Yüzde 3,6…
Bu küçük oran göçmenlerin küresel nüfus içindeki yüzdesi ile aynı.
En azından 2020 verilerine göre…
Uluslararası Göç Araştırmaları Merkezi’nin aynı yıl yaptığı araştırma, dünyadaki uluslararası göçmen sayısının 281 milyon olduğunu söylüyor.
Bu sayı gün geçtikçe artıyor.
Savaşlar, çatışmalar, insan hakları ihlalleri, ekonomik kriz halkasına önümüzdeki on yıllarda iklim krizinin yaratacağı göç dalgasının da ekleneceği bekleniyor, hatta gıda krizi nedeniyle göçler başladı bile...
Göçmen veren ülkeler ile göçmen alan ülkelerin arasında bir kavşak konumunda olan Türkiye ise hala en çok yabancıya ev sahipliği yapan ülke.
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ve Göç İdaresi Başkanlığı’nın açıkladığı resmi veriler birbiriyle uyumlu.
Türkiye'deki kayıtlı yabancı sayısı toplam yaklaşık 5 milyona yakın.
Ülkelerdeki yabancı sayıları arttıkça küresel ekonomik kriz, yanlış politikalar ve yükselen aşırı sağın da etkisiyle göçmen karşıtı tutum, tepki ve duyarsızlık da artıyor, göçmenler büyük bir yük olarak görülüyor.
World Migration Report’un 2020’de yaptığı çalışmaya göre Türkiye, Macaristan, Rusya ve Güney Afrika toplumlarının neredeyse yüzde 60’ı göçmenlerin ülke ekonomisi için iyi olmadığını düşünüyor.
Belli ki; İngiltere de öyle…
Bir yandan tartışmalı Ruanda planını meclisten geçiren İngiltere, bir yandan erkek göçmenlerin yerleştirildiği ve “Cezaevi gemisi” olarak anılan "Bibby Stockholm" ile gündemde.
Geminin su tesisatında lejyonella bakterisi tespit edilince boşaltıldı ama fikir mikroplar temizlenene dek hala aynı fikir…
Göç yolculuğunda ölenler artık dikkate değer değil mi?
Hafta içinde Lampedusa Adası açıklarında aralarında çocukların da bulunduğu 40’tan fazla mültecinin ölümü ise haber ajanslarına düşen bir detaydan ibaret gibi görünüyor artık.
Haziran ayında tüm dünyanın gözü kulağı Titanik enkazını görmek için okyanusa dalan ve bir süre sonra haber alınamayan Titan denizaltısı ve içindeki 5 kişiyle ilgili gelişmelerdeyken, aynı günlerde Yunanistan açıklarında hayatını kaybeden 80’den fazla mülteci üzerinde çok durulan bir mesele olmamıştı.
Ankara Üniversitesi Mülkiye Göç Araştırmaları Merkezi (MÜGAM) Müdürü Prof. Dr. Murat Erdoğan’a göre her geçen gün mültecilere yönelik sempati azalıyor, duyarsızlık ve hatta dehşete düşürücü derecede insanlıktan uzaklaşma süreci yaşanıyor.
MÜGAM müdürü Erdoğan, 2015’te cansız bedeni sahile vuran Alan bebeğin hayatını kaybettiği günleri anımsatıp o zamandan bu zamana değişen algıdan bahsediyor:
Alan bebeğin ölümü bütün dünyada yankılanmış, birçok sivil toplum örgütü ayağa kalkmıştı. Daha kısa süre önce beş yüz kişinin kaybolduğu bir kaza yaşandı. Kimsenin gıkı çıkmadı. Devletler de sivil toplum da medya da artık bu olayları mümkün olduğunca görmezlikten geliyorlar”
Göç çalışmaları, vatandaşlık teorileri ve uygulamaları, uluslararası kuruluşların rolü konularında uzmanlığı ile bilinen Koç Üniversitesi Göç Araştırmaları Merkezi (MiReKoç) Direktörü Prof. Dr. Ahmet İçduygu ise göçün temel kök nedenlerine inildiğinde ciddi bir eşitsizliğin karşımıza çıktığına dikkat çekiyor:
İnsanların yaşam standartları, ekonomik gelirleri, sağlığa ulaşımları, belki siyasal sistemlerin verdiği rahatlık açısından bazı rakamlar paylaşmak gerek. Örneğin Avrupa'da şu an yaşam beklentisi 80 yılken, bu durum Afrika'da 63 yıl. Yani bir Avrupalı bir Afrikalıdan 17 yıl daha fazla yaşıyor. Gelecekte bu farkın daha daralacağını öngörmüyoruz. Gelirleri açısından değerlendirildiğinde Avrupa’da yaşayan bir insanın Afrikalıdan 25 kat fazla geliri var. Küreselleşme çağında Afrikalılar da Avrupa'nın nasıl bir yaşam içinde olduğunu biliyorlar. Eskiden böyle değildi, başka bir ülkedeki yaşama dair bilgiler sınırlıydı. Kısacası bu eşitsizlik ve daha iyi bir yaşam beklentisi insanları başka bir yere gitmeye zorluyor”
Elbette buna siyasi nedenler de ekleniyor.
Dünyanın bilhassa yoksul ülkelerinde, diktatoryal sistemlerin olduğu ülkelerde insanlar bir an önce kendilerine dair bir yaşam arayışı içinde.
Prof. Dr. Murat Erdoğan, “Bu motivasyonu anlamak mümkün. Pek çok yerde çatışmalar var, mezhepten, ırktan kaynaklı zulüm görenler var. Dolayısıyla insanların kendilerini rahat ve güvende hissedecekleri ülkelere doğru hareketlenmesi çok zor değil” diyor.
O da Profesör İçduygu gibi küreselleşen dünyanın gerçeklerine işaret edip insanların artık daha iyi yaşanabilecek hayatlar gördüklerini, dahası ayırdına kolayca varabildiklerini söylüyor:
Bundan elli sene önce cep telefonunun, internetin olmadığı ortamda insanlar sadece başkalarından duyuyordu iyi hayatları. Şimdi Nijerya'da da olsa, Sudan'da da olsa Libya'da da olsa başka dünyalardaki iyi hayatları görüyorlar, fark ediyorlar, bu da onlara daha iyi hayatı başka ülkelerde bulma motivasyonu getiriyor”
Avrupa’nın sığınma rejimi daha tutucu hale geliyor
II. Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan sığınma rejiminin çok daha tutucu hale gelmesi, sınırların kapanmaya başlaması, ekonomik kriz ve dünyanın dört bir yanında aşırı sağ siyasetin yükselişiyle göç meselesi daha sıkıntılı bir hal alıyor.
Gelgelelim göçmenlere birkaç farklı pencereden bakmak gerekiyor.
MireKoç Direktörü Profesör İçduygu, Avrupa’nın sığınmacı rejimindeki katı politikalarına işaret ediyor:
Göçmenlerin bir kısmını mülteciler, sığınmacılar olarak adlandırıyoruz. 1951 Cenevre Sözleşmesi çerçevesinde eğer siyasal baskı hissediyorsanız bir başka ülkeye gidip sığınma talep etme hakkınız var. Bir de sığınma rejimi dışında kalan düzensiz göçmen dediğimiz, pasaportları olmadan sınırları bir anlamda zorlayarak geçen insanlar var… II. Dünya Savaşı sonrası sığınmacı rejiminde Batı'daki ülkeler mültecilerin, sığınmacılarının komünizmden kaçıp geleceğini düşünüyorlardı. Bu anlamda kapılar daha açıktı, dünyada mülteci ve sığınma talep eden daha az sayıda insan vardı. Soğuk Savaş’ın bitimiyle hem sayılar arttı hem Batı dünyası bu tek kutuplu dünyada sığınma rejimini çok daha tutucu hale getirdi. Avrupa’nın kapılarını kale duvarlarına çevirme politikası dediğimiz bir dönem başladı”
Profesör İçduygu, göçün mümkün olduğunca Avrupa’nın çevre ülkelerinde tutulmaya çalışıldığını hatırlatıyor, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkeler arasında Fas ve Libya gibi Kuzey Afrika ülkeleri de yer alıyor.
Göç dalgalarını kenarda tutmak için Türkiye gibi ülkelerle mali anlaşmalar yapılıyor.
Avrupa, sınırına yığılan göçmenleri biber gazıyla kovalayıp kaçak botlardan insanları denize dökerken; Türkiye birlik üyeleriyle oturduğu mülteci pazarlığından ilk etapta 3,5 milyar euro ve “vizesiz Avrupa” hayali elde etmişti.
Elbette Türkiye tek değil.
AB, “Göçmenlerin sınır bekçisi olmayacağız” diyen Tunus’a da geçtiğimiz günlerde 1 milyar euro teklif etmiş durumda.
İngiltere ile Türkiye arasındaki göç anlaşması neye işaret ediyor?
MÜGAM Müdürü Profesör Erdoğan, bu uygulamalara dünyanın pek çok yerinde başvurulduğunu belirtiyor, bu kez Ankara ile Londra arasında yeni bir anlaşmaya değiniyor:
Mesela İngiltere şu an Türkiye ile bir anlaşma yapmaya çalışıyor. İngiltere’yi Fransa'dan ayırıp Atlas Okyanusu ile Kuzey Denizi'ni birleştiren Manş Denizi’ni geçen, Türkiye'den geldiği belli olanları Türkleri, inceleme yapmaksızın geri gönderme anlaşması yapıyor. Bu açıkça uluslararası hukuka aykırı, yapılması mümkün değil. Zaten sığınma hakları konusunda da her geçen gün daha geriye gidiliyor. Temel insan hakları, sığınma hakkı, siyasi ve mali müzakerelerin pazarlıkların eşliğinde yani neticede devletlerarası uzlaşı ile arka plana atılabiliyor. Sadece Türkiye kabul ederse yapabilirler. Ama Türkiye bunu nasıl kabul eder? Bu sefer onun müzakeresi oluyor, anlamda… Ve bu müzakereler çerçevesinde o insanların gelmesi engelleniyor. Malum Afganistan'da Taliban rejimi var. Herkes Taliban için terörist diyordu. Ama şimdi baktığınızda bütün ülkeler Taliban'la görüşüyor. Niye? Çünkü Taliban oradan kaçacak insanları, sizin ülkenize gelmiş olanların geri gönderilmesine imkan sağlayacak tek yapı… Uluslararası hukuktan kaçınmanın yolu, devletlerarası uzlaşılar oluyor. Bu durum gerçek korunma ihtiyacı olan kişiler için çok kötü bir gelişme. Mecburen gidiyorlar, onlarla anlaşıyorlar”
İngiltere hükümeti, Türkiye ile imzalanan mutabakat zaptı kapsamında yasa dışı göçe karşı ortak operasyonlarda görev almak üzere daha fazla personelin Türkiye'de görevlendirileceğini söylüyor.
Reuters’ta yayımlanan haberde söz kosunu anlaşmanın Avrupa'ya giderken Akdeniz ülkesi üzerinden geçen kaçak göçmen akışını yavaşlatmayı amaçladığı yazıyor.
Bu yıl İngiltere'ye gelen göçmen sayısını azaltmayı ana taahhüt olarak belirleyen İngiliz hükümetinin İçişleri Bakanı Suella Braverman ise, "Yakın bir dost ve müttefik olan Türkiye ile ortaklığımız, yasal yaptırım ajanslarımızın bu uluslararası problem üzerinde birlikte çalışmasını ve küçük tekne tedarik zincirine karşı mücadele etmesini sağlayacak" diyor.
İmzalanan mutabakat zaptının detaylarını paylaşan The Guardian gazetesi de İngiltere'nin desteğiyle Türkiye polisi tarafından operasyonel bir mükemmeliyet merkezi kurulacağından bahsediyor.
The Telegraph Gazetesi’nin haberine göre geçen yıl 45 bin, bu yıl ilk yarısında 20 bin kişinin Manş Denizi’ni aşarak ulaştığı İngiltere’ye kaçak yollarla gittiği bu şekilde İngiltere’ye ulaşmak isteyen Türklerin sayısının ise yaklaşık bin civarında olduğu tahmin ediliyor.
İngiltere İçişleri Bakanlığı’na yakın adını vermek istemeyen bir yetkili Türkiye için “Gerçek bir endişe kaynağı çünkü sayılarda büyük bir artış var ve göçmenleri daha kolay sınır dışı edebilmemiz gerekiyor" diyor.
İngiltere'nin son dönemde sivil toplum kuruluşları ve insan hakları örgütleri tarafından “Cezaevi gemisi” olarak adlandırılan gemiye erkeklerden oluşan düzensiz göçmen kafilesini yerleştirmesi ise bir başka dikkat çekici nokta.
Birçok uzman hem bu durum hem İngiltere'deki göç yasa tasarısının uluslararası insan hakları ve mülteci hukuku kapsamındaki yükümlülükleriyle çeliştiği kanaatinde. Onlardan biri de Profesör Ahmet İçduygu:
Aslında sadece İngiltere örneği yok ortada. Belki son 30 yıla baktığımızda göçmen düşmanlığının artması dünyanın dört köşesinde aslında bizim demokratik ve liberal diye tarif ettiğimiz ülkelerin sadece uluslararası hukuk bağlamında değil iç hukukları açısından da kabul edilemez uygulamalar ortaya çıkardığını gösteriyor. Çok değil 15-20 yıl önce daha önce liberal göçmen politikasına sahip olan Avustralya, kendisine yakın adalarda sığınma taleplerini değerledirmiş, topraklarının dışına taşıyıp insanları bu adalarda neredeyse hapishane koşullarda tutmuştu. Şimdi İngiltere'de de benzer uygulamaların adımlarını görüyoruz. Her ne kadar kağıt üzerinde liberal-demokratik ülkeler olsalar da birçok Batı ülkesinin sığınma rejiminin çok yara aldığını görüyoruz”
Yani ülkeler uluslararası hukuku önemsemiyor mu?
Birleşmiş Milletler ABD’nin en havalı kentinde sadece 72 bin metrekarelik bir genel merkeze sahip dünyanın en pahalı tabelasından mı ibaret?
Bu soruya yanıt veren Profesör Murat Erdoğan oluyor, “Siz medyaya manşetlik bir cümle vereyim” diyerek:
"Uluslararası hukukun sopası yok. Sopası yani yaptırımı olmayan hukuk, kısa süre içinde keyfi uygulamalara imkan sağlıyor. Siz, devlet olarak uluslararası hukuk çerçevesinde imzalar atıyorsunuz. Ama yaptırımı konusunda ülkelerin üzerine çok fazla yükümlülük getirmiyor. Basit bir örnek vereyim. Trump yönetime geldiğinde ‘Ben ABD’ye mülteci almayacağım’ dedi. Çünkü uluslararası hukukta genelde bir gönüllülük esası var. Bunu söylediğinde ona en fazla eleştiri ya da kınama yapılabildi. Fazlası yok. Ardından Biden geldi. O bir miktar mülteciyi aldı ama yarın Biden da dönüp ‘Ben de almıyorum kardeşim’ dediğinde yapılabilecek bir şey yok. Şu an başta AB üyeleri olmak üzere, dünyadaki neredeyse bütün gelişmiş ülkeler göçmen almak için birbirleri ile yarışırken, sembolik sayılar dışında sığınma kabul etmeme ya da dışsallama gayretindeler. Dolayısıyla hiçbir yaptırım gücü ve enstrümanı olmayan Birleşmiş Milletler (BM) kurumlarının bu konuda yapabileceği çok şey yok. BM kurumlarına çok fazla anlam yükleniyor. Sadece ahlaki bir yükümlülük yüklüyor karşı tarafa. Ama bu ahlaki yükümlülükte toplumdan gelen baskılar, siyasi baskılarla bir biçimde göz ardı edilebiliyor. İşte asıl yaşanılan dram bu. Şu ara Afganistan’daki Taliban yönetimi ile hemen her ülkenin yaptığı ve temelde ülkesinden kaçanların durdurulması ya da iade edilmesi konusundaki anlaşmalara BM ne yapabilir ki? Bunun sığınma hakkı ve uluslararası hukuka aykırılığı açık. Zaten sığınma hakları konusunda da her geçen gün daha geriye gidiliyor. Temel insan hakları, sığınma hakkı, siyasi ve mali müzakerelerin pazarlıkların eşliğinde yani neticede devletlerarası uzlaşı ile arka plana atılabiliyor. Uluslararası hukuktan kaçınmanın yolu, devletlerarası uzlaşılar oluyor. Bu durum gerçek korunma ihtiyacı olan kişiler için çok kötü bir gelişme”
Göçün sorumluluğu paylaşılıyor mu?
Göç literatüründe sıklıkla kullanılan bir ifade var: “Burden sharing”
Bu ifade beraberinde “Göç yükü paylaşılacak mı yoksa birisinin sırtına mı yüklenecek?” sorusunu getiriyor.
Türkiye, göçün beraberinde getirdiği maddi manevi sıkıntıları sırtına en çok yüklenen ülke.
Prof. Dr. Ahmet İçduygu, ideal olanın ülkelerin sorumluluklarını paylaşması olduğunu belirtip sorumluluk paylaşımının iyi bir noktada olmadığını hatırlatıyor, meseleyi bir de Türkiye üzerinden örneklendirerek:
Aslında şöyle düşünün. Dünyada 194 ülke var. Türkiye dışındaki sadece Suriyeli göçmenlerin sayısının 6,5-7 milyon civarında olduğunu düşünüp bu ülkelere bölsek ülke başına 20 bin Suriyeli göçmen düşüyor. Sadece dünyadaki ülkelerin yarısının Suriyelilere ev sahipliği yaptığını düşünürsek her ülkeye 50 bin kişi düşüyor. 50 bin nerede, 3,5 milyon nerede? Elbette bu sembolik bir önerme. Her ülkenin böyle bir düzenleme yapması mümkün değil. Ama bu hesap dünya sisteminin göç meselesini yönetmekte ve sorumluluk paylaşımında zorlandığı veya böyle tercih ettiğini gösteriyor”
Göç meselesinin salt bir güvenlik sorunu olmadığını, sosyolojik ve ekonomik bir olgu ile karşı karşıya kalındığını bunun olumsuz sonuçları kadar olumlu etkileri olabileceğinden söz ediyor iki uzman da.
Profesör Murat Erdoğan, göçmenlerin ülkeleri geliştirmek için kalkınmanın bir aracı olabileceğini belirtip 1960’lı yıllarda Almanya'ya giden Türkleri hatırlatıyor:
"Dünyada göç ile iltica arasında ayrım daha da artıyor. Çünkü göç herkese kazandıran bir süreç. Alman ekonomisinin ihtiyacı vardı. Türkler çalışmak istiyordu. Hem Almanya kazandı hem işçiler kazandı hem Türkiye kazandı. Ama konu mülteci olduğunda bütün dengeler değişiyor. Çünkü mülteci, göçmen gibi ihtiyaca binaen seçerek aldığınız değil, bir anda kapınızda bulunduğunuz insan. Onu önceden test edemezsiniz. Kim olduğunu bilemezsiniz. Dolayısıyla onun gelmesine yönelik olarak -yani özellikle düzensiz göçmenler diyoruz- her geçen gün dünyanın her tarafında önlemler artırılıyor. Kanada, yılda yaklaşık 300-400 bin göçmen alıyor. Ama kaç mülteci alıyor biliyor musunuz? Yaklaşık 20-25 bin. Bunu da prestij olarak görüyor, o sembolik alım ile “soft power” kapasitesi güçlendiriliyor. Dünyadaki göçmenlerin yaşadığı yerler hep zengin ülkeler. Ama dünyadaki mültecilerin sadece % 15’i zengin ülkelere ulaşabiliyor. Zengin ülkelere ulaşmaya çalışan sığınmacılar için de yeni yeni engeller ortaya çıkarılıyor. Ya da sığınmacı akınını kaynakta ya da ikincil kaynakta tutma politikası denilen dışsallama politikaları izleniyor”
“Almanya bugün ekonomik bir parıltının içinde yaşıyorsa bu göçmenlerin katkısıyla oldu” sözleri ise Profesör Ahmet İçduygu’ya ait:
Göçmenlerin, göç eden insanların gittikleri ülkeye bir katkısı olabileceğini de düşünmemiz gerek. Yani böyle bir faydacı bir yerden de bakılabilir. Ekonomiler göçmenleri içine emmediği takdirde çok daha büyük sorunlar görürüz. Türkiye gerçeğine dönersek göçmenlerin ekonomiye ve toplumsal zenginliğe bir katkısı var. Ama diğer yandan şunu da anlayabiliyoruz. Genelde bütün toplumlar kendine benzer insanlara daha olumlu bakıyorlar. Benzer dili konuşsun, benzer zihinsel inançtan olsun, benzer şekilde giyinsin vesaire. Diğerini, ötekini hep zararlı görüyoruz”
Türkiye Suriyeli göçmenleri gerçekten gönderebilecek mi?
Suriyelilerin ülkelerine dönmesi için yapılan çalışmalar, hem Türkiye hem de uluslararası toplum tarafından farklı açılardan değerlendiriliyor.
Geri dönüş projelerinden biri Suriye'nin kuzeyinde oluşturulan güvenli bölgelere briket evler inşa etmek ve bu evlerde yaşamak isteyen Suriyelileri buraya yerleştirmek.
Bu proje kapsamında, Türkiye'de yaşayan başta Azez, Cerablus, El Bab ve Tel Abyad kökenliler olmak üzere 13 bölgeye 1 milyon kişinin dönüşü planlanıyor.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) gibi kuruluşlar ise Suriyelilerin geri dönüşünün gönüllü, güvenli ve sürdürülebilir olması gerektiğine işaret ediyor, bazı ülkeler ise Suriye'deki rejimle işbirliği yaparak Suriyelilerin geri dönüşünü kolaylaştırma çağrısı yapıyor.
Rusya, Şam'da bir konferans düzenleyerek 27 ülkeyi Suriyelilerin geri dönüşü için işbirliğine çağırmış ama bu konferansa AB ve ABD katılmamıştı.
Sorun çetrefilli, Türkiye’de iktidar ve muhalefetin açıklamalarına bakıldığında toplumsal baskının da etkisiyle kerhen aynı noktaya gelindiğini görmek güç değil.
2019 yılında Suriyelilerin geri dönüşünün Türkiye'nin insani sorumluluğu olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, seçim boyunca mülteci karşıtı seslerin yükselmesiyle “Suriye'den savaştan çıkıp ülkemize sığınan bu kardeşlerimize sonuna kadar sahip çıkacağız Bay Kemal. Siz ne derseniz deyin, biz oradayız. Biz bu konutları da onun için yapıyoruz. Kendileri arzu ettikleri zaman vatanlarına dönebilirler ama biz onları asla bu topraklardan kovmayız ve kovmayacağız" demişti.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Hükümet bir yandan da seçim öncesi göçmenlerin geri gönderilmesi için bir yol haritası hazırladıklarını belirtmişti.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise ikinci tur öncesi "Vatanını seviyorsan karar ver. 10 milyon Suriyeli yetmedi, 10 milyon daha mı gelsin?" sözleriyle göçmen karşıtı kampanya başlatmıştı.
AK Parti, MHP, BBP, Zafer Partisi, İYİ Parti, DEVA Partisi, Gelecek Partisi, DSP ve Vatan Partisi'nden yetkililer de farklı cümlelerle geri dönüşün elzem olduğun yönünde açıklamalar yapmış; sadece Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu ve HDP farklı tutum sergilemişti.
Peki gerçekten Suriyelilerin gönüllü geri dönüşü mümkün mü?
MÜGAM Müdürü Prof. Dr. Murat Erdoğan’a göre ortada ciddi bir baskı var ama gerçekçilik noktasında soru işaretleri söz konusu.
Profesör Erdoğan, başlangıçta Türkiye devletinin karşı karşıya kaldığı sorunu fark etmediğini, farkındalığın ise daha yeni yeni oluşmaya başladığı kanaatinde:
Bu konunun ne kadar önemli olduğu Türkiye’de çok geç fark edildi. Türkiye'de toplumun endişeleri de talebi çok açık. Bu konudaki söylemleri son seçimde gördük. Ama mültecilerin geri gitmesi ne kadar gerçekleşebilir? O konuda dünyadaki tecrübeler ve özellikle bizim ülkemizde büyük sayılarda bulunan Suriyeli ve Afganların ülkelerindeki duruma bakıldığında, umutlu olmak zor. Gönüllü geri dönüşün gerçekçilik bölümü fazla küçümseniyor. Gönüllü geri dönüş kanallarını açmak için mutlaka çaba gösterilmeli. Ama dünyanın pek çok yerindeki örnekler bize gösteriyor ki; insanlar bir ülkeden kaçmışsa, sığındıkları yer kaçtıkları yerden daha iyi bir ekonomik, sosyal, siyasal duruma sahipse kolay kolay gönüllü geri gitmiyorlar. BM’nin rakamlarında gidenlerin oranı yüzde 3 civarlarında. Onun için, şu ana kadar yapılan hataları hoş görmek için değil, ama bir bölümünün kalacağı kesin olan yabancıların ülkeye uyumunu Türk toplumunun huzuru ve refahı için öncelemek gerekiyor. Topluma da uyum çalışmalarının yabancılar için değil, Türk toplumunun huzuru için yapıldığının anlatılması gerekiyor. Burada kalsınlar diyen yok, ama gerçeklikten kaçılan her gün, toplumun geleceğine daha büyük bir tehdittir"
Profesör Ahmet İçduygu ise Türkiye’de seçim döneminde siyasilerin abarttığı kadar bir durum olmadığını düşünüyor.
Tepki koyanların haklı bakış açıları olabileceğini de belirten İçduygu, bununla beraber yabancı düşmanlığını propogandasının merkezine oturtan partilerin varlığının Türkiye'de ciddi bir göçmen sorunu olduğunu göstermediğini savunuyor:
Büyük bir toplumsal patlama ortaya çıktığını düşünmüyorum. Bazı sosyolojik konuların konuşulması lazım. Eğitim meselesi, işssizlik sorunu, kültürel farklılıklar… Almanya'daki Türkler ne tür çerçevede tartışıldıysa Türkiye'deki Suriyeliler de benzer çerçevede tartışılıyor. Geri dönüş meselesi sıklıkla gündeme geliyor. Belirsizlik ortamı var. Bu belirsizlik ortamının uzun sürmesi sorun.
2016'da sokakta köpek tekmelediği için bir grup mülteciyi uyaran Mehmet Bayraktar'ın öldürülmesi, 2021'de lise öğrencisi Ayşegül Aydın'ın Afgan bir sığınmacı tarafından cinsel saldırıya uğrayıp öldürülmesi, aynı yıl Emirhan Yalçın'ın öldürülmesi ve Altındağ olayları, 2022'de Esenyurt'ta çocuk tacizi iddiası ve yine geçen yıl üç kişilik Afgan grubun saldırısına uğrayan Selahattin Çelik'in ölümü ile birlikte başlayan Ataşehir olayları...
Son dönemde Türkiye'deki göçmenlerin suça karışıp toplumun güvenliğini sarstığı yönündeki iddialara gerekçe gösterilen olaylardan öne çıkanlar oldu.
Resmi rakamlara göre mültecilerin suç oranı 2014 yılından itibaren 2022 yılına kadar yüzde 1.32 seviyesinde görünüyor.
Prof. Dr. Ahmet İçduygu, “Toplumdaki ekonomiyi, siyasi karışıklığı ya da sokaktaki bir suç olayını hemen göçmenlere yansıtmak, onların üzerinden okumak daha kolay geliyor. Bunu tersine çevirmek mümkün” diyor, dünya tarihi ile bugün yaşadıklarımızı şu cümlelerle ilişkilendiriyor:
Klasik bir örnek olacak ama hatırlatmak isterim. Dünya tarihine baktığımızda göçün ne gibi etkiler yarattığını düşünün. Amerika'nın keşfedilmediğini düşünün, dini metinleri inceleyip Hz. Muhammed'in bir yerden bir yere gitmediğini düşünün. Türklerin Orta Asya’dan gelmediğini düşünün. Aslında şu an değer verdiğimiz birçok şeyin kökeninde bir hareket var. Batı’da Avustralya, ABD, Kanada gibi gelişmiş ülkelerde göçün toplumlara kattığının tarihsel olarak ispatlandığı örnekler var”
Dünyanın pek çok bölgesinde mülteciler ile ilgili sorunlar yaşanıyor.
Göçmen-mülteci meselesi çok boyutlu.
Haliyle sorunlar da tek taraflı değil.
Dünyanın dört bir yanında toplumlar zarar görebildiği gibi mülteciler de hak ihlallerine maruz kalıyor, ucuz iş gücü olarak kullanılıyor, erken yaşta evlendiriliyor, hatta satılıyor.
İklim krizinin derinleşmesi ve önümüzdeki yıllarda bu sebeple başlayacak yeni göç dalgaları dünyanın karşı karşıya kaldığı ve daha fazla kalacağı bu gerçeklikten kaçamayacağını gösteriyor.
Bir yanda insan kaynağı açığı ile karşı karşıya kalan, her geçen gün nüfusu azalıp yaşlanan uluslararası sözleşmeleri açıkça ihlal eden Batı, bir yanda Türkiye gibi göç konağı pozisyonundaki ülkeler bir yanda dünyanın dört bir yanında yükselişe geçen milliyetçilik, ekonomik kriz ve sonu gelmeyen savaşlar...
Öte yanda insanlık, herkesin müreffeh bir hayat sürme arzusu…
Sorumluluk paylaşımı olmadıkça Türkiye ve benzeri ülkeleri daha çetin günler bekliyor.
Ve iş eninde sonunda yine paraya bağlanıyor.
Bazı tahminlere göre geçen yıl dünyada göç ve mülteci politikalarına harcanan toplam paranın yaklaşık 100 milyar doları bulduğu, aynı yıl içinde dünyanın askeri harcamalarının ise rekor seviyeye ulaşıp 2 trilyon doları geçtiği düşünüldüğünde bile durumun vehameti ortaya kendiliğinden çıkıyor.
© The Independentturkish