Kovid-19'un neden olduğu eziyetlerden birlik halinde çıkabilirsek, kendimizi kapitalizme ilişkin reformların gündemde başı çekeceği bir siyasi ortamda bulmamız hayli olası. Virüs vurmadan önce bile böyle bir geçişin küçük ipuçları mevcuttu. Örneğin kâra ve piyasa değerine duydukları takıntının ve bunun toplumsal ve çevresel etkilerinin giderek ters tepmeye başladığı Davos'ta toplanan büyük iş dünyası liderlerinin kulağına çalınmıştı. Onlara gitgide yükselen kamu gazabının karşısında "vicdana" veya "eko-kapitalizme" sığınmaları tavsiye edilmişti.
Dünyanın bir çok yerinde 40 yıldır süren neoliberal siyasetin ardından toplumların kamu sağlığı savunmalarının ağlanacak hali toplumsal ajitasyonun şiddetini artırdı. Askeri harcamalar veya muhtaç durumdaki şirketlere yönelik sübvansiyonlar dışında her konuda uygulanan kemer sıkma politikaları ardında acı bir tat bıraktı, özellikle de 2008'deki banka kurtarma paketlerinden sonra. Buna karşın pandemiyle mücadelede işe yaradığı düşünülen kolektif ve devlet kontrolündeki önlemler toplum nezdinde hükümetlere karşı daha olumlu bir yaklaşım getirdi yarattı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ses getiren günlük basın konferanslarında New York Valisi Andrew Cuomo, mevcut krizden nihai çıkışın sadece ekonomik, sosyal ve politik ortamın yeniden kurgulanmasını değil, aynı zamanda toplumsal iradenin ve hükümet gücünün ifadeleri arasında emsalsız olacağına inandığı bir yeniden uzlaşma gerektirecek. New York kabusunu tecrübe edenlerimiz için devlet müdahalesinin değerine yönelik bu güven beyanı bir anlam ifade ediyor.
Ne yazık ki Cuomo'nun yeniden kurgulama deneyi için yaptığı hazırlık hamleleri şimdilik Michael Bloomberg (testleri düzenlemek için), Bill Gates (eğitim girişimlerini koordine etmek için) ve eski Google CEO'su Eric Schmidt'in (iletişim ve hükümet işlevlerini yeniden ayarlamak için) oluşturduğu bir milyarderler kulübünü işe almaktan ibaret. Sokak düzeyinde daha önemli bir konuma yükselen ve tabandan doğan demokratik dalgalanma henüz siyasal iktidar üzerinde bir iz bırakmış değil. Cuomo'nun hayaline göre, gerekli yeniden kurgulama ve yeniden yapılanmalar sermayenin ve halkın ilerici bir kapitalist elit tarafından tanımlanan ihtiyaçlarına göre hazırlanacak.
İhtiyaç duyduğumuz şehir
Burjuva yönetişiminin uzun tarihi boyunca Amerika Birleşik Devletleri'nde 20. yüzyılın ilk yıllarındaki İlerici Dönem, 1930'ların Yeni Anlaşması ve 1960'ların Büyük Toplum'u gibi bazı radikal reform aşamaları olmuştur. Görünüşe bakılırsa bir yenisinin vaktinin çoktan geldiğine dair bir fikir birliği oluşuyor.
Özellikle de kentsel hayatı yeniden yapılandıracak ve kentsel işleyişi, ekonomik gelişmenin yalnızca daha rasyonel (ve daha çevre dostu) biçimlerini değil, aynı zamanda gündelik hayatın düzenlenişinde de daha uygun yollar izlenmesini teşvik edecek şekilde yeniden düzenleyecek enerji işte böyle bir bağlamda birikiyor. Virüs, New York'luların çoğunun günlük yaşam kalitesinde benzeri görülmemiş bir doğrudan hasar yaratmakla kalmadı, aynı zamanda gösterişçi tüketicilik, rahatına düşkün bireycilik ve gösterişli yapısal müdahalelerin foyası altındaki büyük çürümeyi de ortaya çıkardı.
Kısa süre önce New York Times Editörler Kurulu'nun birkaç davetli uzman yazarla birlikte "İhtiyacımız Olan Şehirler"e dair düşüncelerini paylaşması işte böyle bir ruh halinde geldi. Ana tema yeterince basit. Bir zamanlar “şehirler işliyordu. Şimdi işlemiyorlar”. Onları tekrar işler hale getirmemiz lazım.
Bu düşüncenin ardında “Amerikan şehirlerinin ülkenin ekonomik ilerleyişinin motoru, zenginliğinin ve kültürünün vitrini; büyüleyen, hayranlık ve arzu yaratan küresel objeler" olduğu döneme özlem duyan biraz nostaljik bir yeniden yapılandırma yatıyor. O eski güzel günlerde “şehirler insan potansiyelini ortaya çıkarmanın yollarını sağlardı"; “ırkçılıkla deforme olmuş, seçkinlerin vurgunculuğuyla zarar görmüş, kirlilik ve hastalık nedeniyle berbat edilmiş” olmalarına rağmen "devlet okulları ve kolejlerden, halk kütüphaneleri ve parklardan, toplu taşına sistemleri ve temiz, güvenli içme suyundan oluşan altyapılar"dı. Ama hepsinden önemlisi, bu şehirler “fırsat sunardı.”
Şu anki sorun (ve virüsün mide bulandıracak netlikte ortaya çıkardığı şey) ise “kentsel alanlarımızın görünmez (?) ama gittikçe daha sızdırmaz hale gelen, refah ve ayrıcalık mıntıkalarını işin az, hayatın zor ve sıklıkla kısa olduğu eski bina kümeleri ve boş arazilerden ayıran sınırlarla dolması." En yoksul mahallelerde ortalama yaşam süresi, varlıklı banliyölerdeki 90 yılın aksine, yalnızca 60 yıl. Times daha sonra bu noktanın anlaşıldığından emin olmak için ABD şehirlerindeki farklı ortalama yaşam sürelerine dair ayrıntılı haritalarını yayımladı.
Şimdi hep beraber?
Kişilerin hayattaki şanslarının doğdukları yerdeki posta koduna bağlı olduğu tartışma götürmez. Mevcut sorunların listesi bitmek bilmez ve tekerrürlerle doludur (ve görünmez olmaktan hayli uzaktır). Times'ın da gözlemlediği gibi:
Geçen yarım yüzyıl boyunca şehirlerdeki fırsat altyapısı çok zayıfladı. Devlet okulları artık öğrencileri başarılı olmaya hazırlamıyor. Şehir metroları artık hiçbir koşulda güven telkin etmiyor. Suyu kurşunlu akıyor.
İyi konumlarda uygun fiyatlı konut bulunmaması düşük ücretli işçiler için ev ve işleri arasında aksayan toplu taşıma sistemlerinde uzun ve yorucu yolculuklar demek. Sokaklarda, otobüslerde ve metrolarda kamp kurmuş binlerce evsiz insan demek. Eğitim fırsatlarının dağılımı gelir ve servetteki yerel farklılıkların haritasıyla örtüşüyor, sınıfsal ve ırksal ayrımların taşlaşmasına derinleşmesine neden oluyor.
Editörler Kurulu'nun vardığı sonuç “zenginlerin emeğe ihtiyacı var; fakirlerin sermayeye ihtiyacı var. Şehrin her ikisine de ihtiyacı var”. Şehirleşmeyi bizler için daha tatmin edici ve hakkaniyetli bir hale getirmek adına iplere hep beraber asılmalıyız. Bu şaşırtıcı bir sonuç. En basit haliyle, çağdaş kentsel yaşama dair çoğu sorunun kökeninde yatan yapıları öncellikleriyle birlikte yeniden dayatıyor.
Kesin konuşmak gerekirse, zenginlerin emeğe ihtiyacı vardır çünkü onları zengin yapan emektir. Fakat bu son kırk yıl boyunca üretilen servetten aslan payını alan taraf sermayedir. Aynı zamanda emeği güvencesizlik, teknolojik işsizlik ve sanayisizleşmeyle tanınmaz hale getiren; şehirleri ancak maaştan maaşa yaşayabilen, gıda bankaları ve ücretsiz yemekler gibi hayır işlerine başvurmadan hayatta kalamayacak bir nüfusla bırakan diğer tüm sorunları yaratan da sermayedir. Sermaye işsizlik, kişisel bir trajedi ya da hastalık vurduğu anda, ipotek ödemesi bir yana, kirayı bile karşılayamayacak bir nüfus yaratır.
Ronald Reagan ünlü bir sözünde “hükümet sorunumuzun çözümü değil, sorun hükümet” demişti. “Sermaye sorunumuzun çözümü değil, sorun sermaye” diyebilene kadar kayıp bir halde olacağız. Sermaye Hudson Yards'ı inşa ediyor (Batı Manhattan'da inşaatı süren lüks bir mahalle -çn.), ama yılda 40 bin dolardan (yaklaşık 270 bin TL) az parayla yaşamaya çalışan insanların bütçesine uyacak konutlar yapmıyor. Sermaye ikincisini de yapabilene kadar iyi niyetli olsa bile tüm reform çabaları mutlaka azınlığın yararına işleyecek sonsuz sermaye birikimi döngülerine eklemlenecektir. Sermaye toplumsal ve ekolojik sonuçlarından bağımsız olarak bu şekilde işlemeye devam edecek, nüfusun çoğunu da yalnızca geçinebilmek için bile aşırı-tutumluluğa itecek ve (böyle bir şey mümkünse) birikim yapmak zorunda bırakacaktır.
Tanıdık bir melodi
Editörler Kurulu geniş çaplı ve yapısal bir reform gerektiren bir sorunu çözmek için bize yalnızca üstün ahlaki güdülerimize, sözde iyimser meleklerimize hitap eden umut dolu tembihlerle bırakıyor. Kurul, “Mekansal ayrımcılığın azaltılması varlıklı Amerikalıların paylaşım yapmasını gerektirir fakat bu fedakarlık yapma zorunluluğu demek değildir” diyor. Tanrı zenginlerin fedakarlık yapmak zorunda kalacağı anlar göstermesin! Editörler Kurulu umutla “çeşitliliğe açık mahallelerin inşaası ve kamu kurumlarının özel servetten ayrılmasının...nihayetinde tüm Amerikalıların yaşamlarını zenginleştireceği ve yaşadıkları şehirleri bir kez daha tüm dünya için bir model haline getireceği” iddiasında bulunuyor.
Seksen dört yaşındayım ve bu tip sözleri ciddiye alamayacak kadar çok duydum. 1969'da, Martin Luther King Jr. suikastının ardından şehrin büyük bir kısmının yakılmasından tam bir yıl sonra, mekansal olarak ayrıştırılmış bir Baltimore'a taşındım. O yıllarda Editörler Kurulu'nun dirilttiğine benzer samimi ahlak söylemlerinden, iyi niyetli bizlerin (muhtemelen tereddütleri olanlar için özel tasarlanmış empati haplarının desteğiyle) hepimizin kaderinin birbirine bağlı olduğunu, aynı şehirde yaşayan hepimizin hep birlikte olduğunu görmesi halinde her şeyin yoluna gireceğine gönülden (ama ne yazık ki safça) inanan iyi niyetlilik ruhu karşısında yorgun düşmem uzun sürmemişti.
Tüm bu tecrübe hakkında, kapitalizmin kent sorununun uzun vadede sürekliliğini ele alan Sosyal Adalet ve Şehir (Social Justice and the City) adında bir kitap yazmıştım. Şimdi elli yıl sonrasında buradayız ve tam olarak aynı hataları yapmaya, tekrarlanacak bir performansa hazır gibi görünüyoruz. O zamanlar işlevini sürdürmek için kıtlığın üretilmesine muhtaç olan piyasa mekanizmasının bu sefalet dramındaki ana suçlu olduğu fazlasıyla açıktı. Bu terimlerle düşünmek kentsel eşitsizliğin giderilmesi için tasarlanan neredeyse tüm politikaların neden aynı noktaya vardığını, altta yatan bir çelişki nedeniyle ağır eleştirilerin hedefi olduğunu açıklamaya yardımcı olmuştu.
“Kentsel yenilemeye” kalkıştığımızda yalnızca yoksulluğun yerini değiştiriyoruz (Engels konut sorusu üzerine 1872'de kaleme aldığı bir denemede burjuvazinin kentsel sorunlarına dair tek çözümünün bu olduğunu öne sürmüştü). Eğer buna kalkışmazsak yalnızca oturup devam eden çürüyüş sürecini izliyoruz. O zamanlar denildiği gibi “gettonun yaldızlanması” açıkça işe yaramıyordu, bu yüzden cevap kötü etkilenmiş nüfusların kentsel mekan boyunca dağıtılması olmalıydı. Bu da pek bir işe yaramadı. İkinci yaklaşım gettoyu bir nebze dağıtmış olabilir, ne var ki ne yoksulluk düzeylerini azalttı ne de ırk ayrımcılığını dindirdi.
Bu tür başarısız sonuçların yarattığı hayal kırıklığı, kendilerine has "yoksulluk kültürleri" içine kapatılmış yaşayan yoksulların içlerinde bulunduğu müşkül durumun sorumlusu olduğu sonucuna götürdü. O günlerde Daniel Patrick Moynihan tek uygun cevabın “iyi niyetli ihmalcilik” olduğunu söylemişti. Bu, kurbanları suçlamayı haklı kılan ve karşılığında süregelen siyasi başarısızlıkların kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı zor sorulardan kaçma imkanı veren, kişisel sorumluluğa ve kendi kendini pazarlamaya dayanan neoliberal kılavuzun kehanetvari bir öncülüydü. Ekonomik sistemimizin tam kalbinde işleyen güçleri derinlemesine inceleyen yorumcu sayısı epey düşük. (Moynihan, tesadüfe bakın, Cuomo'nun siyasi akıl hocası ve rol modeli).
Duygusal turizm
Nihayetinde, o günlerde her türden çözüm tasarlanmış ve araştırılmıştı, kapitalist piyasa ekonomisinin sürekliliğine meydan okuyabilecek olanlar hariç. Yine de, mevcut pandeminin son derece açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi, kendi haline bırakıldığında kaçınılmaz olarak giderek katlanan bir fakirlik üreten şey ekonominin ta kendisidir.
Şu anda işsiz olan otuz milyon insanın yüzde 40'ı yılda 40 bin dolardan daha az kazanıyorsa çağdaş kapitalizmin temel insan ihtiyaçlarını sağlama konusunda sınıfta kaldığını elbette ki kabul etmeliyiz. 1970'lerde gelişen neoliberal kişisel sorumluluk ve beşeri sermaye yaratımı düşüncesi kapitalist sınıfın ve şirketlerin bir yandan kendi ceplerini sonsuz bir şekilde doldururken diğer yandan 1960'ların reform dalgasının başarısız sonuçlarından kaçması için uygun bir yol olduğunu kanıtladı.
Bu nedenle toplumumuzun temelini titiz ve eleştirel bir incelemeye tabi tutmak hayati önem taşıyor. Bu acil bir görev. Ama önce bu görevin ardında neyi gerektirmediğini söylemeliyim. Tıpkı 70'lerin başında vardığım sonuçtaki gibi, bu, şehirlerimizdeki sosyal koşullara dair bir ampirik araştırma daha yapmak anlamına gelmiyor. Aslında, insanın insana karşı bariz insanlık dışı davranışlarına dair daha fazla kanıtın ortaya konması gerçekte ters tepiyor, çünkü içimizdeki kalbi yanan liberale aslında bir şey yapmazken çözüme katkıda bulunuyor gibi davranma şansı veriyor. Bize Nobel Ödülü kazandırabilecek olmasına rağmen bu tip bir ampirisizm konumuz dışındadır.
İhtiyacımız olan tüm kanıtlara ulaşmamızı sağlayacak bilgi zaten mevcut. Bizim görevimiz bu alanda değil. Sorumluluğumuz yalnızca "ahlaki mastürbasyon" denebilecek türden, ateşin başında rahatımıza çekilmeden önce okuyup, dertleşip, birbirimizin sırtını sıvazlayacağımız, kentsel nüfusun maruz kaldığı gündelik adaletsizliklerin bir araya getirildiği devasa, mazoşist bir dosya yaratmak da değil. Bu da karşı-devrimcidir, çünkü bizi temel sorunlarla yüzleşmek zorunda bırakmak bir yana, onlar hakkında hiçbir şey yapmadan suçluluk duygusundan kurtulmamızı sağlar.
Bir çorba mutfağında gönüllü olarak veya bir gıda bankasına bağışta bulunarak gerçekten de onlara yardımcı olabileceğimiz umuduyla bizi "bir süreliğine" yoksullarla yaşayıp onlarla beraber çalışmaya çeken bir tür duygusal turizme kapılmak da bir çözüm değil (kısa vadede yardımcı olabilecek olsa bile). Peki ya yaz boyu bir topluluğun bir oyun parkı kazanması için çabalayıp sonbahar geldiğinde okuldaki durumumuzun kötüye gittiğini görmek? Bunlar izlemememiz gereken yollar. Bizi sadece elimizdeki temel görevden uzaklaştırmaya hizmet ediyor.
Yeni bir çerçeve
Bu acil görev ekonomik ve sosyal sistemimizin derin ve etkili bir eleştirisi üzerinden eşitsizlik sorununu ele alacağımız yeni bir siyasi çerçevenin bilinçli inşaasından başka bir şey değildir. İnsancıllaştıracak bir toplumsal dönüşüm yaratma görevinde kullanabileceğimiz kavram ve kategoriler, teoriler ve argümanlar formüle etmek için düşünce gücümüzü kolektif olarak harekete geçirmemiz gerekiyor.
Bu kavramlar ve kategoriler toplumsal gerçeklikten soyutlanmış bir şekilde formüle edilemez. Çevremizde gelişen olay ve hareketleri dikkate alarak gerçekçi bir şekilde yaratılmaları gerekir. Ampirik kanıtlar, derlenmiş bekleyen dosyalar ve toplulukta kazanılan deneyimler burada kullanılabilir ve kullanılmalıdır. Ve giderek yükselen, hayatlarını bariz tehlikelerle yüz yüze geçiren insanlar konu olduğundaysa zirve yapan siyasal empati dalgasının yarattığı fırsat kaçırılmamalı. Bu dalga uzun vadeli, köklü reformlarla pekiştirilmezse sönümlenerek yok olacaktır.
Virüsün ayrımcılık yapmadığı söyleniyor. Tabii ki yapmıyor! Tıpkı New York Times Editörler Kurulu'ndakiler gibi, ben de evimde maaşımı kazanırken konforlu bir izolasyonda yaşıyorum, bir yandan işsizlik nedeniyle evden atılmak ya da aç kalmak, diğer yandan küçücük bir ücret karşılığında şehrin ve onun bakım ve konfor ağlarının işler kalmasını sağlamak arasındaki varoluşsal seçimle boğuşmak zorunda kalan mekansal olarak ayrıştırılmış bir iş gücüne bağımlıyım. Ayriyeten potansiyel olarak ölümcül bir virüsle günlük olarak yüzleşmek zorundalar. Bu işçiler hangi posta kodunda ikamet ediyor? Ve bunların yüzde kaçı beyaz değil, yüzde kaçı yeni göçmenlerden, yüzde kaçı Latin? Çocuklarının kaç tane dizüstü bilgisayarı var?
Son yüz elli yıldır tüm bu sorularda rahatsız edici bir süreklilik var. Bu uzun süredir devam eden ve iyi prova edilmiş tarihi bozmanın tam zamanıdır. Bunun için bir atağa kalkmalı ve gücünü farklı bir politik ekonomi ve sosyal ilişkiler yapısından alan, daha demokratik ve sosyal olarak daha adil kentleşme biçimlerinin yaratılmasını planlamalıyız.
1960'ların kentsel isyanlarına ön ayak olan eşitsizlikler hala bizimle. Aslında her zamankinden daha derinler. Birkaç ay daha tecritin ve kapitalist çöküşün ardından ayaklanmaların başlayacak olması neredeyse kesin. Ama unutmayın: “Sermaye sorunun kendisi, çözüm değil”.
Bu yazı süregelen protestolar başlamadan önce, Mayıs'ta kaleme alındı.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Noyan Öztürk