2003'te Arap siyasi kültürünü karıştıran bir olay meydana geldi. Irak’ın aynı zamanda hem kurtulması hem de işgale uğraması.
Karışıklığın kaynağı söz konusu kültürün işgal ve kurtuluşu mutlak bir rekabet ilişkisi çerçevesine yerleştirmesiydi. Ya o ya da bu.
İki kavramın bir araya gelmesi onun için imkansızdı. Hiç kimse işgalci ve aşağılayıcı; ama aynı zamanda özgürleştirici ve öğretici Napolyon savaşlarını inceleme zahmetine girmedi.
Irak’ın kurtarıldığı kesin; çünkü Iraklıların 1968 yılından beri ne kendisini ne de partisini deviremedikleri en güçlü Arap diktatörlerden biri devrildi.
Öte yandan işgale uğradığı da kesin çünkü uluslararası hukuka aykırı olarak bu diktatörü deviren, askeri güçleri ile Irak’a yerleşen ve daha sonra ülkenin siyasi yaşamını şekillendiren yabancı bir ülkeydi.
Ne var ki Arap siyasi kültürü bir müddet sonra kendisini rahatlatacak bir şey buldu.
Ne kurtuluştan ne de kademeli olarak geri çekilen ABD işgalinden geride bir şey kalmamıştı.
Yerini kota sistemi ve mezhepçi gerilimin eşlik ettiği genel bir yozlaşmış sistem almıştı.
Gerilim daha önce 2006 yılında iç savaş şeklinde patlak verirken kota sistemi, Iraklıları yoksullaştırdı.
2003’te ABD ile gizlice anlaşan İran bu tarihten sonra Arap söylemini tekrarlamaya başladı.
Yani bu bir kurtuluş değil işgaldir. Aradaki büyük fark, Sünni direniş bu söylemi, Washington’un arkasında durduğunu sandığı Şii hegemonyadan korktuğu için dillendirmişti, Tahran ve Şii direniş ise bu hegemonyayı kökleştirmek ve ABD’nin yerini almak için.
Bu noktada, nitelikli kötü, hayal kırıklığına uğramış saftan kendi hesabına yararlanmaya başladı.
Kötülük, İran’ın emperyal kuşağının genişlemesiyle zirveye ulaşırken, bu arada niteliksiz saflık IŞİD kalıbının içine aktı.
Sonuç, ülkeyi ellerine geçiren yozlaşmışlar, geri çekilen ABD’ye karşı aşırı bir vatanseverliği teşvik ederken genişleyen İran’a karşı vatanseverlikten eser olmayan bir tutum benimsediler.
Irak, İslam ve bölgeyi savunmaya dair ideolojik çığlıklar, Tahran’a karşı bu teslimiyetin yanı sıra her iki tarafın Irak’ı yağmalayan politikalarını da gizledi.
Diğer yanda dini gruplar ve etnikler arasındaki çatlak büyüyor ve derinleşiyordu. Öyle ki Irak rejimi, her an patlak verecek bir iç savaş sistemi gibi görünüyordu.
Bu çürümüşlüğü iki büyük gelişme sarstı.
İlki, 2019’da Iraklıların kendilerini yoksullaştıran İran ve yerel mafyalar arasındaki ortaklı sisteme karşı ayaklanmalarıdır.
Bu hadise Irak vatanseverliğinin zayıflığını ortaya çıkarmış olsa da önemini artıran bir nokta vardı o da kendisini İran’a bağlılığıyla tanımlanan Şii çevrenin başlatmış olmasıdır.
İkincisi, ABD’nin nükleer anlaşmadan çekilmesi sonucu son birkaç yılda İran’ın yakalandığı zayıflıktır.
ABD yaptırımlarının yanı sıra İsrail’in Suriye’de kendisine yönelik hava saldırıları ile daha da sindirilmesidir.
Bütün bunlar daha petrol fiyatları düşmeden önce yaşandı. Bu iki gelişmeye bir de Bağdat’taki yönetici ekibin kabul edilebilir bir aday üzerinde uzlaşamamaları eklendi.
Böylece Irak’ta başbakanlığa İran ve mezhepçi Şii güçler kulübünün dışından bir isim geldi.
Bu isim, Saddam sonrası dönemde Irak’a hükmeden dengeleri düzeltmeyi, yani Irak’ın 2003’te ettiği kurtuluşu korumayı ve bugün esas olarak İranlı olan işgalden kurtulmaya yatırım yapmayı talep eden Mustafa el-Kazimi’dir.
Gidişatı düzeltmek, tersine dönmüş çatışmayı sona erdirmek anlamına gelmektedir.
Diğer bir deyişle, sorunları gerekçe gösterip ülkeyi çatışmalar ve savaşlar sahasına dönüştürme ilkesini ortadan kaldırmaktır.
Bilindiği gibi Saddam bu çatışmaların kendisi ve Irak için faydalı olacağı yanılsamasına kapılmış ve kazanımlar elde edeceğini tasavvur etmişti.
Ama bugün görüldüğü gibi bunlar İran’ın işine yaradı.
Öte yandan, tersine dönmüş çatışma durumundan çıkışın yolu, birikmiş ve mezhepçi iktidarın (Saddam döneminde Sünni, sonrasında Şii) tesisinde ayırt edici bir rol oynadığı mezhepçi gerilimleri hafifletmekten geçmektedir.
Bu noktada, Kazimi’nin Sünni ve Kürt siyasi güçler, özellikle de Cumhurbaşkanı Berham Salih ile ilişkilerinin mükemmel olmadığı bir detay değildir.
Yeni Başbakanın silah ve karar alımında devletle rekabet eden Haşdi Şabi ve özellikle de Hizbullah Tugayları gibi güçler ile arasındaki çatışma da bir detay değildir.
Kazimi’nin benimsediği ve iki sorun birbirine benzediği için Lübnanlıların çok iyi anladıkları sözlüğün kavramları: Devletin egemenliği, devlet dışındaki güçlerin elindeki yasadışı silahın teslim edilmesi, ülkenin çatışma alanına dönüştürülmesini reddetme, sınır kapılarını kontrol etme, kamudaki yolsuzluk ve yağmayı durdurma, yönetimdeki kota sistemini çökertmektir.
En büyük ve yakıcı sorun ise, yağmalanmış Irak’ın gıda ihtiyacını karşılamak olmayı sürdürüyor.
Bunun için de Irak’ın yeniden egemenliğini kazanması ve kaynakları üzerindeki kontrolünü kazanması gerekiyor.
Irak gibi büyük ve zengin bir ülkenin halkının bugün açlık çekmesi, küresel ve bölgesel hesaplarda bir ağırlığı olmaması, kararlarının Tahran’da alınması hiçbir şekilde basit değildir.
Mustafa Kazimi’nin yapmaya çalıştığı cesur ve tehlikeli bir karardır.
2005’te Lübnan’ı Suriye vesayetinden kurtarmaya çalışan bir girişime tanık olmuştuk.
Fakat çok iyi bildiğimiz gibi bu girişim kana boyandı. Irak’ın İran vesayetinden kurtarılmasına gelince, bilhassa İran-ABD gerilimi bölgenin tamamında benzeri görülmemiş bir seviyeye ulaşmışken çok daha zordur ve daha fazla dikkat ve uyanıklık gerektirmektedir.
Kaldı ki Tahran rejimi de zayıfladığında bunu itiraf eden ve karşı taraf ile yeni güç dengesine göre müzakereler yürüten rasyonel rejimlerden değildir.
Aksine zayıflığını kabullenmemekte direten, bunu inkar eden, kendisine arka arkaya zaferler kazanan bir rejim imajı çizen ancak aynı zamanda gerçekliğin değişmesini engellemek için en şiddetli yollara başvuran rejimlerdendir.
Kazimi büyük olasılıkla bu hususta bizden çok daha fazla şey biliyordur.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu
© The Independentturkish