Vizontele filminden hatırlarsınız, evinde televizyon olan bir aile, neredeyse her akşam misafir ağırlardı. İnsanlar televizyon izlemeye giderlerdi komşularına.
O dönemlerde herkesin zihninde bir soru vardı;
Televizyon sinemayı bitirir mi?
Televizyonun ardından insanlar devlet kontrolündeki tek kanaldan sıkılmışlardı ve çarelerine VHS ve BETA Max olarak bilinen video kaset çalarlar yetişti. Evlerine televizyonla birlikte VHS kasetçalar alan aileler dünya sinemasının klasik örneklerini evlerinde izlemeye başlamışlardı.
Televizyonun yaygınlaşması ve nerdeyse her eve girmesinin ardından tek kanal yetmez oldu ve özel kanallar kuruldu. İnsanlar bu sefer seçim sansına sahip oldu ve tercih yapmaya başladı.
Bu dönemlerde hep aynı soru soruldu;
VHS Sinemayı bitirir mi?
Çok kanallı, renkli televizyon kültürü sinemayı bitirir mi?
VCD sinemayı bitirir mi?
DVD sinemayı bitirir mi?
VCD ve DVD dönemi, VHS döneminden kalma bir alışkanlıkla hayatımızdaydı.
Neydi bu alışkanlık;
İnsanlar filmleri satın almak yerine kiralama yöntemine gidiyorlardı.
Tam bu dönemde Reed Hastings, Marc Randolph ile birlikte 1997 yılında Netflix’i kurdu. Film kiralama şirketi olarak yola koyulan Netflix, ABD genelinde müşterilerine kargo yoluyla film kiralıyordu.
Kiralama süresi başlangıçta 7 günlüktü, ancak 1999 yılında bu iş modeli değiştirildi.
1999 yılında abonelik sistemine geçti. Böylece tek film kiralama yerine sınırsız sayıda film aylık ödeme ile kiralanabiliyordu. Kullanıcılara izledikleri filmlere göre beğenebilecekleri filmleri önererek o dönemde bir ilke imza atıyordu.
Artık müşteriler aylık bir ücret karşılığında sınırsız sayıda DVD kiralayabiliyordu. (İşte bu iş modeli tam anlamıyla bir devrimdi.)
Reed Hastings, 2007 yılında 1 milyarıncı DVD’sini kargolardı ve 2015 itibarıyla toplamda 70 milyondan fazla üyeye sahip oldu. Tam bu dönemde Hastings bir şey fark etti; insanlar için fiziksel bir ürüne ihtiyaç olmayabilirdi.
Hardisklerin yerlerini Bulut yazılımların aldığı dönemin başlangıcında artık stream (gerçek zamanlı veri akışı) sayesinde kiralanan filmler ve diziler insanların bilgisayarında internete erişebildikleri her yerden ulaştırılabilirdi.
2007 yılında kullanıcılara “anında izle” sloganıyla kendi bilgisayarları üzerinden film ve dizileri izleme imkanı sundu.
2008'de Starz Entertainment ile anlaşarak 2500 film ve TV şovunu yayına soktu.
2010 yılına gelindiğinde hisse değeri yüzde 200 artan Netflix; iPod Touch, iPad, iPhone, The Nintendo Wii gibi cihazlarda kullanıcıyla buluşmaya başladı.
2013 yılında Netflix, ilk kez kendi orijinal televizyon dizisi olan House of Cards’ı yayınladı. Yani artık Netflix yapım şirketlerinden dizi satın almanın yanı sıra, kendi dizisini de çeker hale geldi. Ki bu çok ama çok büyük bir kırılmaydı.
Sayısız ödül alan House of Cards’ın da etkisiyle 2013’ün sonunda Netflix’in hisse senetleri 3 kat değer kazandı.
ABD’li ünlü yatırımcı Jim Cramer şu anda dünyada yapay zekadan en iyi Netflix’in istifade ettiğini belirtiyor.
Netflix, insanların izledikleri dizi ve filmlerde sevdikleri unsurları analiz ederek buna uygun önerilerde bulunuyor. Şirket derin öğrenme ve yapay zeka teknolojileriyle insan beyninin nasıl çalıştığını çözmeye çalışıyor.
Netflix'e göre, her kullanıcı için mümkün olan en üst seviyede kişiselleştirilmiş bir deneyim söz konusu!
Hatta öyle ki aynı diziyi ve filmi izleyen iki insan aslında aynı Netflix deneyimini yaşamıyor olabilir!
Ve bilinçaltınızda yatan ve sizi seçime yönlendiren güdülerinizi de ölçmek için testler uyguluyor olabilir firma…
190 farklı ülkede hizmet veren Netflix'in 140 milyona yakın abonesi var. Tahmini piyasa değeri 160 milyar dolar bandında. Kişi başına yarattığı değer bakımından dünyanın en değerli şirketleri arsında gösteriliyor.
Netflix aslında sadece yapay zekayı muhteşem bir şekilde kullanmıyor. Netflix’in yönetim şeklinin satır aralarına daldığınızda çok daha derin bir şeyle karşı karşıya kalıyorsunuz.
Ne mi o;
Amerikalılar, İngilizler, Ruslar, Türkler, Japonlar, Çinliler veya gelişmekte olan ülkelerde yasayanlar artık kendilerine öğretilen tarihin, devlet politikalarının ve toplumlarının onlara biçtikleri rollerin de dışında varlıklarını sürdürüyorlar.
Aşırı sağın dünya genelinde yükselmesi ve dünyayı ekonomik bir daralmanın bekliyor olmasının getirdiği göçmen krizleri gerçekliği de yukarıdaki tabloyla taban tabana zıt bir realite olarak karşımızda duruyor.
Alfonso Cuarón’un son filmi Roma’nın Netflix platformuna geldiği gün sinemada da vizyona girmesi olayına “... Bu iş planı sinema tarihi için bir Fransız Devrimi etkisidir bekleyin ve görün” demiştim.
2. Dünya Savaşı öncesi dönemi biraz araştırdığımızda bugün yaşananların karbon kağıdının altından çıkan izler gibi olduğunu hayretle görebilirsiniz.
Aşırı sağ̆ yükseliyor, dünya ekonomik bir daralma arifesinde, ekonomik daralmanın olağan şüphelisi olarak her zaman göçmenler gösteriliyor, savaşlar göçü doğuruyor, kimlik, din, aidiyet gibi kavramlar üzerinden ayrılıklar yaratılıyor ve ırkçılık pompalanıyor, demagog liderler sahnede, toplumlar yalanı doğruya tercih ediyor.
Demagog liderler birbirlerinin modellerini düşman olarak gördükleri ülkelere ihraç malzemesi olarak sunuyorlar.
Uzun uzun anlatmak yerine şunu söyleyebiliriz ki, yaşananlar kendi kimliğini öven insanların sayısının gün geçtikçe artmasıyla ötekileştirmenin artık düşmanlaştırmaya evrileceğini alenen gösteriyor.
Bu düşmanlaştırmaya bir tutam da devlet destekli manipülasyonları eklediğinizde ortaya çıkan formülün sonucunda birbirleriyle savaşan ülkelere ramak kaldı.
Tablo bu haldeyken Meksikalı yönetmen Alfonso Cuarón belki de sinema tarihine geçecek bir işe imza atıyor.
Devrim aslında böylesi bir ortamda bu filmin çekilebiliyor olmasıydı. Netflix’in bu filmin günümüz dünyasında, zamanın ruhunda deli cesaretiyle elini değil adeta gövdesini taşın altına koymasıydı.
New York Times’da Farhad Manjoo Netflix ile ilgili olarak kaleme aldığı makalede ilginç tespitlere yer veriyor.
Manjoo, Netflix'in hedefini şu ifadelerle özetliyor;
Netflix, Amerikan fikirlerini yabancı bir kitleye satmaya çalışmak yerine, uluslararası fikirleri küresel bir kitleye satmayı hedefliyor.
Aslında yazıda da bahsedildiği üzere Netflix, bir tür açık dijital kozmopolitizm (evrendeşcilik) planlıyor.
Netflix’in en çok izlenen ve en kültürel açıdan en önemli prodüksiyonlarının bir listesi Birleşmiş Milletler modeline benziyor;
İngiltere’den Sex Education
İspanya’dan La casa de papel
İtalya’dan Baby
Türkiye’den Hakan: Muhafız
Son olarak da ülkemizde epey tartışılan Organize İşler Sazan Sarmalı filminin 190 ülkeyle paylaşılma hikayesi...
Silikon Vadisi’nde büyüyen teknoloji şirketlerinin CEO’larının ağızlarından düşürmediği bir sakız vardır herkesin malumu;
Gezegeni daha iyi bir yer yapmak için çalışıyoruz!
Trump’ın seçimlerini nasıl kazandığını Mark Zuckerberg’e, toplumların nasıl bir öfke sarmalı içinde trollerle mücadele ettiğini de Jack Dorsey’e sorabiliriz aslında;
Gezegen yaptıklarınızdan dolayı ne halde?
Bir teknoloji şirketi dünyayı daha da yakınlaştırmak istiyor mu?
Sosyal ağların, dünya genelinde yanlış̧ bilgilendirme ve popülist tutku yaratmaya yardımcı olduğundan zerre şüphemiz yok!
Reklamlardan değil de abonelikten para kazanan Netflix’in ayrıldığı nokta tam olarak burası belki de...
"Gezegeni daha iyi bir yer yapmak için çalışıyoruz!" demiyorlar.
Hatta açık açık "Bizim rakibimiz insanların uykusu" diyerek de gayet şeffaf bir politika izlediklerini haykırıyorlar.
Birbirinden uzaklaştıkça popülist demagogların kucağına düşen insanlara "Bak Koreliyle ne kadar da benzer bir hikayen var" demek istiyor.
Bir Türk’ün evlilik çağına gelmiş̧ kızıyla olan babalık ilişkisini New York’a izletmenin derdinde!
Netflix’in bu amacı kazalara da neden olmuyor değil!
Biz Netflix’i uzun uzun anlattık ancak bu firma sayesinde bir platform sineması ekosistemi var artık.
Amazon Prime - HBO - Disney + Apple TV+ gibi dünyaca ünlü firmalar artık sahnedeler.
Hatta Amerikan ekonomisinin en değerli 5 kaleminden biri olan Hollywood ekosisteminin en büyük firmaları da ya bir dijital platforma evirdi kendini ya da düşünüyor.
Bir illüstrasyon sanatçısı Los Angeles’ta bir dağda yazan Hollywood yazısını vinçle yerinden kaldırıp yerine Netflix yazdığı çalışması sosyal medyada çok paylaşılmıştı.
Ancak bunu yaparken de büyük bir tartışmanın öznesi haline geldiler.
Sinema tarihinin en özel festivallerinde son yıllarda tek bir tartışma konusu var;
Netflix, Amazon Prime gibi platformların filmleri festivallerde yarışmalı mı? Hatta ödül almalı mı?
Bu tartışma öyle bir hal aldı ki, 2019 Cannes Film Festivali'nin jüri başkanı Pedro Almodovar şunları söyledi;
Yeni jenerasyonun farkına varamadığı bir şey için yaşadığım müddetçe mücadele edeceğim, o da büyük ekranın seyirci üzerindeki hipnotize edici etkisi.
Festivalin ana yarışmasında Netflix prodüksiyonu Okja ve Meyerowitz Stories’in festival sonrasında sinema salonlarına uğramayıp doğrudan dijital platformlardan seyirciyle buluşacak olması üzerine, Almodovar bu tepkiyi vermiş̧, ayrıca jüri başkanı olarak, bu filmlerin sinema salonlarında izleyiciyle buluşmayacak olması durumunda, filmleri değerlendirme dışı tutacağını söylemişti.
Bu tartışmayla beraber Akademide, En İyi Görüntü Yönetimi, En iyi Yönetmen Oscar'ı ve Yabancı Dilde En İyi Film heykelciğini bir Netflix filmi olan Roma kazandı.
Bu gelişmeleri bir masa tenisi mücadelesi gibi takip eden sinemaseverler bir anda dünyaca ünlü yönetmen Steven Spielberg’in açıklamalarına tanık oldu.
Sinema salonlarının her zaman var olması gerektiğine inandığını söyleyen Spielberg, aynı zamanda streaming servislerinde yayınlanan filmlerin Oscar adaylığının farklı şekilde değerlendirilmesi gerektiğini de söyledi.
Ki aynı Spielberg, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu şeklinde özetlenecek şekilde Apple TV+ platformunun lansmanında yer aldı.
Sahneye çıkan ünlü yönetmen, Apple kullanıcıları ile paylaşacakları “kocaman bir yığın yeni hikaye” hakkında konuştu:
Bugün burada olmaktan minnettarım. Bu Apple ile hayal ve teknolojinin güçlerini birleştirdiği yerde ilk tecrübem.
Steven Spielberg’ün aynı adı taşıyan 1985 yapımı bilimkurgu, fantezi, korku antoloji serisi “Amazing Stories” için Apple 10 bölümlük siparişi verdi bile.
Önümüzdeki dönem sinema endüstrisi platform mecralarının rekabeti nedeniyle büyük tartışmalara gebe.
Festivallerin ve sanat camiasının bu tartışmalar ne reaksiyon göstereceği de merak konusu.
Biz de bu konuyu dünya festivallerinde bırakın ödül almasını, kıyıda köşede bile kalan filmleri, “Bize her gün festival” mottosuyla Türkiye’de seyirci ile buluşturan Başka Sinema'nın yetkilileriyle konuştuk.
Netflix, Amazon Prime, HBO ve önümüzdeki dönem sahne alacak Disney+ ve Apple TV+ gibi platformların endüstrideki etkileri ve buna karşılık, Cannes Film Festivali ve Akademi’nin bu platformlara olan şüpheci yaklaşımını sorularımızla ele almaya çalıştık.
- Son yıllarda uluslararası festivallerde sadece ödül alan değil yarışan ve hatta kıyıda köşede kalan filmleri Başka Sinema adı altında Türk izleyicileriyle buluşturdunuz. Siz platform sineması VS beyazperde hakkında ne düşünüyorsunuz?
Başka Sinema 2013 yılında bir ihtiyaca yanıt vermek amacıyla kuruldu. Ülkemizde ödüllü ve/veya nitelikli filmlerin sinemalarda gösterilebilme şansı gittikçe azalıyordu. Halbuki bu filmleri büyük perdede izlemek isteyen azımsanmayacak bir izleyici kitlesi mevcuttu. Ana sponsorumuz olan Kariyo Ababay Vakfı’nın da desteğiyle ve dünya ve Türkiye Sineması’nın en nitelikli örneklerinden oluşan bir film programıyla sinemaların kapılarını çaldık ve bizimle sürekli çalışmalarını önerdik. Bu sırada da dijital dönüşüm sürecinde desteğe ihtiyacı olan sinemalara destek olduk.
Biz Başka Sinema’yı nitelikli filmleri izleyiciyle buluşturmak için kurulmuş bir platform olarak görüyoruz. Bunun içinde elbette ki beyazperde ağırlık taşıyor çünkü pek çok film büyük perdede izlenmeyi hak ediyor. Ancak günümüz şartlarında elbette ki VOD gerçeğini göz ardı edemeyiz. Fiziksel ürün koleksiyonlarının sona ermeye başladığı bir çağda, herkes izlemek istediği filmlere, olabilecek en kolay ve hızlı şekilde ulaşmak istiyor. Bu çerçevede biz de sinemanın önceliğini koruyarak, seyirciye izlemek istediği içerikleri ulaştırmak için VOD platformlarının gerekliliğine inanıyoruz.
- Başka Sinema son tahlilde sinema salonları ile anlaşmış ama dijital pazarlama ürünü bir fikir. Sizin geleceğinizde bir platform olma fikri var mı?
Başka Sinema temelde filmleri büyük perdede izleyiciye ulaştırmak için kurulmuş bir platform ancak talepler çerçevesinde VOD konusunda da çalışmalarımız var. Bir operatör servisiyle yakın zamanda hayata geçirdiğimiz bir proje sayesinde Başka Sinema kanalı altında Başka Sinema’da izlemiş olduğumuz filmlerden bir kısmını seyircimize istedikleri yerde izleme seçeneğini sunmaktayız ve sunmaya da devam edeceğiz.
- Tüm platformlara baktığımızda sizin misyonunuzla hareket eden, sanat içeriklerini izleyici ile buluşturan bir Türk girişimi olan MUBİ’yi görüyoruz. Sanat filmlerinin izleyiciyle buluşabileceği alanların azlığını, siz bir eksiklik olarak görüyor musunuz?
Nitelikli filmlerin, ödüllü filmlerin, festival filmlerinin izleyicisi filmlere en çok değer veren, filmler hakkında düşünen, kafa yoran, tartışan, konuşan en sadık sinema izleyici kitlesidir. Hızlıca tüketilip atılan filmlerden bahsetmediğimiz için, bu filmlerin belli platformlarda izlenme süreleri de daha ticari filmlere göre çok daha uzun olabiliyor, hızlıca tüketilen filmler olmuyorlar. Dolayısıyla tamamen ticari film hedef kitlesi düşünülerek ortaya çıkan platformlar bile sanat filmlerine sırtlarını dönemiyorlar. Uzun vadede de bu konuda daha fazla uzmanlaşmış VOD platformunun ortaya çıkmasını bekleyebileceğimizi düşünüyoruz.
© The Independentturkish