Ortaçağ'ın önemli seyyahı Marco Polo'nun en büyük rakibi denilebilecek İbn Batuta, 1304 senesinde Tanca şehrinde dünyaya geldi.
Ailesi, Berberî asıllı Levâte kabilesinden olan Batuta, Kuzey Avrupa ve Afrika kıtasının güneyi hariç bilinen dünyanın tamamını dolaştı.
Batuta seyahatlerinin önemli bir kısmını Türk beldelerine yaparak Türk Beylikleri ve aşiretlerinin içerisinde hatırı sayılır bir zaman geçirdi.
Bu yolculuk sırasında defalarca evlendi, kadılık görevi yaptı, vebaya yakalandı; ama hiçbir yerde kalıcı olarak durmadı.
Kendi ifadesiyle bir defa gittiği hiçbir yolu ikinci kez kullanmadı.
1325 senesinde Hacca gitmek için evinden ilk defa ayrıldığında henüz 22 yaşındaydı ve geri döndüğünde artık ihtiyar bir adamdı.
Bu uzun yolculuktan 'Rıhletü İbn Battûta' olarak bilinen tam ismiyle 'Tuhfetü'n-Nuzzâr fî Garâibi'l-Emsâr ve Acâibi'l-Esfâr' seyahatnamesi bir başyapıt olarak günümüze kadar ulaştı.
Bu eser de ne yazık ki Doğu'nun diğer zenginlikleri gibi Fransa'da bir müzede muhafaza edilmekte.
Büyülü yolculuk bir rüya ile menzilini belirledi
Bilindiği üzere en büyük Türk seyyahı Evliya Çelebi'nin yolculuğu, rüyasında Peygamber Efendimiz ve ashabını görmesiyle başlamıştı.
Ondan asırlar önce yaşayan en büyük Arap seyyahı İbn Batuta'nın yolculuğunun menzili de bir rüya ile belirledi.
Bir gün gördüğü rüyasını şeyhi ile paylaşan Batuta, istikametini belirlemesini Rıhle'de şöyle anlatacaktı:
Bir gün yanına vardığımda bana "Yabancı ülkeleri gezip dolaşmayı çok sevdiğini görüyorum" dedi. Ben de "Evet, gerçekten pek severim bu işi" diye cevap verdim. O esnada Çin ve Hint gibi uzak ülkelere gitmeyi aklımın köşesinden bile geçirmiyordum. Ama bana şöyle demesin mi:
"Sen inşallah kardeşim Feridüddin'i Hint'te, Burhâneddîn'i Çin'de, Rükneddîn Zekeriyyâ'yı ise Sint yöresinde ziyaret edeceksin. Onlarla görüştüğünde benden selâm söyle olur mu?"
Ben hayretler içinde kaldım. Ansızın içimde bu ülkeleri de gezmek hevesi uyandı. Şeyh Burhâneddîn'in bahsettiği üç adamla buluşuncaya kadar dolaştım buraları... Bu yüce insana veda ettiğimde bana bir miktar yol harçlığı verdi. Ama harcamadım bu parayı.
Kadere bakın, sonradan Hint kâfirlerinin denizde benden gasbettiği öteki eşya ile birlikte bu güzel hatıralar da eşkıyanın eline geçti!Son olarak İskenderiye'nin büyükleri arasında Şeyh Yâkût Habeşî'yi de zikredebiliriz. Bu adam evliyadan Ebu'l-Abbâs Mürsî'nin müritlerindendir. Ebu'l-Abbâs Mürsî, keramet hazinesi, veliler velisi Ebu'l-Hasan Şâzilî'nin mürididir.
İbn Batuta'nın Türkler için bu denli önemli olmasının nedeni ise 14'üncü yüzyılda Anadolu'dan Asya bozkırlarına kadar birçok Türk beyliği ve devleti hakkında tarih kitaplarında yer almayan bilgileri aktarmasıdır.
İlk defa İran çöllerinde tanıştığı Türklerin, Antalya'dan Özbekistan'a kadar uzanan coğrafyada, dilleri, aile yapısı ve hatta yemek yeme kültürlerine kadar birçok değerli bilginin Rıhle'nin muhtevasında mevcut olması bu eseri ve seyyahı Türk milleti için müstesna bir yere taşımaktadır.
Türklerle ilk tanışma: Onlarsız seyahat imkânsız
İbn Batuta'nın Türkler ile ilk tanışması ve hayranlığı Ceravn'dan çıktığında başladı. Türklerden binek hayvan satın alan Batuta, çölü geçmek için onların rehberliğinden yararlandı. Bu yolculuk ve Türklerin cesareti, Rıhle'de şöyle yer aldı:
Huncubâl'da oturan ermiş bir adamla görüşmek üzere Ceravn'dan yola çıktık. Denizi geçtikten sonra Türkmenlerden binek hayvan kiraladık. Bu bölge Türkmenlerle meskûn. Son derece cesur oldukları ve güzergâhı iyi bildikleri için onlar olmadan burada seyahat etmek imkânsız!
Batuta'nın asıl Türk hayranlığı ise Antalya'ya adımını atmasıyla başladı. Anadolu'yu tanımlamaya başlarken "Bolluk ve bereket Şam diyarında, sevgi ve merhamet ise Rum'da (Anadolu)" ifadelerini kullanan Batuta, ilk durağı olan Alanya'nın güzelliğini ise şöyle betimleyecekti; Allah dünyanın güzelliklerini ayrı ayrı dağıtırken hepsini burada bir arada bağışlamış.
Kendisi de bir kadı olan Batuta, Türklerin dini anlayışlarına karşı da büyük bir hayranlık beslemişti. Türklerin itikadı anlayışlarını şöyle tasvir edecekti:
Halk, İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe Hazretleri'nin mezhebindendir. Hak Teâlâ ondan razı olsun. Hepsi Ehl-i Sünnet'tir. Aralarında ne Kaderî ne Râfıdî [=Râfizî] ne Mu'tezilî ne Hâricî ne de başka bir sapkın bulunmaktadır. Yüce Allah onları bu faziletleriyle diğer insanlardan üstün kılmıştır. Ama haşîş [esrar] yemekten çekinmiyorlar!
İbn Batuta, Türklerin gayrimüslimlerle kurduğu ilişkiyi ise bir hayli garipsemişti. Aydınoğlularından Birki Sultan'ın huzurunda bulunduğu bir sırada Yahudi doktor ile yaşadığı bir tartışmayı şöyle naklediyordu:
Sultanla otururken başında kuyruklu sarığıyla yaşlı bir adam geldi, selâm verdi. Kadıyla müderris ayağa kalkıp selâmını aldılar. Adam, sultanın önündeki sedire oturunca hafızlar geride kaldı. Müderrise sordum: "Kim bu adam?". Güldü, cevap vermedi. Soruyu tekrar ettim. O zaman şöyle anlattı:
"Bu ihtiyar Yahudi bir doktordur, hepimiz muhtacız ona. Gördüğün gibi hükümdar ona çok saygı gösteriyor. Biz de ayağa kalkar, onu hürmetle karşılarız."
Bu tavır beni sinirlendirmişti; dayanamayıp itiraz ettim: Lanetli oğlu lanetli! Sen Yahudisin. Nasıl oluyor da Kur'an okuyanların daha üstünde bir mevkide oturuyorsun?
Ona kızdım, sesimi yükselttim. Hükümdar bu davranışım karşısında hayret etti. Ne dediğimi sordu. Müderris benim anlattıklarımı tercüme edince Yahudi fena bozuldu, hırslandı, yüzü mosmor meclisi terkedip gitti!
İbn Batuta'nın bu davranışına şahit olan Türk hükümdar ve devlet erkânı ise olayı tebessüm ile karşılamıştı.
Türk kültürü yakın mercek altında
Türkler; İslamiyet'i sanıldığının aksine Araplardan değil, büyük oranda Farslılardan öğrenmişti. Günümüzde kullanılan ezan, abdest ve namaz gibi kelimelerin Farsça olması da tesadüf değil; ancak zaman içerisinde Fars kültürünün ve dilinin İslami terminolojinin kendisi zannedilmesi bazı kafa karışıklıklarına neden olmuştur.
Bu yanlış anlaşılmalardan birisine İbn Batuta'nın şahitliği olayı daha da ilginç kılmaktadır. Sakari (Sakarya) Nehri'nin kenarında karşılaştığı bir grup Türk ile iletişim kurmak için getirilen Hoca'nın yeni Arapça konuştuğunu iddia etmesinin ama aslında Farsça konuşmasını Batuta, şöyle anlatıyordu:
Hoca yanımıza geldiğinde bize Farsça konuştu, biz de ona Arapça konuştuk; ama hiçbir şey anlamadı bizden ve ahı yiğidine dönerek:
"Îşân Arabî kûhnâ mîkuvân! Ve men Arabî nev mîdânem" dedi. Gelelim açıklamasına; Îşân, "onlar" demektir. Kûhnâ, "eski" demektir. Mîkuvân, "diyorlar" anlamına gelir. Men, "ben" demek, nev, "yeni" demek, mîdânem ise "biliyorum" anlamına gelir.
Hoca bu sözle ayıbını örtmek istiyordu! Arapça bilmediği hâlde ötekiler onun bu dili bildiğini sanıyordu; şöyle demişti onlara:
"Onlar eski Arapçayı konuşuyorlar, bense ancak yeni Arapça bilirim!'" Ahı yiğit, meselenin hocanın anlattığı gibi olduğunu sandı. Bu iş bize yaradı. Ahı bize bol ikramda bulundu. Şöyle diyordu:
"Bunlara ikram etmek şart, çünkü eski Arap dilini konuşuyorlar. Bu dil Yüce Peygamberimizin ve ashabının dilidir!"
O sıralarda hocanın hiçbir sözünü anlamamıştık! Ama ben onun sözünü ezberlemiştim. Fars dilini öğrenince meseleyi anlayacaktım. O gece zaviyede kaldık. Bize bir kılavuz gönderildi, Yenicâ'ya varmak için.
Meteor bulan Türk hükümdarı ve İbn Batuta
Anadolu'da birbirinden enteresan vakanın içerisinde kendisine yer bulan İbn Batuta, Evliya Çelebi kadar olmasa da birçok 'acayip' olaya da şahitlik etmişti.
Bunlardan en sıra dışı olanlardan birisi de gökten düşen meteorun Türk Birki hükümdarınca özenle muhafaza edilmesiydi. Batuta, bu ilginç diyaloğu da şöyle aktaracaktı:
Hükümdar bana, "Hiç gökten düşen taş gördün mü?" diye sordu. Ben de; 'Ne gördüm, ne de işittim!' cevabını verdim. Bunun üzerine Birkî şehrinin dışına böyle bir taşın düştüğünü söyleyip adamlarını çağırttı. Onlara taşın getirilmesi emrini verdi.
Biraz sonra simsiyah, sert ve cilâlı gibi gözüken bir kayayı alıp getirdiler. Ağırlığı zannıma göre bir kantar idi. Hükümdar bu defa taşçıları çağırttı. Bunlardan dört usta gelip vurmaya başladılar. Herkes demir balyozlarla dörder defa vurduğu hâlde hiçbir şey olmadı, şaştım kaldım! Hükümdar bu tecrübeden sonra taşın götürülüp yerine konulmasını emretti.
İbn Batuta, eserinde Türklerin sapkın mezhep ve tarikatlara bulaşmamış olmasını överken kendisinin Rafizi zannedilmesi sonrası Türklerin kendisini imtihana tabi tutmasını da Türklerin üstün bir meziyeti olarak ele almaktadır.
Sinop civarında yaşanan hadisede Batuta, Türklerin kendisinin mezhebini anlamak için tavşan eti yedirmesini şöyle anlatıyor:
Şehre geldiğimizde ahali bizim iki elimizi yana indirerek namaz kıldığımıza şahit olmuş. Oralılar Hanefî oldukları için Mâlikî mezhebini ve onun namaz kılma usûlünü bilmiyorlar tabiî... Mâlikî mezhebince namazda elleri iki yana salmak, muhtar [=seçilen, uyulan, amel edilen] görüştür.
Sanûbluların bir kısmı Irak ve Hicaz yörelerini görmüş olduklarından, oralarda yaşayan Şîîlerin ellerini yana salarak namaz kıldıklarını da biliyorlar! Bu benzerlikten ötürü bizi Şîîlikle itham ettiler; art arda sorular sordular! Onlara Mâlikî olduğumuzu anlatmaya çalıştıksa da inandıramadık, yüreklerinde kuşku devam etti.
Nihayet belde naibi [yöneticisi], hizmetçileriyle bir tavşan gönderdi bize. Bizim ne yapacağımızı izlemesini tembih etmiş adamcağıza! Tavşanı kestirdim, pişirdim, hep beraber afiyetle yedik!
Hizmetçi bu duruma şahit olunca efendisine gidip durumu anlatıyor. İşte o zaman hakkımızda uyanan kuşku yok oldu; ardından gelsin ziyafetler! Hemen ağırlamaya başladılar bizi! Zira Râfızîler tavşan eti yememektedirler.
Kıpçak Türklerinde Tatlı yemek ayıp karşılanır
Anadolu'dan çıkan Batuta, Deşt-i Kıpçak'a kadar ilerlemiş ve Türklere dair çeşitli bilgiler toplamayı sürdürmüştü.
Seyyahımız, lezzetli bir yemek kültürüne sahip, savaşçı Kıpçak Türklerinin tatlıya karşı mesafeli tutumuna da bir hayli şaşırmıştı.
Türklerin böyle bir lezzetten kendisini mahrum bırakmasına bir hayli içerleyen Batuta, şunları söyleyecekti:
Türkler iyi karakterli, kuvvetli ve cesur insanlardır. Bazı vakitlerde 'burhani' [=borani] denilen hamur işini yerler. Bu yemek, küçük küçük kesilmiş hamur parçalarıdır aslında. Bunlar, ortalarından birer delik açılarak tencereye oturtulur. Pişirildikten sonra üzerine yoğurt dökülüp içilir. 10 Ayrıca bir çeşit şıraları daha var ki demin bahsettiğimiz dûkî tanelerinden yapılıyor. Tatlı yemek, onlar nezdinde ayıp karşılanır!
Asya Türklerine dair Batuta'yı en fazla şaşırtan olay ise kadınların Türk toplumu içerisindeki yeriydi. Dolaştığı tüm beldelerde sosyal hayattan dışlanmış kadınların Türklerde erkeklerden üstün tutulması seyyahımızın eseri boyunca en fazla şaşırdığı olayların başında geliyordu. Batuta, şaşkınlığını şu sözlerle dile getiriyordu:
Bu yörede gördüğüm ilginç tutumlardan biri de erkeklerin kadınlara gösterdikleri aşırı saygıdır. Bu memlekette kadınlar erkeklerden üstün sayılıyor! Emirlerin hanımlarına gelince bu konuda ilk müşahedem Kırem'den çıktığımda vuku bulmuştu.
Emir Saltiye Bey'in hanımını baştan aşağı pahalı mavi kumaşlarla kaplanmış, pencere ve kapıları açık bırakılmış arabasına bindiği sırada seyretmiştim. Yanında şahane elbiseler giymiş, fevkalâde güzel dört cariye bulunuyordu.
Arkasından gelen bütün arabalarda da cariyeler bulunmaktaydı. Beyin konağına yaklaşınca o arabadan iniyor, onunla birlikte en aşağı otuz cariye de inerek hatunun eteklerini tutuyordu. Onun elbiselerinde [kuşağımsı] uzantılar vardı; cariyeler buralardan tutuyor ve eteği yerden kaldırıyorlardı.
Hatun böyle ihtişam ve gururla ilerleyip beyin huzuruna oturmuştu. Cariyeler ise hatunun çevresinde ayakta duruyorlardı. Az sonra getirilen kımız tulumlarından bir kadeh dolduran hatun, iki dizi üzerine çökerek eliyle beye sunmuş, bey bunu içtikten sonra hatun aynı tarzda bir kadeh içkiyi de kayınbiraderine takdim etmişti.
Nihayet beyin bizzat kendisi bir kadeh kımızı kendi eliyle hatununa içirmişti. Sofra hazırlanınca yemeklerini bir arada yediler. Bey, eşine bir takım elbise takdim ettikten sonra Hatun kibarca huzurdan çıktı. Beylerin hatunlarına gösterdikleri ilgi burada böyle!
İbn Batuta'nın 1325 senesinde başladığı büyüleyici yolculuğu İskenderiye'den Alanya'ya, Sakarya'dan Maldivlere kadar uzanıyordu.
Tolstoy'un söylediği gibi "Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir".
İbn Batuta, sayısız muhteşem öyküde hem şehre gelen yabancıydı hem de yolculuğa çıkan seyyahtı. Hepsinden önemlisi de bu öykülerin en güzel örneklerinin Türklerin yaşadığı coğrafyada geçiyor olmasıydı.
*Daha ayrıntılı bir okuma için Betül Ok'un “İbn Batuta Seyahatnamesi: Sosyolojik Bir Çözümleme” çalışması ve Aydın Taş'ın “Seyahatnamelerde Fıkıh Kültürü: İbn Batuta Örneği”
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish