Cidde Zirvesi, Başkan Joe Biden'ın seçilmesinden bu yana Arap-Amerikan ilişkilerini gölgeleyen bazı gerilimler de dahil olmak üzere, mevcut bölgesel ve uluslararası koşullar çerçevesinde değerlendirilmeli.
Öyle ki zirveye yönelik ilgiyi ve sonuçlarına dair çeşitli okumalar yapmak elzem.
Doğrusu bu süreçte haklı gösterilemeyecek pek çok gelişme yaşandı ve bu da ihtilaflardan ziyade ortak noktaların vurgulandığı bir zirveye duyulan ihtiyacı artırdı.
Seçkin ilişkilerin ve ortak çıkarların uzun tarihi göz önüne alındığında, son 2 yıldaki Arap-Amerikan ilişkilerinin daha iyi olabileceği ve olması gerektiği bir sır değil.
Şahsen, tüm dünyada eğer Washington onun dostu olmaya hazırsa ona düşman olmayı seçecek bir ülke tanımıyorum.
Dünyanın en güçlü gücüyle dostane ilişkilerin cazibesi her zaman karşı konulmaz olmuştur.
DAHA FAZLA OKU
- Cidde Zirvesi kapanış bildirisi: Filistin-İsrail meselesinde iki devletli çözümü baltalayan uygulamaların durdurulması çağrısı yapıldı
- Cidde Zirvesi sona erdi: Liderlerden "Ortadoğu'da güvenlik ve istikrar" vurgusu
- Suudi Arabistan ve ABD'den ortak bildiri: İki ülke arasındaki ortaklığın güçlendirilmesine vurgu yapıldı
Kendilerini Washington'dan uzaklaştıran rejimler ya kötü bir şekilde ele alınan geçici anlaşmazlıklar yüzünden ya da Washington'un bir ülkenin -ya da bir bölgenin- koşullarına, bölünmeleri pekiştirecek ve şüphe ekecek şekilde yaklaşımı nedeniyle, çoğunlukla bunu yapmak zorunda kalmışlardır.
ABD, Arap dünyasına Fransa ve Birleşik Krallık'a kıyasla, ağır sömürge dönemi mirasının ağırlığı altında olmayan temiz bir sicille geldi.
Dahası, Amerikalılar ülkelerimize okullar, yatırımlar, hizmetler ve kalkınma yoluyla girdiler.
İki dünya savaşını takip eden "Soğuk Savaş" kutuplaşmasında, Arap toplumları -muhafazakar yapıları gereği- Moskova'nın Bolşevizmi'nden ziyade Washington'un kapitalizmiyle bir arada yaşamaya daha meyilli göründüler.
Bundan da öte, Arap-İsrail çatışmasının ilk yıllarında Arapların İsrail'i -bugün birçoğunun düşündüğü gibi- bir "Amerikan eyaleti" olarak görmedikleri söylenebilir.
Hele de doğmakta olan İbrani devletinin en büyük sponsorlarının iki Batılı ülke Birleşik Krallık ve Fransa olduğu göz önüne alınırsa.
Bu durum 1956 yılına kadar devam etti. Birleşik Krallık'ın tarihsel sponsorluk rolü, "Balfour Deklarasyonu" ve Filistin üzerindeki İngiliz Mandası döneminde bunu uygulama çalışmalarıyla somutlaşırken, Fransa, Dimona reaktörünü inşa etmekten hava kuvvetlerini Haziran 1967 savaşında kullanılan "Mirage", "Mystére" ve "Super Mystére" uçaklarıyla donatmaya kadar İsrail'in nükleer gücünün ve silahlarının inşasında hayati bir rol oynadı.
Arap "radikal" aşamasının başlangıcı bile Washington ile bir çatışmaya işaret etmiyordu.
Aksine, "Abdunnasır Mısırı" ile başlayan bu "radikalizm", 1952'den sonra Washington'a açık bir öncelik vererek, iki eski "İngiliz-Fransız" sömürge gücünün etkisinin sona ermesini hızlandırmaya katkıda bulundu.
Ancak bu öncelik veya "yeğleme", Sovyetlerin Asvan Barajı'nın inşasını finanse etme ve Süveyş Kanalı'nın millileştirilmesini destekleme duraklarının ardından devreye girmesiyle hızla geriledi.
Pek çok kaynağın bize söylediği gibi Abdunnasır rejimi bile, Washington'un kendisi ile uzlaşıyı sürdürme arzusunda olduğunu hissetmiş olsaydı, Moskova'nın kollarına atılmaya hevesli olmazdı.
Mısır'ın başına gelen Suriye, Irak, Lübnan ve diğerlerinin de başına geldi. Bu, ancak Washington'un -bir süreliğine- bazı Arapların endişelerini gidermeyi, onların önceliklerine ve hassasiyetlerine saygı göstermeyi reddettiği netleştikten sonra Moskova ile iş birliğine yönelmenin gerçekleştiği anlamına geliyor.
Arap liderleri bugün endişelerini, önceliklerini ve hassasiyetlerini masaya yatırırken bu nokta son derece önemlidir.
Evet, herhangi bir doğal koşulda, Washington'un bir dostu, hatta bir müttefiki olmak, herhangi bir Arap için -sadece herhangi bir Arap rejimi için değil- büyük bir menfaattir.
Reel ve mantıksal hesaplamalarda ABD'nin dostluğu, kendisiyle rekabet eden iki dünya gücü Çin ve Rusya'dan herhangi birinin dostluğundan katbekat kârlıdır.
Arzu edilen bu dostluk çeşitli faktörlere dayanmaktadır ve en önemlileri şunlardır; kültürel ve dilsel etkileşim, siyasi belleğe yerleştirilmiş tarihsel uzlaşılar, eski mali ve yatırım bağlarının yanı sıra yetiştirme ve eğitimden evliliklere kadar insani ortaklıklar.
Bu faktörler, Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Maşrık (Doğu Akdeniz Arap havzası) ve Filistin bölgeleri ile "Çarlık Rusyası" arasında da belki mevcuttu, fakat Bolşevik devrimi ve İngiliz ile Fransız mandalarının Filistin, Suriye ve Lübnan'da hegemonyayı ele geçirmesinden sonra yavaş yavaş ortadan kayboldular.
Benzer şekilde, Moskova, Sovyetler Birliği döneminde, geçen yüzyılda ellilerin ortaları ile yetmişlerin başları arasında "Çarlık Rusyası"nın bu nüfuzunun bir kısmını geri kazandı, ancak sosyal, kültürel ve eğitimsel ilişkiler, Amerikan ilişkileri dahil olmak üzere Batı ile ilişkiler kadar kök salmadı.
Başkan Biden'ı ağırlayan Maşrık bölgesinde yeni doğmamış iki varoluşsal meydan okuma var: Filistin-İsrail çatışması ve bunun Arap, dini boyutları ile İran'ın yayılmacı projesi.
Washington ve Tel Aviv, İran'ın nükleer silah edinmesini önleme konusundaki kararlılıklarını yineliyorlar.
Elbette, bunlar güzel sözler. Bu şüphesiz, kendilerini tehdit eden ve bilhassa Tahran'ın Moskova veya Pekin ile stratejik bir eksene dahil olması durumunda daha da büyük bir tehdide dönüşecek nükleer silahların yayılmasını kontrol altına almaya önem veren iki başkentin çıkarlarının merkezinde yer alıyor.
Ancak Washington'un Tahran'ın nükleer silah sahibi olmasını engellemek hedefi ile yetinmesi, İran'ın tehdit ettiği ya da mezhepçi milislerinin kullandıkları konvansiyonel silahlarla işgal ettiği Lübnan, Irak, Yemen ve Suriye gibi Arap ülkeleri için hiçbir şey ifade etmiyor.
Bu Arap ülkelerinin İran Devrim Muhafızları ve onun siyasi liderliği ile yaşadığı kriz "nükleer" değil "politik"tir.
Washington bu gerçeği anlamadıkça, entegre bir stratejik-ekonomik ittifak örgütü kurmak için kaçınılmaz olan güven faktörü mevcut olmayabilir.
İsrail'e gelince, merkezinde Kral Abdullah bin Abdulaziz'in (o zamanki veliaht prens) girişiminin yer aldığı Arap ülkelerinin düzenlediği 2002 "Beyrut Zirvesi", karşılıklı tanımaya dayalı adil ve nihai bir barışa olan bağlılığında açıktı.
Ancak tango, Washington'dan öğrendiğimiz gibi, iki partnere ihtiyaç duyar.
Dolayısıyla, Binyamin Netanyahu yaklaşan seçimlerden sonra İsrail siyaset sahnesine dönmeyi başarırsa, Biden'ın Ramallah'taki tüm olumlu sözleri boşa gidebilir.
Son olarak ki burası genel olarak ABD politikasıyla ilgili kısımdır, Başkan Biden ve Cidde'de bir araya gelen Arap liderler, mevcut Demokrat yönetimin önünde Kasım ayı başlarında ciddi bir seçim olduğunun farkındalar.
Demokratlar Kongre'nin kontrolünü kaybederse, yönetim -Ortadoğu dahil olmak üzere- uluslararası politikalarında nasıl hareket edecek ve ilerleyecek?
Önünde tehlikeli bölgesel uzantıları olan bir "Çin-Rus ittifakı"nın işaretleri görülürken, arkasında da, bir sonraki başkanlık seçimlerinden 2 yıl önce muhafazakar bir yargı, ideolojik olarak radikal bir sokak tarafından desteklenen Cumhuriyetçi bir yasama çoğunluğu varken, büyük siyasi ve stratejik taahhütlerini sürdürebilecek mi?
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu