Türkiye-AB ilişkilerine yeni bir perspektif

Gülru Gezer Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

17 Aralık 2004 Türkiye'nin AB'yle ilişkilerinde bir dönüm noktasıydı. O günü dün gibi hatırlıyorum.

Dışişleri Bakanlığı AB Siyasi İşler Genel Müdür Yardımcılığı'nda (ABSY) genç bir diplomattım.

17 Aralık'a giden süreçte bakanlığımız, AB Genel Sekreterliği (günümüzde AB Başkanlığı) ve tüm kurumlarla hummalı çalışmalar yürütülmüş, peş peşe reform paketleri kabul edilmişti.

Ben de o dönem ABSY'nin en genç memuru olarak sabah 7.30'da işe gider akşam da 11'den önce işten çıkmazdım. 

17 Aralık günü Brüksel'de AB Devlet/Hükümet Başkanları Zirvesi'ne Türkiye de davet edilmişti.

1999 Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin adaylık statüsü resmen onaylanmıştı, 17 Aralık'ta ise, Türkiye'nin katılım müzakerelerine başlaması yönünde bir karar alındı.

Bu tarihi ana tanıklık etmek üzere dünyanın dört bir yanından ve özellikle de Ortadoğu'dan gazeteciler Brüksel'e gelmişti.

Hristiyan Kulübü olarak görülen AB'ye Müslüman bir ülke olan Türkiye'nin tam üye olabilme süreci başlıyordu.

Bu açıdan 17 Aralık 2004 hem AB hem Türkiye hem de tüm dünyaya mesaj verilmesi açısından önemliydi. 

O zaman sadece bakanlığımızda ve diğer devlet kurumlarında değil, tüm Türkiye'de AB'ye üye olabileceğimize dair bir inanç ve istek vardı.

Yıllar içerisinde o inanç ve istek yerini yorgunluk ve güvensizliğe bıraktı. 


60 yılın bilançosu 

Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğu'na (AET) kuruluşundan bir yıl sonra, 1959 tarihinde ortaklık başvurusunda bulundu.

Türkiye'nin başvurusunun kabul edilmesiyle taraflar arasındaki kurumsal ilişkileri düzenleyen ve hukuki temelini oluşturan Ankara Anlaşması 1963 yılında imzalandı ve 1964'te yürürlüğe girdi. Anlaşmada özetle, Türkiye'nin AET'ye üye olması için geçmesi gereken aşamalar üç safha halinde sıralanıyordu:

""Hazırlık Dönemi", "Geçiş Dönemi" ve "Son Dönem."


Yaklaşık bir 10 yıl kadar süren "Hazırlık Dönemi"nde iki tarafın kurumsal altyapısı oluşturuldu, bu çerçevede Ortaklık Konseyi kuruldu.

1970 yılında imzalanan ve 1973 yılında yürürlüğe giren Katma Protokol ile Ankara Anlaşması kapsamında ikinci safha olan "Geçiş Dönemi"ne geçildi.

Bu dönemin nihai hedefi Türkiye'yi Gümrük Birliği'ne entegre etmekti.

İkinci safhada hayata geçirilmesi öngörülen bir diğer önemli adım ise Türk vatandaşlarının seyahat serbestisi çerçevesinde vizesiz bir şekilde AET üyesi ülkelere seyahat etmelerini mümkün kılacak düzenlemeler idi. 

Türkiye, 1987 yılında Geçiş Süreci'nde öngörülen takvimden önce AET'ye üyelik başvurusunda bulundu.

Topluluk, Türkiye'nin henüz tüm koşulları yerine getirmemesi nedeniyle üyeliğin ileriki bir safhada ele alınması yönünde bir karar aldı.

Türkiye, 1996 yılında Ankara Anlaşması çerçevesinde Gümrük Birliği'ne dahil oldu. Böylelikle ortaklık ilişkisindeki üçüncü safha olan "Son Dönem"e geçildi. 


Uluslararası hukuka aykırı bir şekilde GKRY, AB üyesi oluyor 

GKRY 1990 yılında adanın tek temsilcisi olarak Topluluğa üyelik başvurusunda bulundu.

Kıbrıs Türk tarafının söz konusu başvurunun uluslararası hukuka aykırı olduğu yönündeki tüm itirazlarına rağmen, 1997 yılındaki Lüksemburg Zirvesi'nde "Kıbrıs Cumhuriyeti"yle tam üyelik müzakerelerine başlanması kararı alındı.

1998 yılında başlayan üyelik müzakereleri, 1 Mayıs 2004 yılında GKRY'nin AB'ye tam üyeliğiyle sonuçlandı.

Böylelikle, Yunanistan'ın yanı sıra GKRY de Türkiye'nin AB üyelik sürecinin kritik aşamalarını sekteye uğratmak için çalışmaya başladı.

Her iki ülke de bugüne kadar veto haklarını bir koz olarak kullandı. 


17 Aralık Zirvesi'nde kriz: Ek protokol 

Zirve günü krizin eşiğinden dönüldü. AB, Türkiye'nin Gümrük Birliği'ni 1 Mayıs 2004'te AB'ye üye olan ülkelere de teşmil edecek Ek Protokolü imzalamasını istedi. Bu ülkelerin arasında GKRY de bulunuyordu. 

Türkiye açısından kritik iki konu vardı:

Birincisi, Ek Protokol'ün imzalanmasıyla "Kıbrıs Cumhuriyeti"nin tanınması, ikincisi ise Gümrük Birliği çerçevesinde Türkiye'nin limanlarını GKRY'ye açıp açmayacağıydı.

Türkiye, Birleşik Krallık Dönem Başkanlığı sırasında Ek Protokolü imzaladı, ancak bir de "Kıbrıs Cumhuriyeti"ni tanımadığı ve limanlarını Rum gemi ve uçaklarına açmayacağına ilişkin deklarasyon yayımladı.

Türkiye'nin bu hamlesi GKRY, Yunanistan, Avusturya ve Fransa tarafından ciddi tepkiyle karşılandı.

GKRY'nin metindeki hususlarda bir türlü tatmin olmaması nedeniyle, AB yaklaşık iki ay sonra karşı beyan yayınlayabildi.

Beyanda, Türkiye'nin Ek Protokolü uygulamamasının müzakereleri olumsuz etkileyeceği, konunun 2006 yılında yeniden ele alınacağı belirtiliyordu. Nitekim öyle de oldu.  


Büyük istek ve kararlılıkla başlayan üyelik müzakereleri 

3 Ekim 2005 tarihinde Avusturya Dönem Başkanlığı sırasında Lüksemburg'da düzenlenen hükümetlerarası Konferans (HAK) çerçevesinde Türkiye AB'yle resmen müzakerelere başladı.

Aynı gün müzakerelerin modalitelerini belirleyen Müzakere Çerçeve Belgesi (MÇB) kabul edildi.

Toplantı GKRY ve Yunanistan başta olmak üzere bazı üye ülkelerin çeşitli itirazları nedeniyle gecenin ilerleyen saatlerinde yapılabilmişti. 

Müzakereler çerçevesinde açılan ve geçici olarak kapanan ilk fasıl 12 Haziran 2006'da "Bilim ve Araştırma" faslı oldu.

Ondan bir gün önce ise, AB üyesi ülkelerin Dışişleri Bakanları'nın katılımıyla gerçekleşen AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi toplantısında Ek Protokol'ün uygulanması kararı alındı ve söz konusu protokol 8 fasıl için açılış kriteri ve tüm fasıllar için de kapanış kriteri haline geldi.

GKRY de 6 faslı tek taraflı bloke etti. Böylelikle Türkiye'nin AB üyelik sürecine ciddi bir darbe vuruluyordu. 

Şu ana kadar, 35 fasıldan "Bilim ve Araştırma" dahil 16 fasıl açılabildi. En son, 30 Haziran 2016'da "Mali ve Bütçesel Hükümler" faslı açıldı.

Türkiye'deki 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında AB'nin Türkiye'ye yönelik eleştirel tutumu müzakere sürecini olumsuz etkileyen bir diğer faktör oldu.

Zira, Aralık 2016 AB Devlet/Hükümet Başkanları Zirvesi'nde Türkiye'yle mevcut koşullarda yeni fasılların müzakereye açılmasının öngörülmediği belirtildi. 


Göçmen krizi ve 18 Mart Mutabakatı 

2015 öncesinde Suriye'deki savaş ve Türkiye'nin ağırlıklı yükünü çektiği Suriyeli mülteciler meselesi AB için öncelikli bir konu değildi.

Ne zaman mülteciler AB sınırlarına dayandı, o zaman konu gündem oldu.

18 Mart 2016 tarihli Türkiye-AB Zirvesi'nde taraflar arasında varılan mutabakat çerçevesinde göçün kitlesel hale gelmesine neden olan kaçakçılık şebekelerini durdurulması, vize serbestisi diyaloğunun canlandırılması ve Gümrük Birliği anlaşmasının güncellenmesi kararı alındı. 

Mutabakatta ayrıca, Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin güçlenmesinin gerekliliğine vurgu yapılarak, taraflar arasındaki üst düzey diyalog mekanizmalarının canlandırılması ve yenilerinin tesisi, ayrıca terörle mücadelede işbirliğinin geliştirilmesi hususlarına yer verildi. 

Türkiye, 18 Mart mutabakatı çerçevesinde üzerine düşen yükümlülüklerin büyük bir çoğunluğunu yerine getirdi.

Bu bağlamda, Türkiye, Avrupa'ya düzensiz geçişi büyük ölçüde engelledi. Vize serbestisi için belirlenen 72 kriterden 65'inin Türkiye tarafından tamamen karşılandığı AB tarafından teyit edildi.

2018'de devreye girmesi öngörülen vize serbestisi Türkiye'nin kalan kriterleri yerine getirmediği gerekçesiyle hala başlamadı. 

18 Mart Zirvesi sonrasında ortaya çıkan olumlu hava uzun sürmedi. 2019 yılında Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki faaliyetleri gerekçe gösterilerek, Ortaklık Konseyi de dahil olmak üzere üst düzey tüm temasların durdurulması kararı alındı.

Böylelikle taraflar arasındaki kurumsal mekanizma neredeyse işlemez hale geldi.


Türkiye-AB ilişkileri kopma noktasına gelir mi? 

AB, Türkiye'nin son yıllarda demokrasi ve insan hakları alanında geriye gittiğini ve Birlik'ten uzaklaştığını savunuyor.

Türkiye ise, Birliği bazı ülkelerin güdümünde hareket etmekle, verilen sözleri yerine getirmemekle ve ikiyüzlülükle itham ediyor. 

Gelinen noktada taraflar ciddi bir güven bunalımı yaşıyor. Yunanistan ve GKRY de bu durumdan ziyadesiyle istifade ediyor.

Ayrıca, Türkiye'de AB üyeliğine olan inancın ciddi oranda azalması ve AB müktesebatına uyum sürecinin yavaşlaması ilişkilere yeniden bir ivme kazandırılmasını güç kılıyor. 

Öte yandan, dünya 21'inci yüzyılın seyrini etkileyecek bir dönemden geçerken, Ukrayna'daki savaşın enerji ve gıda krizi başta olmak üzere yarattığı sınamalar karşısında Türkiye'nin önemi daha net bir şekilde ortaya çıkıyor.

Jeostratejik konumu Avrupa'nın güvenlik ve savunma mimarisi açısından da Türkiye'yi önemli kılıyor. 

Bu nedenle, taraflar arasında gümrük birliği, vize serbestisi, göçmenler, enerji ve terörizm gibi konularda yeniden diyaloğa girilmesi elzemdir.

Bu her iki tarafın stratejik çıkarına olacaktır. Ortaya çıkacak yapıcı diyalog Türkiye'nin AB üyelik sürecine de ivme kazandırabilir.

Tabiatıyla, bu süreçte, Türkiye'nin AB müktesebatına uyum çerçevesinde gerekli adımları kararlıkla atması önem arz etmektedir. 

Öte yandan, Ekim başında Fransa'nın önayak olmasıyla gerçekleştirilen Avrupa Siyasi Topluluğu gibi mekanizmalar hiçbir şekilde Türkiye'nin AB üyeliğine alternatif süreçler olarak öne sürülmemelidir.

Buna ilaveten, AB'nin son olarak 13 Aralık 2022 tarihli Genel İşler Konseyi sonuç bildirisinde yer verdiği ve Türkiye açısından kabul edilmesi mümkün olmayan Rum-Yunan tutumunu içeren tezleri savunmak yerine uluslararası hukuktan yana, objektif bir tutum sergilemesi ilişkilerin önündeki birçok engelin kalkmasını mümkün kılacaktır. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU