Reşat Ekrem Koçu'nun belirttiğine göre; Yeniçeri ocağı yoldan çıktıktan sonra ne kadar hırsız, katil, tecavüzcü, ayaktakımı ve yoldan çıkmış bir kişi varsa ocağa kaydoldu bir şekilde.
Bu yolla devletin en önemli ordusu İstanbul'u esir almış organize bir suç örgütüne dönüştürülmüştü.
Devlet adamlarına saygısızlık ve halkın malının yağmalanması vaka-ı adiyedendir:
Eskiden, bir kolluk önünden ulemadan, vüzeradan biri veya semtin sevilmiş, sayılmış bir siması geçince, kolluk çorbacısı veya neferleri, eğer kapının önünde iseler, ayağa kalkıp hürmetle selam verirlerdi.
Bahsettiğimiz tuğyan devrinde ise, kolluk önünde iskemleler atıp oturan veya hasırlar serip üstüne laubalîyane uzanıp yatan yeniçeriler, sabahtan akşama kadar tambura çalarlar, mani ve destanlar oku dar, gelip geçene ayağa kalkıp selam vermek şöyle dursun bilakis alay ederlerdi.
Hatta akşam karanlığında ve geceleyin kolluk önünden geçmek gafletini gösteren erbabı namusu:
«Senden şüphelendik, buralarda ne dolaşırsın, üstünü ağrıyacağız! » diye cebren ve kahren içeri alıp, saat ve kese ve çubuk gibi kıymetli eşyas1 varsa alırlardı: soyulan biçare, b unu halasının fidyesi bilip ağzını açmadan giderdi.(Tarihimizde Garip Vakalar)
Yeniçeriler, yalnızca Müslüman halka eziyet etmiyordu. Hıristiyan ve Yahudi cemaati de haraca bağlamışlardı ve bilhassa dini günlerde gayrimüslimlerin mahallelerine gidip bayramlar için hazırlanmış erzak ve içkiye fütursuzca el koyarlardı.
Mahkeme önlerini de kendilerine mesken tutan eşkıyalar aldıkları rüşvet karşılığı davacıları zorla davasından vazgeçirtir ve hukuka da müdahale ederlerdi.
Limanlar kontrolleri altında
Limanların kontrolünü ele geçiren eşkıyalar tüm İstanbul ticaretini kontrol eden bir kartele dönüşmüşlerdi:
Yeniçeri zorbaları, İstanbul limanına gelen bütün mal ve erzak gemilerinin komisyonculuğunu, bıçaklarının kuvvetiyle inhisarları altına almışlardı. Limana bir gemi geldi mi, açıkta demir attı ise sandalla gidip, bir iskeleye palamar verdi·ise hemen gemiye atlayıp, kahvehane kapılarına konulanların eşi, mensup olduğu ortanın nişanını ve kendi adını taşıyan bir levhayı geminin burnuna asardı.
Geminin yükü ne olursa olsun, mal ve erzağın sahibi ve geminin kaptanı, tahliye ve satış işine karışamazdı, bu işi, kendi avenesiyle zorba yapar ve tutar parasından dilediği arslan payını alırdı.(Tarihimizde Garip Vakalar)
Ticaret limanlarının yanı sıra, meyve sebze halleri de Yeniçeri zorbalarının kontrolü altına girmişti.
Bu durum İstanbul'da ciddi bir gıda enflasyonun doğmasına ve üreticinin de batmasına neden oluyordu:
İstanbul'un yaş sebze ve meyve ticaretine musallat olmuş zorbalar; işi daha ileri götürmüşler, kendilerinin nişan ve işaretlerini taşıyan hususi küfeler yaptırmışlardı; bunları, büyük şehre sebze ve meyve sevk eden Marmara iskelelerinden peyledikleri yerlere gönderirlerdi. Bostan ve bahçe sahipleri, mallarını bu küfelere yükler ve yeniçeri zorbasının göndereceği para ile kanaate mecbur idiler.
Hatta bir seferinde, bir yeniçeri zorbası, Karamürselli bahçıvanlara pusula göndererek: Mal şu kadar noksan çıktı, bu kadarı çürük çıktı, hamaliye ve kantariye masrafları şu tuttu, sair resimler ve küfelerimizin kirası bu kadar, bana daha şu kadar borcunuz vardır, diye yazmış. Bahçıvanlar da, bu pusulayı ibret olmak üzere, Karamürsel'de kahvehanenin duvarına asmışlardı.(Tarihimizde Garip Vakalar)
En korkunç cürümleri: Yangınlar
Yeniçerilerin giriştikleri en korkunç yağmalar yangınlardı. Kuruluş sebebi yangınları söndürmek olan tulumbacılar yangını çıkartan kundakçılara dönüşmüşlerdi.
Bu yangınlarda ise masum halkın malı ve ziyneti yağma edilirken birçok çocuk, kadın ve ihtiyar telef olurdu:
O devirlerde sık sık çıkan yangınlardan birçoğunun da ocaklı eşkıya tarafından konulan kundaklarla çıktığı söylenir; zira her büyük yangın, bu gibi haşarılar ve haytalar için bir yağma vesilesi olurdu, bundan ötürü yangına kızıl bayram derlerdi.
Yeniçeri tulumbacılarına gelince, yangınlarda, yalnız kendilerine. Fazla para ve bahşiş vadeden zengin kimselerin konaklarını koruyarak ateşin yayılmasını önlemeye çalışmazlar, ateşten gayet uzak bir yeri beklerler de, göz göre göre ateş tehdidi altında bulunan bir fakirin çatısına hortum tutmazlardı.(Tarihimizde Garip Vakalar)
Ünlü Seyyah Tournefort da İstanbul'un kanayan yarası yangınları şu sözlerle anlatacaktı:
Karaya ayak bastığımız Galata'daki evler alçaktı, çoğu tahta ve kerpiçle yapılmıştı; böylece, yangın çıktığında, bir günde binlereesi yanıp kül oluyordu: Talan yapmak niyetinde olan askerler ya da yataklarında tütün içen Türkler burada bazen yangın çıkarıyorlardı; canlarını kurtarıp yalnızca evlerinden olanlar hemen teselli oluyorlardı; çünkü ev çok ucuza yapılabiliyordu.
Karadeniz kıyıları gerektiğinde her yıl bütün İstanbul'un yeniden inşa edilebilmesine olanak verecek kadar kereste sağlayabilecek yetenekteydi; ne var ki, ailelerin çoğu mallarını yitirdikleri için bütünüyle perişan olmuşlardı.
Eğer yanan iki ya da üç bin evden söz ediyorsak, bunun pek önemi yoktur: Yangın iki yüz adım kadar yaklaş tığında, hele de Türklerin karayel adını verdikleri kuzeydoğu rüzgârı kudurmuşçasına esiyorsa, kendi evinin yıkıldığını ve yağmalandığını görme acısı sık sık yaşanıyordu.(Tournefort Seyahatnamesi)
Yeniçeriler denilince akla ilk gelen cürümleri kazan kaldırmaktır. Oysa Yeniçeriler tarihimizdeki en büyük organize suç örgüne dönüşmüştür.
Limanlara, meyve-sebze pazarlarına ve tüm esnaf ticaretine adeta çökmüşlerdi. Yetmemiş yangınlar çıkarıp yağma yapmış ya da mahkeme önünde hukuka müdahalede bulunmuşlardı.
Ticaretle uğraşmaları yasak olmasına rağmen ya kahvehane açıp oralarda her türlü fenalığı yapmışlar ya da kurulu bir dükkâna 'ortak olduk' diyerek el koyuvermişlerdi.
Yeniçerilerin zulmü günlük hayatın bir parçasına dönüşse de bazı cürümleri hem tarihte hem de halkın vicdanında büyük yaralar bırakmıştı.
Bu günahların başında, 1622'de Sultan İkinci Osman'ın tahttan indirildikten sonra hunharca katledilmesi geliyordu.
Sultanı tahttan indirmek ve öldürmenin yanı sıra bu başıbozuk taifesi, korkunç işkenceler ve türlü sözlü-fiili hakaretlerde de bulunmaktan geri kalmamışlardı.
Erzurum Valisi Abaza Mehmed Paşa, sabık sultanın talihsiz akıbeti sonrası Osmanlı'nın savaş makineleri olarak bilinen Yeniçeri Ocağına karşı savaş başlattı.
Sekbanları yanına alan Abaza Paşa, öncelikle Erzurum'dan başlayarak yakaladığı tüm Yeniçeri askerini bir bir katletti.
Paşa ardından yönünü Batıya döndü ve evvela Sivas'ı ele geçirdi. Burada yakaladığı tüm Yeniçeri askerini kılıçtan geçirdi. Ardından Ankara'ya yönelip burada bulunan kaleyi muhasara altına aldı.
Abaza Paşa'nın harekâtı İstanbul'da da karşılık bulmuş ve Sultan III. Mustafa tahttan indirilecekti. İstanbul'dan gelen heyet isyan hareketinin durdurulması ve isyancı birliklerin tekrar Erzurum'a çekilmesini isteyecekti.
1624 yılında bu isyan geçici olarak da olsa bastırılmıştı; ama Abaza Paşa 1626 yılında tekrar huruç etmesi artık İstanbul'da ciddi bir rahatsızlığa neden olmuştu.
Hele İran sınırındaki hareketlilik dikkate alındığında bu isyan devlet güvenliği açısından ciddi bir tehdide dönüşmüştü.
1628 yılında Sadrazam Hüsrev Paşa, Abaza Paşa'yı derdest ederek İstanbul'a getirdi. Abaza Paşa, İstanbul'a getirildiğinde hemencecik katledileceği düşünülüyordu.
Oysa aksine Hüsrev Paşa, ona hilat giydirmiş ve mütemadiyen yanında bulundurarak onore ediyordu.
Binlerce Yeniçerinin katlini gerçekleştiren Paşa, İstanbul'da bir tutsaktan ziyade muzaffer bir komutan gibi karşılanıyordu.
Abaza Paşa, İstanbul'a getirildiğinde tahtta Dördüncü Murad bulunuyordu ki isyan konusunda şedit bir sultan olduğu biliniyordu.
Bütün bu gelişmelere rağmen Abaza Paşa katledileceği yerde Bosna Valisi yapılarak esasen Yeniçeriye güçlü bir mesaj verilecekti.
Abaza Paşa, Rumeli'ye adım atar atmaz bölgede sert bir idare kurmuştu. Bu yönetim kısa süre içerisinde Osmanlı ve Lehistan'ı savaşın eşiğine getirdi.
Lehler, Dördüncü Murad'a yazdığı mektupta savaşın tek müsebbibi olarak Abaza Paşa'yı gösteriyordu:
…Hala sulh ve salaha mu gayir vaz' ve harekete müşarun ileyh( işaret edilen) Abaza Paşa sebeb oldu. Lakin sulhü karışdurup ve memleketimiz fukarasına çok yaramaz işler eyledi ve elçimizi hayli zaman eglendirüb Asitane-i Sa'adet'e giç ulaşdırdu. Ve kadimden elçilere olagilen ri'ayeti itdirmeyüb taraf-ı hümayunlarından murad üzere cevap alınmadan bu canibe gönderdi...
Sonunda intikam sırası Yeniçerilere geçmişti. Abaza Paşa, koca devleti yok yere savaşa sokmakla itham ediliyordu.
Esasen bu sebep tamamen katledilen Yeniçerilerin intikamı için bir bahaneydi.
Dördüncü Murad daha önce Abaza Paşa'yı Yeniçerilerin elinden kurtarmıştı; ama bu kez kendisi hedef olabilirdi.
Bu yüzden, İkinci Osman'ın intikamını almasıyla meşhur Paşa'yı kendi elleriyle Yeniçerilere teslim etti.
Paşa her ne kadar hunharca katledilmiş olsa da Padişah kendisi için görkemli bir cenaze namazı tertiplemiş ve önemli devlet adamlarından Kuyucu Murad Paşa'nın yanına gömdürmüştür.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish