Hizbullah’ın Beyrut Limanı faciasından fiilen sorumlu olduğu yönünde genel bir kanaat mevcut.
Her ne kadar Lübnan rejimi bu kanıya katılmasa da, patlamanın Hizbullah ve İran’ın bilgisi dâhilinde gerçekleştiği düşünülüyor.
Hizbullah’ın bölgedeki nüfuzu, içinde yer aldığı ‘eksen’ çerçevesinde Güney Lübnan’dan Şam ve Bağdat’a uzanıyor.
Lübnan’da Hizbullah’ın egemen olduğu bölgelerde İran istihbaratı ajanlarının cirit attığı biliniyor.
Bununla birlikte, kesin olan bir şey varsa; Hizbullah’ın bu olay nedeniyle cezalandırılmayacak olmasıdır. Olayın üstü kapatılacak ve ‘Tanrı geçmişte yaşananları affetsin’ bağlamında değerlendirilip unutulacaktır.
Gerçek şu ki; Hizbullah, İran rejiminin desteği, Esad rejiminin yardımı ve Lübnan rejiminin işbirliği ile Lübnan’a hâkim olmayı başarmıştır.
Hükümetlerin Güney Beyrut’ta belirlendiği herkesin malumu. Hatta bazıları, Lübnan güvenlik güçlerinin, İran güçlerine dönüştüğünü savunmakta.
Soru şu: Beyrut Limanı’ndaki hâkimiyeti bilinen Hizbullah, bu facia dolayısıyla yargılanıp cezalandırılacak mı?
Hasan Nasrallah, ‘sedir ve pirinç ülkesinde’ etkin olmaya başladıktan sonra, Beyrut Limanı ile İran arasındaki işleyişin kesintisiz ve güvenli bir şekilde gerçekleştiği biliniyor.
Hatta söz konusu limanın, Suriye ve İran’ın ortak kullanımında olduğu da bir gerçek.
Gerçekçi olalım, Nasrallah artık sadece Şii bölgelerinde değil, tüm ülkeye egemen olacak bir güce sahiptir, Baadba Cumhurbaşkanlığı Sarayı da buna dâhil.
Hizbullah sadece Lübnan’da değil, Suriye ve Irak’ta da uzantıları aracılığıyla büyük bir güce ulaşmış durumdadır.
Sorumluluğu açık olan bu büyük felaketle ilgili cezalandırılabilmesi için büyük bir gücün müdahalesi zorunludur.
Tabi bu pek olası değil, en fazla sert suçlamalar yapılır ve dava uzun yıllara yayılır ve saptırılır. Muhtemelen Hasan Nasrallah da bölgenin yeniden inşasından kendine düşen maddi payı alır.
Bir varsayım olarak, Lübnan’ı ‘şımarık çocuğu’ olarak gören Fransa’nın ‘aslan sütü’ içtiğini ve Hizbullah’ı ‘askeri olarak’ hedef aldığını düşünelim.
Fransa’nın varsayalım ki Hizbullah’ı Beyrut’tan, Güney Lübnan’dan ve Bekaa Vadisi'nden çıkarması ne kadar zaman alacaktır?
Üstelik böylesi bir ihtimalde İran ‘ifritlerini’ hareket ettirecek ve dünyanın dört bir köşesinde Fransız çıkarlarına yönelik terörist eylemlerde bulunacaktır.
İran ve Irak, Suriye üzerinden askeri desteklerini esirgemeyecektir. Hatta Katar ve Türkiye dahi müdahil olup Hizbullah’a destek verebilir.
Demek istediğim şey şu; Hizbullah’ı ‘Beyrut Limanı patlamasının arkasında olması’ hasebiyle cezalandırmak isteyen olursa (ki onun yaptığına hiç şüphe yok) şu Arap şiiri mısraını dikkate alsın:
Sakın yılanın kuyruğunu kesip gönderme,
Cesursan başını da kuyruğunun akıbetine uğrat.
Tabi burada yılanın başı İran oluyor, 1979’da ‘Humeynici devrimin’ başarılı olmasından bu yana, sürekli Araplara yönelik düşmanca tutumlar sergiliyor.
Mezhepsel yayılma faaliyetini başlatan da odur, Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen bu durumun yaşayan örnekleridir.
Doğrusu İran’da ‘Velayet-i Fakih rejimi’ olmasa, ne Hizbullah olabilirdi ne de Husiler. Ortadoğu’da ‘kan kusturan’ bu grupların İran olmadan ayakta kalabilmesi mümkün değildir.
Lübnan özelinde konuşacak olursak büyük lider Musa es-Sadr’ın tesis ettiği Emel Hareketi olumlu bir oluşumdu. Ancak İran devrimi sonrası Libya’ya ziyarette bulunan Sadr, Muammer Kaddafi rejimi tarafından ortadan kaldırıldı.
Emel Hareketi de Nasrallah’ın Hizbullah’ı gibi ‘terörist bir gruba’ dönüştü.
Hasan Nasrallah, hamasi açıklamalarından birinde, Hizbullah’ın ‘Veliyyu’l Fakih ordusunda yer almaktan gurur duyduğunu’ söylemişti.
Doğru söylüyor, İran’da devrim olmasaydı şimdi ulaştığı güce asla kavuşamazdı. İranlı General Kasım Süleymani, Bağdat Havaalanı'nda öldürülmeden önce Beyrut’un Dahiye bölgesini ziyaret etmişti.
Beyrut’un banliyölerin İran’ın ‘terör çukuru’ haline geldiği herkes tarafından bilinir. Hizbullah’ın hükümet ve cumhurbaşkanlığı üzerindeki etkisi İran’ın tüm gücüyle arkasında durmasından kaynaklanmaktadır.
Bir kez daha tekrarlamak gerekirse, bana göre; ‘Beyrut Limanı faciasının’ arkasındaki isim muhtemelen, hatta kesinlikle Hasan Nasrallah’tır. Zira kendisi ülkedeki karar merciidir.
Bir dahaki saldırı daha büyük ölçekli olabilir.
İran rejiminin lideri Ali Hamaney ise Beyrut’ta yaşanan olayın uygulayıcısı olarak asıl suçludur.
Muhtemelen, ‘devrim muhafızları’ saldırıyı gerçekleştirmiş, Lübnan devletindeki üst düzey bazı yetkililer de işbirliği yaparak olayı örtbas etmiştir.
Eğer Tahran’daki ‘yılanın başı’ koparılmazsa, İran’ın mezhepçi yayılmacılığı artarak devam edecektir.
Beyrut felaketi de cezasız kalacaktır. Yılanın başı koparılmadan Hizbullah’ın hedef alınması mümkün değildir.
İran bölgenin kılcal damarlarına sızmış durumdadır ve karşı karşıya olduğumuz güç İran’dır.
Bu korkunç suç cezasız kalırsa, Hizbullah egemenliğine (ki aslında İran hegemonyasıdır) karşı çıkan Lübnanlılar ve diğerleri, Beyrut’un güney banliyösü bodrumlarında kaybolan ve bir daha dönmeyen insanların akıbetini paylaşacaktır.
Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de ve hatta İran’da rejime itiraz edenlerin kabirleri bulunmamaktadır.
Sonuç olarak, Lübnan tarihinde benzeri görülmemiş bu facia dolayısıyla, ne Hasan Nasrallah'ın ne de partisinin sembollerinden herhangi birinin cezalandırılamayacağı kesindir.
Hatta kendilerine muhalif olan birilerini suçlamaları da muhtemeldir.
Bu sırada asıl suçlulara Tahran tarafından, şahın generallerine taktığı ‘onur madalyalarının’ takılması şaşırtmayacaktır.
Her ne kadar bu madalyalar, Humeyni Fransa’dan döndüğünde, taşıyanlarını korumamış olsa da…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Mustafa Yıldız
© The Independentturkish