1900'lü yılların hemen başında ABD Monreo Doktrinleri gereği Avrupa işlerine pek müdahil olmasa da -bilhassa- Osmanlı topraklarındaki hadiseleri yakından izliyordu.
1903 yıllında Osmanlı karasularına zırhlı gemi göndermesi ise Yıldız Sarayı'nı hayli rahatsız etmişti.
Konuyu yakinen takip eden Sultan II Abdulhamid, yetkililere gereğini yapın talimatı gönderecekti:
Yıldır Saray-ı Hümâyânu Baş Kitâbet Dâiresi
Aralık ayının ikinci günü Farsan (Kızıldeniz'de ada) sularına gelip demir atan Amerika bandıralı gambotu gözetim altında tutmak için yeterli vasıtalara sahip olmadığına dair Yemen valiliğinden alınan telgrafı takdim eden 27 Aralık 1903 tarihli hususi sadaret tezkereniz padişah tarafından görüldü.
Malumunuz olduğu üzere Amerikalıların, kabul ettikleri Monroe doktrini gereğince Avrupa işlerine müdahale etmedikleri halde Osmanlı devletinin işlerine karışarak, böyle Osmanlı sularına gemi göndermek gibi muameleye yeltenmeleri caiz olmadığından ve devletin yürürlükte olan kanunlarına aykırı bulunduğundan hükümetçe bu tür şeylere mahal bırakmamak neticesini temin edecek tarzda gerekli teşebbüslerin yapılması padişah efendimizin emir ve iradeleri gereğidir.
Saray Başkatibi,
28 Aralık 1903.
ABD, bu ısrarından vazgeçmeyecek ve bölgeye üç zırhlı gemi daha göndererek Beyrut üzerinde hâkimiyet kurmayı deneyecekti.
ABD, daha evvel de zırhlı gemilerini Akdeniz'e (Bugünkü adıyla Ege kıyıları) göndererek misyoner okulları konusunda ciddi sıkıntılar çıkarmıştı.
Esasen ABD savaş gemileri sorunu ilk değildi. Daha önce "Bancroft" isimli gemi İzmir'e kadar gelip şehri vurmaya niyetlenmişti.
ABD'liler esasen blöf yapıyor ve güçsüz bir devlet olduğunu düşündüğü Osmanlı'dan istediğini almaya çalışıyordu.
ABD'lilerin beklemediği şey ise Türklerin ani şekilde Bancroft'a ateş açması oldu.
Türk topçularının ateş açması üzerine ABD gemisi geri çekilmek zorunda kalacaktı.
Herhangi bir isabet olmaması iki ülkenin arasında olası bir savaşın önüne geçti.
Beyrut'a gelen zırhlıların ise hemen dönmeye niyeti yoktu, çünkü şehirdeki ABD konsolosluğuna saldırı düzenlenmiş ve ABD vatandaşları hayatını kaybetmişti.
Aslında ABD zırhlıların Beyrut'a girme gerekçesi 1897 yılında Bancroft zırhlısının amacıyla aynıydı.
Misyoner ABD okullarını kapitülasyonlardan yararlandırmaktı.
Bu gemiler 1903 yılında Osmanlı karasularına girip ancak 1904 yılında ayrılacaktı.
Sultan Abdulhamid, ABD ile doğrudan bir savaşa girmek istemedi; bu meseleyi farklı yollarla çözmeye karar verdi.
ABD'lilerin zayıf karnı paraydı ve Abdülhamit'in bunu fark etmesi fazla uzun sürmeyecekti.
Bazı kaynakların iddiasına göre gemilerin Osmanlı limanlarından ayrılması için ABD'li politikacı ve üst düzey askerlere yaklaşık 100 bin dolara yakın bir rüşvet verilecekti.
Buna ek olarak misyoner okulları konusunda da bazı yumuşamalara gidilecekti.
Abdulhamid, ABD ile ilişkilerini bozmak istemiyordu ve daha önce ABD elçisi Wallece örneği üzerinden iyi ilişkiler geliştirmişti.
Abdulhamid ve Wallece dostluğu
ABD Büyükelçisi Lewis Wallace ile Sultan Abdulhamid'in dostluğu dillere destandı.
Öyle ki Wallace ülkesine döndüğünde büyük bir Türk muhibbi olarak bu dostluğun vefasını fazlasıyla gösterecekti.
Prof. Dr. İbrahim Kalın, bu dostluğun siyasi artılarını şöyle aktaracaktır:
Wallace'ın Abdülhamid'e olan minnet borcunu ödemesinin ikinci safhasını, Amerika'da yaptığı çeşitli konuşmalarda görüyoruz. Amerikan misyonerlerinin Türkiye'deki faaliyetlerinin ve hassaten Ermeni meselesinin Amerikan kamuoyunun gündeminde olduğu 1890'lı yıllarda Wallace çeşitli konuşma ve beyanatlarında soykırım iddialarının asılsız olduğunu söyler ve Osmanlı Sultanı'nın 'asil, kibar, nazik, düşünceli ve saygıdeğer bir yönetici' olduğunda ısrar eder.
New York Times gazetesin2in 2 Haziran 1895 tarihli nüshasında çıkan bir haberde (s.4), Wallace'ın 'Osmanlı müdafaası ile Türkiye'deki misyonerlerin ve Ermenilerin baskı ve soykırım iddiaları karşılaştırılır. New York Times muhabiri 'Şimdi kime inanmak lazım?' diye sorar ve asıl doğru raporun, Türkiye'deki dindaşlarından geldiğini söyler.
Wallace'ın İstanbul'dayken Türkiye'deki Amerikan-Protestan misyonerleriyle belli bir ilişkisinin olduğunu biliyoruz. Fakat Wallace'ın özellikle Ermeni iddiaları karsısındaki tutumu, misyonerlerin bu faaliyetlerinden kendisinin de nispeten rahatsız olduğunu gösteriyor.
Wallace'ın Ermeni iddialarına karşı Osmanlı yönetimini savunması bu hadiseyle sınırlı değil. 1890'larin sonlarına doğru Abdülhamid'e olan yakınlığı artık alenen bilinen Wallace, yaptığı her konuşmada Ermeni dinleyiciler tarafından şiddetle tenkit edilir.
Boston Ermenileri, 20 Nisan 1900 günü ortak bir bildiriyle Wallace'ı kınar. Wallace'ın Chicago'da yaptığı bir konuşma sırasında gerginlik iyice artar ve konuşma yarım kalır.
Fakat Wallace geri adım atmaz. 21 Eylül 1900 tarihinde Washington'da yaptığı bir konuşmada Abdülhamid'i savunmaya devam eder.
'Zannediyorum ki Türkiye'nin Sultanı'nı bütün Amerikalılardan daha iyi tanıyorum' diye söze başlayan Wallace konuşmasına şöyle devam eder:
'(Sultan) doğru bir insandır ve onun bir vaadini bir defa bile olsun yerine getirmediğini görmedim … Türkiye'deki Hristiyanlar, Sultan'ın koruması altındadır ve O'nun koruması olmadan orada kalamazlar. Türkiye'de yaklaşık 3 milyon Yunan ve 4 milyon Ermeni Hristiyan bulunmaktadır ve Sultan onların hepsini kendi tabası addeder. Onlar olmasa Türk devleti yıkılır, zira bu (Hristiyanlar) ticaret ehlidir. Türk, bir savaşçıdır. Fakat yakılan tek bir Hristiyan kilisesi ve yıkılan bir misyoner evi yoktur ki Sultan onu yeniden inşa etmesin. Bunun böyle olduğunu biliyorum. Abdülhamid bilgili bir insan ve saygın bir diplomattır. Böyle olmasa, Osmanlı İmparatorluğu şimdiye çoktan paramparça olmuştu; çünkü Avrupa'daki herkes ona karşıdır. O, (bu Avrupa güçlerinin) birlik halinde hareket etmesine mani oluyor ve böylece tahtını muhafaza ediyor. O, Paris'te eğitim görmüştür ve Müslüman olmasına rağmen Hristiyan düşünce ve duygulara sahiptir.'
(Sultan Abdülhamid,
Lew Wallace ve
Bir Oryantalizm Hikâyesi,
Derin Tarih)
Bugün Osmanlı bakiyesi olan Kızıldeniz, Akdeniz ve Karadeniz başta olmak üzere ABD zırhlı gemisinin bulunmadığı bir karasuyu ne yazık ki bulunmuyor.
Bu gemilerin ortak özelliği ise bulundukları her yerde siyasi ve askeri kaosun eksik olmamasıdır.
Osmanlı 1897'de ABD askeri gemisi ilk kez sularına girdiğinde ateş açarak uzaklaştırmıştı.
1903 yılında ikinci kez ve daha ciddi geldiğinde bir miktar rüşvet ve imtiyazlar vererek kendisinden uzaklaştırmayı başarmıştı.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish