmışlardır.
Bu tanımlama ile ilgili Kanuni Sultan Süleyman'ın kendisinden yardım talep eden Fransa Kralı'na yazdığı, şu sözlerle devam eden mektup önemli bir örnektir:
Ben ki, sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç giydiren, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi ve atalarımın fethettiği Akdeniz'in, Karadeniz'in, Rumeli'nin, Anadolu'nun, Karaman'ın, Rum'un, Dulkadiroğluları Vilayeti'nin, Diyar-ı Bekir'in, Kürdistan'ın, Azerbaycan'ın, Acem'in, Şam'ın, Haleb'in, Mısır'ın, Mekke'nin, Medine'nin, Kudüs'ün, bütün Arap memleketlerinin, Yemen'in... Sultanı.
Onun içindir ki İslam tarihindeki iktidar değişikliklerinin neredeyse tamamı ya büyük yenilgiler sonrası yıkım ve tasfiye ile veya isyanlar sonucu darbe ile olmuştur.
İktidarın normal yollarla el değiştirmesini sağlayabilecek bir yöntem bulunamamış ve dolayısıyla da işletilememiştir.
Aynı sancılı durum bugün de devam etmektedir. Müslümanların siyaset ve yönetimle ilgili en önemli sorunlarından biri budur. İleriki sayfalarda bu konu daha ayrıntılı bir şekilde incelenecektir.
Devam edeceğiz...
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish